BAY KİRPİK – TUĞBA KOCAMAN BULUT
Her sabah aynı manzaraya uyanıyorum. Pek manzarada denemez ya, sonsuz bir beyazlık
gördüğüm sadece. Gün geçtikçe artan ufak tefek siyahlıklar da gözüme çarpmıyor değil ama.
Nezahat’a söylesem diyorum aslında, o kadar yoğun ki fark edemez çünkü, ama söylemeye
çalıştığımda ağzımdan sadece absürt sesler çıkıyor, manalı tek bir kelime dökülmüyor dudaklarımdan.
Kendim ettim kendim buldum ama; benim yüzümden oldu böyle, gerçi ben de isteyerek yapmadım ki!
İsteyerek mi yaptım acaba? Ne deniyordu buna hukuk dilinde taammüden değil de taksirli miydi?
Neticede yine suçlu benim, hak ettim yaşanan her şeyi. Ne demişti o gün evden çıkarken Nezahat:
“Geç dönme!” yoksa “Çok içme” mi demişti? Kim bilir “İçeceksen şu zıkkımı araba kullanma en
azından” demişti. Belki de hepsini birden demişti, hep demez miydi zaten. Ben kulak asmadığımdan
hatırlamıyorum sadece. Hiç kulak verdim mi acaba ben karıma?
Nişanlıyken evlenince çalışmaya devam etmek istiyorum demişti, evlenince hemen çocuk
yapmayalım biraz gezdir beni demişti, oğlan biraz büyüsün ikinciyi öyle düşünürüz demişti Hakkı
bebekken, kızı okuldan almayalım okusun bir mesleği olsun da demişti kız ortaokulu bitirdiğinde
sanki. Son yıllarda ise; “Çok içiyorsun, bak buna ne paran dayanır ne canın!” diye diye dilinde
pelesenk olmuştu o cümle. Hangisine kulak astım? Hiç… Hiçbirine… Sonum da bu oldu işte. Aylardır
aynı odada aynı yatakta hareketsiz yatıyorum. Ne bir ses ne bir hareket var, cansız bir nesne gibi sabit
duruyorum beyaz tavan manzaralı yatağımda. Gerçi zaman zaman insansı ihtiyaçlarımı gideriyorum
mesela üstüme kusuyorum, altıma sıçıyorum. Kendi irademle yapabildiğim tek şey ise gözümü
kırpmak. Sadece bundan ibaretim işte ben. Bay Kirpik de diyebilirsiniz aslında bana. Bazen altımı
temizlerken bir gülümseyeyim diyorum Nezahat’a, yıllarca esirgediğim gülümsemeyi şimdi olsun
vereyim de bunca zahmetine minicik de olsun bir teşekkür etmiş olayım diye. Yok, lanet dudak
kıpırdamıyor bile, tek bir mimik yapamıyorum. Yıllarca çektirdim kadına: az para, az huzur, bol
dayak, sıfır ilgiyle yıllarını geçirdi. Şimdi de boklu götümü temizliyor. Ne diye? Niye kızını da alıp
basıp gitmiyor? Kız da yıllardır çalışıyor hâlbuki; aç da açıkta da kalmazlar birlikte olunca. Oğlanı
bırakamaz desem zaten herif eşek kadar oldu, sanayide çalışıyor, para da kazanıyor. Bebek mi ki
arkasından ağlasın? Bir konuşabilsem ilk soracağım bu olurdu Nezahat’a: Neden, neden hala
buradasın?
Tak tak tak…Tak tak tak…
Yine evin kapısı gümbürdüyor kesin Hanife geldi. Peşinde eli silahlı adamlar varmış gibi
canhıraş kapı çalan bir onu biliyorum ben.
-Kız nerelerdesin, hiç görünmedin bugün?
-Ne yapayım be Hanife, işler güçler işte.
-Ee ne zaman biter, pazara gitmiyor muyuz?
-Yok, ben gitmeyeceğim bugün, Seniha dün dönerken markete uğradıydı da almış sebze,
meyve… Kız kapıda kaldın gel bir kahve içelim.
-İyi dedin onu, bir kahve yap şöyle bol köpüklüsünden de içiverelim bakalım. Sonra ufaktan
ufaktan kaçarım ben.
Yine baş başa kahve faslı yapacaklar belli ki. Kesin benden bahsedecek bu kadın hissediyorum
çünkü ezeli ebedi sevmez beni Hanife cadısı. Allah bilir kadına neler diyecek bu sefer. Geçen
geldiğinde “Ne yapıyor senin boklu?” demişti utanmadan. Üstüne üstlük Nezahat de güldü geçti, bir
ağzının payını veremedi cadıya.
Kahveler pişti herhalde, mis gibi kokusu geldi burnuma, ne de güzel yapar Nezahat kahveyi.
Hasret kaldım şu güzelim lezzetlere. Yatağımda sadece serumlar, ilaçlar ve sıvı gıdalarla
besleniyorum, kahve de sıvı ama vermiyorlar işte. Hâlbuki ne olacak? Atın ölümü arpadan olsun bari
diye verseler kahve, çay hatta arada rakı da dökseler boğazımdan içeri.
-Ee Şükrü nasıl?
-Aynı be Hanife, yok bir değişiklik.
-Doktorlar ne diyor alla sen?
-Bundan sonraki hayatı böyle geçecekmiş, tıbbın elinden bir şey gelmiyormuş.
-Yani bu herif ölene kadar sana rahat yok öyle mi?
Bak bak başladı yine Nezahat’i doldurmaya.
-Yok, aslında öyle değil Hanife, artık daha rahatım. Tamam biraz külfetli oluyor, ebatça
oldukça büyük bir bebeğe bakmak gibi.
-Hiç büyümeyecek bir bebeğe bakmak gibi demek istedin herhalde.
-Evet, maalesef öyle ama ne yapayım canım, sokağa atacak değilim ya.
Aslan karım konuş be.
-Seninki tam sokağa atmalık da şükretsin senin gibi bir insana denk gelmiş, gerçi onun için
eskiden de şükretmeliydi ya neyse.
-Ne bileyim Hanife be, hangimiz daha günahkârız Allah bilir.
-Kız niye öyle diyorsun, sanki kabahatli gibi. Bak benim herif bana bir kez vurdu anında
boşadım, evlere temizliğe gitmeyi göze aldım da getireceği üç kuruş için çekmedim onu yıllarca.
-Sen hak etmiyordun ki Hanifecim.
-O nasıl söz Nezahat, sen hak ediyorsun sanki.
-Evet Hanife, evet, her şeyi hak ediyorum ben.
-O nedenmiş kız?
Hakikaten o nedenmiş karıcım?
-Nasıl anlatayım şimdi sana? İyi dinle bak, bir daha da lafını etme, bunu pek kimse bilmez,
kaç yıllık arkadaşımsın sana anlatayım da bir nebze rahatlarım belki.
-Kız meraklandırdın beni, hadi anlat.
Yahu ne anlatacaksın Nezahat, beni de meraklandırdın şimdi.
-Yıllar önce, hatta sanki üstünden asır geçmiş gibi… O zamanlar lisedeydim, bir genç vardı
bizim mahallede, ismi Ahmet. Mahalle esnaflarından birinde çıraktı, gelip geçerken görürdük
birbirimizi. Sonra bir gün bana açıldı, benim de vardı gönlüm onda, sevgili olduk. Köşe bucak
görüşürdük bazı bazı. Böyle böyle aylar geçti, bunun askere gitmesi gerekti. Söz verdik birbirimize. O
döndüğünde hemen bir işe girecekti, ben de okulu bitirmiş olacaktım zaten evlenecektik.
-Vay benim arkadaşıma bak, gençliğinde aşk da yaşamış.
Senin ağzın neler söylüyor Nezahat, ben niye bilmiyorum Ahmet denen hergeleyi?
-Askere gideli altı yedi ay olmuştu, bir gün Şükrü ile karşılaştım markette. Boylu poslu, nasıl
yakışıklı ama. Ben de o zaman gencecik kızım, herkes de beğenir, bir gören bir daha bakardı. Bu da
beğendi beni belli ki.
-Boyu devrilesice, güzel gördü mü durmazdı ki, evliyken de öyleydi zati.
Bak bak kenef suratlı karıya fırsatını buldu ya hemen söyledi yine lafını. Ben de harbi
yakışıklı adamdım. Şimdiki gibi yüzünün feri sönmüş, kemikleri ele gelen sıska bir tip değildim tabi,
mahalledeki kızlar hatta anneleri bile bana hastaydı.
-Neyse işte allem etti kalem etti kandırdı beni. Askerdekinden ayrılmam gerek ama nasıl
söyleyeceğimi bilemedim. Önce mektup yollamayı bıraktım. Her pazar ankesörlü telefondan ev
telefonunu arardı, orda da mesafeli konuşmaya başladım. Anladı tabi bir şeylerin ters gittiğini. Açık
açık sordu. Ben de o sorunca söyleyiverdim ayrılmak istediğimi, beni ikna etmeye çalışırken de
kapadım telefonu yüzüne.
-Ne diyorsun kız, asker ocağında bir de sevda hasretiyle mi bıraktın adamı?
Allah’ım neler duyuyorum, ayağa kalkabilsem ağzını yüzünü dağıtırdım Nezahat, senin
benden önce nasıl sevgilin olabilir?
-Sorma Hanife, nasıl ettim bunu; cahillik mi, toyluk mu, aptallık mı, adını sen koy artık.
-Hayır, yani bir de Şükrü gibi biri için….
Benim için tabi, mahallede ben gibi delikanlı mı vardı? Senin sümsük kocana benzemiyorum
diye tüm bu lafların.
-Zahirdeki güzelliğe aldandım Hanife, sorma.
-Ee sonrasında ne oldu peki?
-Ev telefonu her pazar aynı saatlerde çaldı açmadım, bir defa mektup geldi okumadan yırtıp
attım. Tabi bu arada Şükrü ile de görüşüyordum. Bir ay kadar sonra bir gün bir yaygara koptu bizim
mahallenin meydanında. Bir kadın saçını başını yoluyor, bağırıp çağırıyor, sesi duyan koşuyor dışarı.
Biz de rahmetli anamla koşuşturduk hemen. Uzaktan tanıdım daha kadını, anında içime bir ateş düştü.
Tahmin ettim olanı biteni. Etraftan da yarım yamalak sözler çalınıyor kulağıma.
“Ahmet mi?”
“Vay anam vay.”
“Bir evin de bir oğluydu yazık.”
-Kız bu Ahmet, mahalle ilkokuluna adı verilen Şehit Asteğmen Ahmet Kozluca olmasın?
-Keşke olmasaydı be Hanife ama ta kendisi.
-Şahadet mertebesine erişmiş en nihayetinde sen ne diye kendini suçluyorsun peki?
-Ahmet nöbet tutarken dondu Hanife, öncesinde de tutuyordu nöbet ama benim ayrılığımın
üzerine yaşandı bu. Yani onu o soğukta orda tutan sonunda bana kavuşacağına olan inancıydı be
Hanife, benim terk edişimin üzerinden bir ay kadar ancak geçmişti nöbet sırasında soğuktan donarak
öldüğünde: Ben onun umudunu,geleceğini, hayatını çaldım be Hanife, bu acı diner mi?
-Oy benim dertli arkadaşım, ben ne diyeyim, Allah sana dirayet versin.
Duyduklarıma inanamıyorum be Nezahat, yıllardır bana katlanmanın sebebi başka bir adam
mıydı yani? Her şeye rağmen beni sevdiğinden değilmiş katlanışın, yıllarca kendimi kandırmışım ben.
Keşke o kazada geberip gitseydim, kedi yavrusu gibi böyle muhtaç kalacağıma, bunları duyup put gibi
yatmaya devam edeceğime… Ne o, gözlerim mi doluyor benim? Bay Kirpiğim ben, gözlerimi
kırpmayacağım, senin için bir damla yaş bile dökmeyeceğim Nezahat, peki ya kendim için???
-İşte böyle Hanife’m, herkes hak ettiğini yaşar bu canına yandığımın dünyasında, ben de
yaşıyorum işte. Şükrü benim en büyük günahımın bedeli, çekeceğim mecbur ölüm bizi ayırana dek…