BERBERAKİS – LEVENT OKUR
Sohbet etmek istiyordu tüm berberler… Yarın hiç olmayacak, güneş bir daha
doğmayacak gibi sohbet etmek. Daha sen kenarda herşeyden habersiz sıranı
beklerken, bir iki küçük yem atıp yoklamaya başlıyor, ve asla vazgeçmiyorlardı. Sen
yeme rağbet etmesen de, dergilere, gazetelere gömülsen de vazgeçmiyorlardı…
Duruşları netti. O sohbet edilecekti. Hatta ihtimal ki böylesi zorlu hedefler iştahlarını
daha da artırıyordu.
Hemen saldırmıyorlardı orası doğru, hemen emmiyorlardı kanını. Ceylanın
peşindeki bir kaplan, dipte kuma yatmış bir vatoz gibi sabırla bekleyip, ilmek ilmek
örüyorlardı ağlarını; ürkütmeden… Öte yandan sıran gelip de o aynanın karşısına
oturdun mu, hele bir de çayını söylediler mi, artık geri dönüş yoktu. Savunmasız bir
hedef, bir çöpsüz üzümdün artık. Siyasetti, futboldu, benzin fiyatlarıydı fark etmez,
dayıyorlardı geyiği alnının çatına; allah yarattı demeden. Sana bir şey ifade etmiyordu
belki söyledikleri, söyleyecek hiçbir şeyin yoktu belki o gün. Vız gelirdi onlara. Makas
onların elindeydi ve konuşmak istiyorlardı, laf aralarında “haa-hmm” gibi bir sesler
çıkarmak durumundaydın en azından. O da onlara yetiyordu. Söyleyecekleri vardı ve
gözlerin kanayana kadar anlatacaklardı…
Ayaklarım hep geri geri giderdi konu berber olunca. Saçın papaza kesmesi
üzerinden üç beş hafta geçmeden de mümkün değil hamle etmezdim. Gerçi ya, çok
da sürmedi berberlerle münasebetim. Evren sesimi duydu, bu işin tek çaresi bu
muydu bilmiyorum ama öyle uygun görülmüş, berbere konu saçlarım erkenden terk
ettiler gemiyi. Yine de rahatlıkla berberlerden bahsedebilir, konu üzerine ileri geri
konuşabilirim. Sağlığımda çok gittim berbere…
Sektördeki son yıllarımda, okuldan üç dört kişi ile birlikte Bakırköy’de bir
berbere devam ediyorduk. İstanbul Caddesi üzerinde, bir pasajın alt katındaydı
dükkan. İki ortak çalışıyorlardı. Biri bizim Yusuf, diğeri Orhan Abi.
Yusuf şen şakrak, bizden bir on yaş kadar büyük, evli barklı, ekmeğinde bir
adamdı. Hiç konuşmadan yanında rahat edebildiğin tiplerden. Öyle ki, bende
doğuştan mevcut berbere dair gerilim, kariyerimin sonlarına doğru bir nebze
azalmışsa, sebebi Yusuf’dur şüphesiz. Orhan Abi’ye gelecek olursak, onun yaşı epey vardı.
Yani epey derken, biz o vakit yirmi beş civarı olsak onun bir ellisi vardı
herhalde. Gel gör ki konu o değil, Orhan Abi dediğim adam Orhan Gencebay’ın
aynısı!
Şimdi, Orhan Gencebay deyince, öyle sokakta kolay rastlanır bir adam değil
bu Orhan Gencebay. Saçlar bir şekil, bıyıklar bir şekil, giyim kuşam desen, yakalar
ayrı paçalar ayrı… Her şeyiyle nev-i şahsına münhasır bir adam. Markette yahut
lokantada “Orhan Gencebay mı yav şu?” dediğin birine denk geldin mi hiç?
Gelmedin. “Bizim ofiste Ali var, aynı Orhan Gencebay” diyebilir misin? Diyemezsin.
Fakat Orhan Abi, Orhan Gencebay’ın aynısı! Saç, sakal, kostüm, komple…
Dahası var. Yusuf’un anlatmasından biliyoruz ki Orhan Abi gençliğinde sinema
aşkıyla yanıp tutuşurmuş. Işıkçı diye girdiği setlere gide gele, zaman içinde küçük
roller kapmaya, sektörde sivrilmeye başlamış. Geleceği de parlak görünüyormuş
üstelik. Ta ki o kara gün, pek kıymetli bir rolü, son iki aday olarak kaldıkları Orhan
Gencebay’a kaptırana kadar. O zaman Orhan Gencebay Orhan Gencebay değil tabii
daha; o da o filmden sonra olmaya başlamış. Bizim Orhan Abi’nin işleri ise o günden
sonra hep yokuş aşağı gitmiş. Parasız pulsuz, setlerde epey bir süründükten sonra
nihayet bir gün, hayat şartlarına pes edip, sinema hayalini bir kenara koymuş, baba
mesleği berberliğe dönmüş. Orhan Gencebay Orhan Gencebay oldukça, Orhan Abi
Orhan Abi olmuş, yıllar içinde…
Hikâye bu, hikâye ağır. Ve inan, hikâyenin ağırlığı dükkânın her yerinde.
Çünkü sehpa camlarının altında olsun, aynanın köşesinde, duvarda, takvimin
yanında olsun, her yerde Orhan Abi’nin o zamanlardan kalma siyah beyaz fotoğrafları
var. Jön mü jön adammış yalan yok, Orhan Gencebay işte yahu! Fakat Orhan
Gencebay’ı seçmişler, Orhan Abi’yi değil.
İşte hala o seçimin yası tutuluyor dükkânda. Sözü edilmemiş ama söz birliği
edilmiş bir yas. Orhan Abi’yi bir gör, yirmi beş yıl geçmiş hâlâ ağzını bıçak açmıyor
adamın. Kostümü, saçı sakalı hâlâ aynı, hâlâ çakı gibi, hâlâ kendine özenli; fakat
ölümüne bedbaht bir adam. En koyu futbol muhabbeti dönerken bile Orhan Abi
dükkâna girmeye görsün, herkes susup önüne dönüyor, dün eşini toprağa vermişiz
gibi. Öyle bir adam Orhan Abi, öyle değişik bir durum var dükkânda. Arada bu
durumdan serzendiği de oluyor Yusuf’un. “Çıkamadı gitti şu kafadan” diyor. “Hayır
birşey değil müşteriyi de ürkütüyor abi adam. İki tane fi tarihinden kalma müşteri var,
bir tek onlar oturuyor onun koltuğa, geri kalan herkes bende; bütün hamallığı biz
yapıyoruz valla” diyor. O öyle dedikçe biz sürekli Orhan Abi’den yana tavır koyuyoruz.
“Olur mu yahu öyle şey” diyoruz “ne ürkütecek müşteriyi, çakı gibi adam!”
Bir gün sabahın köründe gittim dükkâna. Ne işim vardı o saatte
hatırlamıyorum; öğrenci adamız, ayı gibi uyuyor olmamız lazım. Dükkâna girdim ki
Orhan Abi tek başına oturuyor, başka kimse yok. Yakmış sigarasını, çökmüş müşteri
koltuğuna, derin derin düşünüyor.
“Günaydın Orhan Abi” dedim, “Yusuf yok mu?”
Uzun süre tepki vermedi. Duymadı sandım. Aynadan da direk yüzüme bakıyor
gibi ama… Bir daha mı sorayım, düşünceleriyle baş başa mı bırakayım bilemezken
birden canlanıp, “Bugün gelmeyecek, gel ben hallederim” deyiverdi. Sesini, diyafona
basıp “iki çay” dediği vakitlerden biliyorum adamın, onun dışında konuştuğunu hiç
duymamışım. “Yok abi rahatsız etmeyeyim, ben yarın gelirim” deyip çıkmaya
yeltendim ki “gel yahu gel otur, çay içer misin?” diye kesin direktif verdi bu sefer. E
öyle deyince, daha da bir şey diyemedim artık, geçtim koltuğa.
Koltuğa oturdum ama garip bir elektrik var dükkânda. Dükkân kalabalıkken
Orhan Abi gelince çöken elemin, kederin beş on misli. Başka kimse yok ya dükkânda,
kimselere çarpıp dağılmadan direk geliyor herhalde enerji, boğucu bir kasvet…
Diyafonun düğmesine basıp “iki çay” dedi, başladı makasları hazırlamaya;
usulca. Önce, sivri uçlu olanı alıp lavabonun sağına koydu. Ardından, daha kaba iş
görür olduğu hemen anlaşılan büyücek makası, aynanın önündeki raftan aldığı bezle
iyice temizleyip soluna bıraktı. Sonra tekrar aldı raftan. Birden durakladı. Sanki o iş
görmeyecek de asıl gereken makas kayıpmış gibi, düşünceli düşünceli bekledi bir
süre. Hemen peşine, tekrar küçük makasa hamle eder gibi oldu, vazgeçti. İşini nasıl
yapacağı konusunda bir tereddüt yaşıyor gibi değil, haşa! Aksine, olmazsa olmaz bir
töreni icra eder gibi, adım adım… Fakat bir o kadar gergin… Nihayet, makaslarla
sadece onun bilebileceği yeterlikte oynadıktan sonra, her katını ayrı ayrı ölçüp
biçerek açtığı temiz bir örtüyü geçirdi boynumdan. Avucuna aldığı bir lokma suyu da
saçlarıma vurup, ve ancak herşeyin hazır olduğuna emin olduğu vakit, küçük tarak
darbeleriyle başladı seans. “Nasıl bir şey istiyorsun?” demedi, “Bu kış da amma
soğuk yaptı” demedi. Ensemin orada bir yerde, karanlığa gömüldü gitti adam. Dut
yutmuş gibi, canı, soluğu yok gibi; hiç olmamış gibi… Öyle kesif bir sessizlik ki, yer
çekimsiz ortamda uçuşuyoruz sanırsın… Ve nasıl bir huzursuzluk… İzahı yok.
Zaman durduğu için net bir şey söyleyemem, ola ki bir onbeş dakika falan
sonradır, kapı açıldı; çaylar geldi. Huzursuzluktan, gerilimden başım dönüyor artık,
perişanım. Can havliyle ama sessiz, çaycının gözüne diktim gözümü. Katile
hissettirmeden başının dertte olduğunu anlatmaya çalışan kurban gibi. Tek
umudumdu o çaycı. Derdimi anladı, biliyorum. Yalvaran gözlerimi gördü çayları
tezgâha bırakırken, biliyorum. Fakat kurtarıcım olacak gücü bulamadı kendinde.
“Kusura bakma” dedi gözleriyle, “sana yardım edemem!” Ve öylece gitti… Göz
pınarlarımda belli belirsiz yaşlar, aynadan izledim uzaklaşmasını…
Zaman geçmek bilmiyor. Bir on dakika daha, bir on beş dakika daha,
bilmiyorum artık kaç vakit oldu, put gibi oturuyorum. Değil o tezgâhtaki çaya
uzanmak, nefesim bile duyulmuyor, nabzım yerlerde. Nasıl bir saç kesmek ise, nasıl
bir ritüel ise, bir türlü sonu gelmiyor. Uzun uzun düşünerek, tefekkürle, kimi vakit
kâküllerin uçlarından alıyor, kimi vakit aynadan diğer tarafı kontrol ederek favorileri
düzeltiyor. Ama hala çıt yok! Bir sonu var mı bunun acaba, beni geldiğim dünyaya
geri salacak mı bu adam, bilemiyorum… ”Abi sınava yetişcem” falan gibi bir şey
uydursam diyorum içimden, söz isteyecek cesaretim yok…
Sonra birden, bir yandan enseleri düzeltmeye devam ederken, hafifçe eğiliyor
kulağıma doğru. Bir şey mi söyleyecek allahım, ne olur söylesin! Bu siyasetçilerin
topu beş para etmez mi diyecek, desin! Galatasaray’dan bu sene bir cacık olmaz mı
diyecek, desin! Dünyaya dair bir şey söylesin de ne derse desin! Soluğumu tutmuş
bekliyorum…
Hafifçe eğiliyor ve…
“Asıl Orhan Gencebay benim” diyor.
Gerçekten söyledi mi söylemedi mi, asla bilemeyeceğim kadar sessizce…
Bir soğuk ter boşanıyor ensemden…