Hikaye

GELİNLİK – ZEYNEP PINARBAŞI

Elif, kucağında gelinlikçinin beyaz kedisi, etrafına bakıyor. Sarkıttığı sol elindeki telefonun ahizesinden annesinin sesi derinden gelirken, hafif hafif seğiren sağ gözü, sol gözünden bağımsız atıyor, dudakları bir ileri bir geri giderken dişlerinin arasında incecik aşınıyor. Ellerindeki belli belirsiz titremeleri dindirmek için kedinin yumuşacık bedeninde kırmızı ojeli tırnaklarını tüylere taka taka zarifçe sever pozlarında… Hâlbuki upuzun tırnakları bembeyaz tüylerin üzerinden sızan bir kan görüntüsünde, bakanlara Elif’in içinden geçenleri haykırıyor.

Elif; annesi, düğünden aylarca önce nikâhlandığı kocası ve sevimsiz kayınvalidesi gelinlikçinin kapısını çalıyor. Kayınvalidenin gözleri ejderha ağzı gibi kıpkırmızı bir alev… Annesi, zengin aileye kız vermiş, mahcup, suçlu suçlu bakıyor. Adam ise gerdeğe girmeden boşamaya niyetli ama içinde kaynayan kazanı durduramıyor. Bunca kadın, kız geçmiş koynundan nikahına aldığı bir kadına nasıl el sürmeden kenara koyacak? Bunun hesabında günlerdir. Asıl hesap babasına ölmeden önce verdiği söz, adamın vasiyeti… Milyonların, milyarların üstünde Elif oturuyor. Tam bir geçmiş zaman dramı, keşmekeş!

Babaya bağlı anne, oğluna zırnık koklatmıyor, koklatamıyor. Annenin asıl korkusu tüm malı üstünde taşıyan yaşlı babaanne. Neden kocası birikim yapmadı ki? Yaşlı kadının ellerinin ucundalar… O bembeyaz çarşafların üzerinde Elif’i yatırmadan bu iş olmayacak.

Elif; narin, nazenin, kıskanç, kararsız, zor beğenen, kibirli… Kocası olacak adama bakışında hafif meltem rüzgârları var. Ellerini tutarken Selim’in, küçük kıpırtılar parmak uçlarından yürüyor, bir çakış çaktırıyor ki kalbine sormayın gitsin. Âşık olmuş kocasına!.. Olanı biteni gözü görmüyor desem yalan Elif’te aşkın gözü kör değil. Kayınvalide daha ilk günden kaynana olmuş. Kadının bakışından, dilinden, elinden Elif’in eline, diline iğneler batıyor. Elif, inatçı. Kök söktürüyor.

Aylardır gelinlikçi, güpürcü, satenci gezen Elif’in, hayallerinin beyaz elbisesi yok, olmuyor, yapamıyorlar. İstiyor ki; gitsinler yabancı ülkelere, en çok lafı geçen modacının sade kadife koltuklarına otursunlar. Nesrin haspası “Kadife yeşil kumaşlarla kaplı dümdüz koltuklar var, nerede bizim Nişantaşı’nın oymalı koltuklu moda evleri?” diyerek burun bükerken, için için yanıyordu. Haspaya almamışlar gelinlik. Gösterip çekmişler önünden. Fatih gelinlikçilerine kalmış. Yelloz o zamandan biliyor kadife koltukları. Elif; elinde sigarası, önünde ecnebi kahvesi, Nişantaşı’nda ünlü modacıya diktirdiği siyah güpürden, yakası dantelli kalem etekli elbisesi üstündeyken bacak bacak üstüne atsın, incecik salsın dumanını, upuzun tırnaklarında sürülü kırmızı ojelerini göstere göstere uzatsın, işaret parmağını hafifçe yukarı kaldırsın iteklesin görünmez bir şekilde. “Ne kadar banal bir model, yok mu kuzum daha modernleri?”, “Oui madame”, “Madam değil…”

Elif beğenemiyor, ona layık değil. Kumaşlar ithal olabilir ama modacı yerel… Hayallerinin bile burnu büyük.

Dememiş miydi Nesrin, “Selim, babası ile konuşacak, benimle evlenecek, Fransa’da Berta’dan alacak gelinliğimi.” Kaç gece sabahladı Selim’in koynunda, umudu kesince, dul toptancıya göz süzdü, kaç yataktan geçti Nesrin! Alır mıydı Selim’in babası onu gelin olarak? Elif, gelin olacak Yağcılar konağına. Neden onu Berta’ya götürmüyorlar?

Elif, Nişantaşı’nın altını üstüne getiriyor, yok yok yok! Çakmak gözlü kayınvalide savuruyor Elif’i Bağdat caddesinin dükkânlarına; girip çıkıyorlar, girip çıkıyorlar, girip çıkıyorlar. Elif’in her mağazadan sonra gözündeki seğirme artıyor. Tık atıyor, tık tık atıyor. Zarif boynundaki pırlanta taşlı incecik kolye şahdamarından yuvarlanırken göz kırpıyor. Boğaz çukurundaki taş her yutkunmada inip inip kalkıyor. Elif’in göğüsleri iki beden büyüyor, her adımda içinin şişkinliği karnından memelerine çıkıyor. Kayınvalidenin her mağaza sonrası yüzündeki kızarıklık bir ton koyulaşıyor. Caddenin sonundaki mağazada kayınvalide nabzını sayıyor, suyu içip içip nefes alıyor, dünyanın havası yetmemiş de suyun içindekini soluyor. Bir kenara çökmüş, bir eliyle ayakkabısından çıkardığı zarif ayaklarını ovalıyor, diğer eliyle çaktırmadan dilaltı hapını yerleştiriyor, yorgunluktan şişip, dışarı taşan pütürlü etin altına. Yenemeyecek kadın. “Küçük bir bavul hazırla yarın ilk uçakla Fransa’ya uçacağız.” İncecik topuklu ayakkabılarının içine genişlemiş ayaklarını yerleştirip, yürümekten bir lastiği aşınmış topuğun çıkardığı çık çık seslerinin içinde kayboluyor. Sarı bir gölgenin içinde buhar oluyor.

Zafer bayrağını eline alan Elif, kıkır kıkır gülüyor, “Berta’nın kadife koltukları beklesin.” Gözlerini arıyor aynada düşen saç tellerinin ardında. Fırçalıyor kafasındaki sert telleri, küçük küçük örgüler yapıyor gözlerinin önüne düşenlerden. Gözlerine, nenesinin haçtan getirdiği sürmeyi çekiyor. “Akıyor be nalet boya, siyah siyah süzülüyor gözlerimden azıcık rüzgâr girse, Christian Dior’a da gitmeli, bir kalem, bir rimel almalı,”

Elif; sabahın aydınlandığı anda gözlerini Şanzelize Caddesi’nde açıyor. Işıl ışıl güneşi kıskandıracak kadar parlak ışıklar gözlerini alıyorken, iştahla kruvasanlarını yiyor. Hayatı boyunca yediği en lezzetli hamuru diliyle dudaklarından yalanıyor. Aslında hiç beğenmiyor, “Çiçek pastanesinin poğaçası olsaydı keşke, bu ne elim kolum yağ içinde kaldı.”  Gözlerinin içine nefretle bakan kayınvalidesi hırsla kalkıyor yalanan kızı görmemek için, “Boğazında kalsa, Selim’im de bende kurtulurdum bunun elinden.”

Şanzelize alt üst oluyor, mağazalarda topuklar aşınıyor, ayaklar şişiyor. Elif’in içinde bir kıpırtı yok. Bu işi sonlandırmak için onlarla giden Selim, sallıyor, sarsıyor neredeyse tokatlayacak Elif’i. Anne, oğul artlarında bıraktıkları Elif’ten hızla uzaklaşıyorlar, kalsın bir başına burada, çürüyüp gitsin istiyorlar. Kedi gibi sinmiş ama için için hırslanan Elif peşlerinden otele giriyor. Gece Selim’in kapısını tıklatıyor “İspanya’ya gidelim. Orada var benim istediğim modeller,” ardına bile bakmadan odasına dönüyor. Selim, Elif’ten rol çalıyor şimdi onun gözlerinde seğirme başlıyor.

Selim, çaresiz, sarılıyor telefonuna, sığındığı limana demir atmak çabasında, “Özledim” yazıyor. İstanbul’da Haliç’te, bir eski evde, telefon ötüyor. Dıt dıt, dıt dıt “Selim, sevdiğim: Özledim.” Merve’nin mavi gözlerinin rengi daha da parlaklaşıyor. Az kaldı sevdiği adama kavuşacak. Bunca zamandır katlanıyor tüm bu olanlara, az daha sabretmesi gerekli.

Selim için Elif, paranın kasasını açan bir anahtar. Babasının tüm varlığı, Selim’in babaannesinin elinde, ailecek ömürlerini ona bağlı yaşıyorlar. Babası, yarınını düşünmeyen bir adam, tıpkı Selim. Evlat, armut dibine düşer misali babasının çizgisinden hiç çıkmıyor. Har vurup harman savuruyor. Kaç kadınla birlikte olursa olsun Selim’in vazgeçilmezi Merve.

Merve; kenarın dilberi, para avcısı, gözleri bir cadı büyüsü… Selim’in annesi böyle görüyor. Merve; çöplükte açan bir çiçek, karda çıkan kardelen, Haliç’in bok kokusunda bir yasemin… Merve’nin gözleri günün aydınlık tarafı, denizin mavisi; kalbi bir kelebek pırpır, rengârenk… Selim böyle görüyor. Gördüğünü yaşıyor Selim, düşmüş aşk çukuruna. Her gördüğü kadında uçkurunun da bağı çözülüyor. Elif’le derdi sadece para değil, kirleteceği beyaz çarşaflarda var beklediklerinin arasında. Arısından bal almalı Selim.

Annesi o bembeyaz çarşafa sürülecek, kırmızı lekeyi bekliyor. Namus açacak kasanın kilidini. Çarşaf orta yerinden yusyuvarlak kesilecek. Babaanneye gösterilecek, ardından bir kadife kesenin içinde, sandık dibinde saklanacak. Sadece Elif verecek, soyunun gelecek evlatlarını. Anne, utanç kaynağı, tek evlat verebilmiş, eksik bedenindeki hırsı Elif’te tamamlıyor.

Kayınvalide, daha girdikleri ilk gelinlikçi de modelistin kulağına eğiliyor “Anlamaz bu, ne versen giyer.” Elif, o gün beğenmemeye başlıyor. İlk adım Bakırköy modacıları dükkân dükkân aşınan yollar. Her girilen mağazada ayrı bir hakaret, beğenilmeyen bir gelinlik var. Elif’in ağına kararsızlık o gün takılıyor.

Bir sonraki aşama moda dergileri, sayfa sayfa dönüyor, elden ele geziyor. Kayınvalide evin hizmetçisine bakıyor. “Ömründe dergi mi görmüş bu kız, kutsal kitap çevirir gibi bakıyor, gözlerine bak nasıl parlıyor, buradan beğenir.” O gün Elif’in ağına zor beğenmek takılıyor.   Bir model beğenmiş Elif, kumaşçılar geziliyor, bu seferde kumaşlar aradıkları değil.

Kumaşçılar; Fatih ’ten, Zeytinburnu ’na oradan Osmanbey ’e, Nişantaşı’na aşına aşına yollar eziliyor topukların altında. Elif, burun kıvırıyor, kumaşları el ardıyla itiyor. O gün Elif’in ağına kibir takılıyor.

Aslında hepten ayak altı değil Elif’in yaşamı ama kayınvalide beğenmiyor. Tahıl tüccarı bir babanın kızı, tek evlat, annesinin mesleği kocaya eş, evlada anne…  Elif, Notre Dame de Sion mezunu, ardından edebiyat fakültesine gidiyor. Mesleği var Elif’in, en kutsal meslek.  Müdür olabilirdi, belki çevirmen, belki tiyatrocu, belki bir oyun yazarı ya da en çok satan kitapların şairi fakat babasının isteği Öğretmenlik, kutsal ve namuslu… Kayınvalide, Nişantaşı’nın en meşhur gelinlikçisinde, kadının elinde upuzun bir ağızlık, ağızlığın ucunda sigarası, dudağındaki kırmızı ruj kemik ağızlığa iz yapmış. “Öğretmen parçası layık değil oğluma ama babası istedi ne yapalım.” Elif’in gözünün içinde gözleri, nazenin oluyor gelin, gizlice döküyor gözyaşlarını. Sonuç; orada da gelinlik beğenmiyor.

Şanzelize, Milano, İsrail duydukları her gelinlikçiyi geziyor Elif. Beğenmiyor, İstemiyor… Son kapı İngiltere orada patlıyor kayınvalide “Ya bu iş olacak ya bu iş olacak.”

Apar topar dönülen yolculuğun ertesi günü ilk durak Fatih’te alelade bir gelinlikçi dükkânı oluyor.  Elif bakıyor bakıyor, içine sinmiyor. Kayınvalide haykırıyor “İşte bu dahası yok Elif Hanım, bu iş bugün son!” Burnundan çıkan acı soluğu kadının çalan telefonu dindiriyor. Arayan Selim, oğlunun adını görünce içi ferahlıyor, ahizeye sevgiyle cevap veriyor. “Babaannem, Merve’yi öğrendi, Onu şirketten kovdu. Merve’yle ayrıldık; Elif’e açtığım davayı duymuş, çık gel anne, biz de kovulduk.”

Kadın, sus pus! Elif’i ardında bırakıp sendeleye sendeleye çıkıyor. Gözden kaybolup gidiyor.

Elif, Fatih’te bir gelinlikçide tozlu kadife bir koltuğun üstüne çöküyor. Kayınvalidesinin savurduğu ipek pardösünün eteklerine diktiği gözlerini çalan telefona çeviriyor. “Annem” açıyor telefonu, kadın, yaşlı ve ürkek sesiyle titreyerek hatta kekeleyerek konuşuyor “Mahkemeden kâğıt geldi kızım, Selim boşanma davası açmış.”

Zeynep Pınarbaşı

Her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler... Yıllar kelimeleri kovaladı, ben de peşinden gittim. Şimdi sırada öyküler var. Yazdım, yazıyorum.

Bir cevap yazın