“YAŞAMAK” İSTİYORUZ! – DUYGU FIRTINA
2015 yılında Bil Okullarında Türkçe öğretmeni olarak çalışıyordum. Bizim Kağıthane şubesi dahil tüm Bil Okulları İstanbul Aydın Üniversitesine bağlı idi. Bir gün zümre başkanlarının İAÜ’de dört günlük bir eğitime katılacağı haberini aldık. Bu sürpriz seminer içimdeki Oblomov’u kederlendirse de el mecbur gittik. İlk gün fena değildi, üniversiteyi falan gezdik. İkinci gün ise, pedagojik yaklaşımlar konusunda ufkumuzu açacak olan inanılmaz pozitif bir kadın “sahnede”ydi: AYLİN SÖZER.
Ne kadar süre orada kaldığını hatırlamıyorum; çünkü zaman, o bıcır bıcır anlatmaya başladıktan sonra bir ırmak gibi akmaya başladı ve nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Bir eğitimci olarak; alanında uzman, müthiş donanımlı, fena halde sempatik, nüktedan, mesleğine aşık, hasılı “bambaşka” bir meslektaşımın bilgi ve deneyimlerinden faydalanmak paha biçilmezdi.
“Yarın söylediğim malzemeleri getirmeyenlerin göbüşlerini gıdıklayacağım.” diye takıldığı ana sınıfı öğrencilerinin; ertesi gün söyleneni getirdikleri halde bilerek “Unuttum!” deyip aynı anda göbüşlerini öne doğrulttuğunu anlattığı hikayeyi arada hatırlayıp gülümserim. O çocuklar bile bile gıdıklanmak, yani dokunulmak, yani İLGi istemiş meğer.
Bunu anladığımdan beri daha ilk dersten tüm öğrencilerimin isimlerini, doğum günlerini, memleketlerini vs. ezberlemeye, onları diğerlerinden farklı kılan özelliklerini keşfetmeye çalışıyor; üşenmeden tek tek her biriyle “sadece ikimize ait” muhabbetler kurmaya, yalnızca “bize özel” detaylar yaratmaya çabalıyorum.
Soyadı “Serin” olan öğrencime bugün yine çok “cool”sun diye, Giresunlu bir başka öğrencime “buyur, içeriye giresun” diye takılıyorum misal:) TÜYAP’a sadece Ceren’le gidiyor, sadece Elif’le papatya çayı içiyor, sadece Ömer’in öğretmen masamda oturup test çözmesine izin veriyor, sadece Emirhan’a durduk yere ve hiç beklemediği anda “Çılgın seni!” diye bağırıyorum:) Her birine, özel BİREYler olduklarını, “biricik” olduklarını söylemeye çalışıyorum aslında. Aylin Hoca’mızdan öğrendiğim gibi…
Bir de olumsuz eklerin hiçbir işlevinin olmadığını; örneğin bir çocuğa “Konuşma!” dediğinde sadece “konuş”u algıladığını ve o zavallı “-ma”nın uçup gittiğini (onun yerine “Sessiz olalım.” vs.) öğrenmiştim kendisinden. Peki, ya kırgınlığımı tarif bile edemediğim bu ülkedeki olumsuzluklar??? Onları n’edelim, hangi gökyüzüne uçuralım be Aylin Hocam?
Türkiye’de Aylin Sözer gibi kıymetli kadınlar ölüyor, öldürülüyor! Bu süreğen şiddeti normalleştiren, hiçbir önlem almaya tenezzül dahi etmeyen zihniyet ise “yaşadığını zannediyor” ama yaşatmıyor! Eli öpülesi doktorlar dayak yiyor, aydın gazeteciler hapislerde çürüyor, çocuğuna eşofman bile alamayan baba intihar ediyor! Olumsuzluk eki de neymiş, bu ülke “kök”ten olumsuz!
Şahsen mutlu değilim, umutlu hiç değilim bu ülkede; önümde koskoca, kasvetli bir karanlık… Asla güvende hissetmiyorum; gece köpeğimi gezdirirken arkama bakmadan yürüyemiyorum, haliyle “önümü” göremiyorum bu koca tımarhanede.
Seni yaşatamadık gül yüzlü, güleç yüzlü Aylin Hocam. Affetme bu ülkeyi…