BEN KİMİM – Aslı Kaprol
Fark yaratmaktı amacı. Kendi eğitim hayatında, şevkle öğrenip, yaşam düsturu haline getirdiklerine baktığında, hep sıra dışı yönler olduğunu fark etmişti. Öğretmenlerinden bazılarını neden daha çok sevdiğini düşündükçe, döngüsel bir hareketle, kendini hep aynı noktada buluyordu. Onu, anlattıkları konunun içine, bir tavşan deliğine atlatacak kadar cezbedici yönleri ön plana çıkararak çekmeyi başarmışlardı. İşin büyülü denilecek yanı, şimdi hatıra sayılan bu yaşantıların sadece ders olarak değil, hayatla kurulan bağa en sağlam düğümleri atmış olmalarıydı. Bir insanın en değerli kazanımı, ömür boyu süren bir ders olan karakter oluşumuydu ve bu dersten pekâlâ kalınabiliyordu. İşin acı yanı, bu dersten kalanların bunu önemsemeyecek kadar hayatın anlamını arayışta devamsızlık yapmış olmalarıydı. Bu cehaletten de öte; ne telafisi olan bir hata ne de tedavisi olan bir hastalıktı.
Nasıl Yapmalı…
Kemal’in başarılı bir öğrencilik hayatı olmuştu. Okul müfredatı kadar, kendi merak ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturduğu eğitim planları sayesinde de, kendisini dört başı mamur denilecek kadar donanımlı biri haline getirmişti. Rasyonel düşünce yapısının doğrultusunda, gerçekliğin yaşanılan fenomenler dünyasında olduğu kabulüyle, insanın hayalleri ve hedeflerinde makul olması gerekliliğine inanıyor; varoluşçu felsefenin doktrinlerini içselleştirerek, kişinin kendisini yaratması gerektiğini savunuyordu. Rus yazarların insan haklarını ön plana alan toplumcu görüşlerinin etkisiyle, ilk okuduğu andan itibaren başucu kitabı haline getirdiği; ‘’Güzel olan hayattır,’’ fikrini aşılayan Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’ adlı eserini, kriz anlarının can simidi haline getirmişti. Zor bir problemle ya da içinden çıkılmaz bir olayla her karşı karşıya kalışında kendine bu soruyu yöneltiyordu: Nasıl yapmalı? İşte öğretmenlik serüveninde de, bildiklerini en iyi nasıl aktarabileceğine dair gece gündüz süren kuşkulu soruşturmalarının kilit sorusu bu olmuştu? Nasıl yapmalıydı?
Empati kurmasındaki mahareti; gençliğinin üzerinden henüz geçmişi hatırlayamayacak kadar uzun yıllar geçmemiş olması değil, kalıplaşmış yöntemler ve düşüncelerin, kemikleşmiş, ezberci öğretim düzeninde sadece vasatı hedefliyor olmasını reddediyor oluşundandı. Zaman akıyordu. Herakleitos’un anlatmaya çalıştığı gibi, aynı, tanıdık, bildik, basmakalıp bilgiler, dile getirildiği zamana göre şekil alıyor, farklı sonuçlara sebep oluyordu. Kendi tecrübelerinden de çok iyi bildiği gibi, doğru bile söyleneceği zamana göre farklı olaylara yol açabiliyorsa, bilginin de zamanı, yeri ve büyük fark yaratan unsuru olan söyleyiş tarzı yani üslubun da önemi büyüktü. Zaman gibi doğruluk da koşulların etkisinde eğilip, bükülebiliyordu. Tarih bunu ispatlayacak hadiselerle doluydu.
Artık zamanı gelen bir şey vardı, o da Kemal’in başka zihinlere dokunması gerektiğiydi. Bir cümleyle bile değişip, dönüşebiliyordu insan. Öyle anlar olurdu ki, yarım kalan bir cümleyi tamamlama özgürlüğüne sahip oluşuyla bile kişi kurtulabilirdi. Nelerden mi kurtulurdu insan? Varlığından haberdar olmadığı için hiçbir zaman düşünmeyi akıl edemeyeceklerinden. Ve işte, bunun farkına vardığı o ilk anla bile, bir ölümden hayata geri geldiğini hissedebilirdi insan. Üstelik ölüm kılıktan kılığa girebilir, türlü hallerde karşılaştığı bu sonlarla insan tek bir hayatta defalarca ölebilirdi. Bunun nasıl gerçekleştiğini anlamak bir yaşam kültürüydü ve nesilden nesile, gelenekler ve davranışlarla aktarılan bu köklü yerleşik inancın etkilerini, kavramlardan anlamlara taşıyıp, insanı daha ileri bir seviyeye ulaştıracak bir şekle sokmak ve iyilik adına, simgesel bir simya ile dönüştürdüğü bu yeni anlayıştan faydalanmayı öğrenmek her şeyin anahtarıydı. Bu hisler bir kere yaşanmaya başladıktan sonra dünyanın en sarhoş edici, baş döndürücü müptelalığının da tadını varılıyordu. Öğrenme zevkinin.
İşte bunu yapacaktı Kemal. Öğrenmenin zevkini tattıracaktı öğrencilerine.
Yöntem…
Şaşırtmak! Öğretmekteki en etkili araçtı. Yaşla birlikte hayret etmenin azaldığı söylense de bu sadece bir söylenceden ibaretti. Hayret, yaşla değil şahısla ilgiliydi. Kemal’in çocukluğunda da algısı derin ve gözlem yeteneği yüksekti. Küçücük yaşlarında hayattan bezmiş ne çok çocuk olduğunu görmüş, bu ihtiyar çocuklar için daha fazla yaşlanmanın nasıl mümkün olacağını düşünüp, onların bu hevessiz, bıkkın hallerinin, uzun yıllar sonunda mutsuzluğun hangi boyuna kadar inip; onları hem kendileri hem de çevreleri için katlanılmaz ruhlara dönüştüreceğini düşünüp ürperirdi. Önsezilerinde yanılmadığının işaretlerini şimdiden görme şansı da yakalamıştı. Orta yetişkinlik denilen, kırkı yaşlarının başında biri olarak, rastladığı bazı çocukluk arkadaşlarının, durumdan duruma, kişiden kişiye göre taktıkları maskeleri karşısında, sirk aynalarına bakan biri gibi hissetmiş; gerçekliklerinden bihaber bu yamuk ruhların sahtelikleri karşısında boğuntu içinde kalmıştı. Zamanın göreceliğini de böyle anlarda anlardı ya hep. Katlanılmaz insanlarla geçirilmek zorunda kalınan, o mecburi, sıkıcı saatlerde…
İşte, bir sınıfa kapatılan gençleri de, bu zoraki tutsaklıktan kurtaracak bir yöntem düşlüyordu. O yavan saatleri, esaretten zevk haline getirecek; Herakleitos’un akan nehrinde yıkanmaya zorlanan bu körpe, her tür etkiye açık zihinlere zamanı unutturup, yeni bir anlayış ve bilgi seline, canı gönülden kapılıp gitmeyi özendirecek bir yol.
Sınıftaki Yabancı…
Öğrenciler ne kadar şanslı olduklarından, yaşayacakları bu eşsiz deneyimden habersiz, felsefe öğretmenlerini, her güne has, olağan sınıf uğultuları eşliğinde bekliyorken, Kemal sınıftan içeri hiçbirinin yüzüne bakmadan girip doğruca masasına gidip oturdu ve gözlerini pencereye dikti. Öğrenciler önce ne olduğunu anlamamanın verdiği şaşkınlıkla suspus olup kalakaldılar. Bir süre sınıfta çıt çıkmadı. Bu sessizliği fısıltılar böldü, ama çok uzun sürmedi. Felsefecilerin genelde çok düşünmekten dolayı kafayı kırdıkları inancının etkisiyle bu yeni öğretmenlerine deli gözüyle bakıp kıkırdadılar. Kemal, bir öğrencinin, kendisi hakkında fısıltıyla söylediği “Gidik kafa” sözünü ve tüm öğrencilerin karınlarında sessizce patlayan kahkahaları eş zamanlı halde duydu. “Keşke herkesin kafası birazcık da olsa bir yerlere gidecek kadar ilerleyebilse; durağan zihinlerden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmedi şu dünya,” diye geçirdi içinden. Çağlar boyunca, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda şekillenip, benimsenmiş; normlar çerçevesinde makul bulunup, ortak kabullerle sağlamlaştırılmış nice deli saçması değil miydi günümüzde normal denilenlerin birçoğu. Teyzesi derdi ya hep “Kuzum boş ver, sana ne! Sen bak tatlı canının işine.”
Bu korunaklı kucağın naif temennisi gerçekten de bir süre insanı başına gelebilecek her tür tehlikeden koruyordu. Ama, öyle bir an geliyordu ki, başkalarının işine burnunu sokmamak, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın ve daha nice kıssadan hisse babında, akla uygun hale getirilmiş bu inançların, nasıl bir tuzak olduğuna dair körleşiliyor; kuzuyken koyuna çevrilip nasıl güdüldüğünün farkına varsan da artık elden bir şey gelmiyordu. Zamanında müdahaleydi işin sırrı. Shakespeare’in ‘Geç gelen teselli idamdan sonraki affa benzer.’ sözü misali, zamanında yapılmayanların telafisi mümkün olmuyordu. Çabalansa da kurtarıldı sanılan o yitirilmiş anlam, bir zombi olarak dönüyordu hayata. Ölen geri gelmiyordu vesselam. Sessiz kalmanın da yalan söylemenin bir çeşidi olduğunu fark ettiğinde henüz ortaokuldaydı Kemal.
Bir arkadaşı hakkında söylenenlerin asılsız olduğunu bilmesine rağmen hiçbir müdahalede bulunmamış; görünüşte yalan söylememiş, ama gerçeğin ortaya çıkması için de gayret göstermeyerek doğru da davranmamıştı. Suya sabuna dokunmamak deyimini iliklerine kadar yaşamış, ama eline bulaşan kiri de hala temizleyememişti. Bu olay her aklına gelişinde onu utandırıyordu. İşte hayattan aldığı esaslı bir ders de buydu. Doğruları söylemek varken susma!
Öğrencilerine felsefe dersi verecekti Kemal. Her ne kadar kuramları ve düşünceleri ile tarih yazmış olsalar da filozoflar da sonuçta insandılar. Antik Çağ’dan itibaren, birçok filozofun kadınlara yönelik olumsuz yargıları onu hep rahatsız etmişti. Ne zaman tüm dünyanın neredeyse ilahlaştırdığı filozofların kitaplarında kadın düşmanlığına dair bir cümleye rastlasa elinde olmadan geriliyor, düşünce dünyasına büyük katkıları olan diğer tüm iddia ve fikirlerini çöpe atası geliyordu. Bu büyük akılların bu çelişkisi akıl alacak gibi değildi. Mutlaka öğrencileri de bunun nedenini sorgulayacak ve öğretmenleri olarak ona soracaklardı. İşte o zaman bir bilim insanı yaklaşımı ile tüm öznel görüşlerinden bağımsız bir yanıtı olmak zorundaydı. Zamandı burada cevap. O zamana göre ele almak gerekliydi olanları. Üstelik Antik Yunan’da bilinen bir gerçek daha vardı. Kadınlar ile oğulları arasında, erkek çocukları ileride kadınlara karşı hınç dolu yetişkin erkekler haline getirecek bir ilişki tarzı vardı. Kadınlardan korkan ve bu sebeple onları yok saymak için ellerinden geleni yapan bir nesil yetişmişti. Aristoteles, Platon gibi felsefenin kurucu isimleri de bu illetten mustaripti. Üstelik kadınlara karşı olumsuz duygular besleyen çağdaş filozofların hayatlarına bakıldığında da anneleriyle olan çatışmalı, zorlu ilişkilerinin izleri gün gibi ortadaydı. Antik Yunan tragedyaları bu çelişkilerden beslenmiş; kendisine altın çocuk muamelesi yapıp, aşırı ilgi ile anne çocuk dengesini bozan ve kadınları hep eksik canlılar olarak değerlendirmesine yol açan annesiyle bu anlamda sorunlu bir ilişkisi olan Freud’un kuramına bile ilham olmuştu. Freud asırlar sonra büyük keşfine Oidipus Kompleksi adını verecekti.
Anlatacak, açıklayacak ne çok şey vardı. Güzel olansa Kemal’in anlatmaya olan hevesiydi. Hisler bulaşıcıdır. İyisi de kötüsü de. Bu yüzden öğrencilerine yapacağı en büyük iyilik yapacağı işi çok seviyor olmasıydı.
Ben Kimim…
“Her şeyi unutun,” dedi birden. Antik çağlardan gelen bir ses kadar kadim bir dinginlik içeriyordu bu nida. İşte o zaman öğrencileri ile göz göze gelmeye başladı. Sırayla her birinin gözlerine dokunuyordu bakışları.
-Tüm bildiklerinizi, doğru kabul ettiklerinizi yıkma vakti. Size öğretilenleri unutun. Öğrenme şeklinizi geride bırakın. Değer yargılarınızı yargılamayı öğreteceğim size. Bunu yapmayı göze alan biriyim. Bu ilk ders kim olduğumu bulmanızı isteyeceğim.
-İyiliğin, merhametin, doğrunun asıllarını göstermekti hep derdim. İnsanın aslını. Aşama aşama daha da ötesine geçmeliydi insan insanlığın. Kendini baştan yaratarak.
-Ben birini öldürdüm. Ölümsüz birini. Ve bunu yaptığımda henüz delirmemiştim.
Şimdi soruyorum size: Ben kimim?
İşte o an tüm sınıf o soruya kilitlendi. Hiç unutamayacakları bir yolculuğun ilk durağıydı bu adım.
Sahi, kimdi bu çılgın?
Hiçbir şey bilmeden, herhangi bir fikrin boyunduruğu altında kalıplaşmış cevapların taarruzuyla sersemlemeden düşündüler.
Tam da Nietzsche’nin buyurduğu gibi…