Hikaye

AYAZ – ERCAN ECE

Bekleme salonlarını oldum olası sevmişimdir. Nerede, neyi beklediğimin pek bir önemi yok. Dişçi muayenehanesi , havaalanı, tren garı benim için fark etmez. Öyle kitap falan da okumam beklerken. Salonun en kalabalık yerine oturup etrafı izlerim. Etrafımdaki insanları izler onları düşünerek vakit geçiririm. Kendi kendime ne çeşit bir hayat yaşadıklarını, mesleklerini tahmin etmeye çalışırım. Düşünmek ve hayal kurmak gibi büyük bir keyfim var ve bunu yaşayabildiğim hiç bir an bana sıkıcı gelmez. Bir doktoru mu beleyeceğim, dalarım zihnimin sarayına, bir o odaya bir bu odaya koştururum. Eski çekmeceleri falan karıştırırım. Yine bir  bekleme salonunda oturmuş düşünüyorum. Tam karşımda yaşlı bir adam, dimdik oturmuş iki eliyle bastonunu tutmuş etrafı izliyor. Emekli asker diye tahmin yürütüyorum. Yanındaki karısı olmalı, burnunun ucundaki gözlüğünden boynunun etrafında dolanmış rengarenk boncuklu bir ip var. Bir kitap okuyor. Hayır aslında okumuyor. Kitapta bir solucan deliği açılmış sanki ruhu kitaptaki dünyaya geçmiş de bedeni orada onu bekliyor. Şu kız mesela, İki üç koltuk yanlarında oturan , elindeki telefondan kulaklarına giden bir kablo var. Bir tür veri aktarımı yapıyor olmalı ama hangisi alıyor hangisi veriyor acaba? Parmakları telefonun ekranında hızla hareket ediyor. Yanında sadece küçük bir çantası var. Öğrenci elbette . Yok O da bu dünyada değil. Yaşlı teyze gibi başka bir evrende geziyor. Burada olan kaç kişi var diye merak etmeye başlıyorum. Bilet gişelerinin ardında uzun kuyruklar var. İşte bir çift, kız başını adamın omzuna koymuş uyuyor. Adamın yanağı kızın başında.

-Boşuna bekleme! Hey, sana diyorum duyuyor musun beni?

Ben etrafı izlerken sessizce yanımdaki koltuğa oturmuş birinden geliyor bu ses.

-Efendim?

-Boşuna bekliyorsun burada. Gelmeyecek.

Dönüp sesin geldiği yöne bakıyorum.  Bana doğru dönmüş, dirseğini koltuğun üst kısmına dayamış beni izliyor. Parmaklarının ucunda bitmek üzere olan bir sigara var. Yüz yüze bakışıyoruz bir süre, meslek tanıma sistemimi devreye sokuyorum hemen. Kesin falcı falan bu kadın. Dudaklarını ve tırnaklarını kırmızıya boyamış kulaklarından sarkan uzun ucuz küpeler. Sarı dişler. Ve o dişlerin arasından yüzüme doğru üflenen sarı duman. Duman ilginç bir şekilde hiç rahatsız etmiyor. Ne kokusu var ne hissi, sadece bir görüntü sanki. Elimi yüzümün önünde sallıyorum ama dumana bir etkisi olmuyor. Kendiliğinden dağılıp gidiyor.

-Kimseyi beklemiyorum ki ben?

-Herkesin beklediği biri vardır, diye cevap veriyor. Hareketsizce bana bakmayı sürdürüyor.

-Ben kimseyi beklemiyorum deyip önüme dönüyorum. Sarayımın kapısının önündeyim tekrar. İçeri girmeye hazırlanıyorum. Tam kapıyı açacakken yine konuşuyor.

-Boşuna bekleme, gelmeyecek!

Sinirle kadının olduğu tarafa dönüyorum. Bir şey söyleyecek oluyorum ama yok gitmiş. Bu kadar hızlı nereye gitmiş olabilir ki? Ne kendisi ne sigarası var. Hem burada nasıl sigara içebiliyor? Niye kimse bir şey demiyor? Duruma şaşırmış bir şekilde ayağa kalkıyorum. Etrafı tarıyorum. Ama yine göremiyorum. Tekrar yerime oturup bir anlam vermeye çalışıyorum. Neydi bu şimdi? Hiçbir anlamı yok. Bir saat kadar oflayıp pufladıktan sonra “Bir kahve iyi gelir,” diye düşünüp kafeteryanın olduğu tarafa doğru ilerliyorum. Gözlerimle radar gibi etrafı tarıyorum. Üzerinde ne vardı ki? Hiç dikkat etmemiştim. sadece yüzüne bakmıştım.  Elbette bir şeyler giyiyordu ama hatırlayamıyorum.

Bir kahve alıp oturuyorum. Kahvemi karıştırırken onu düşünüyorum. Kokusuz dumanı, sarı dişleri. Gözlerinde bir şey vardı sanki, biraz karanlıktı. Karıştırmaya devam ediyorum kahvemi. Masada yalnız olmadığımı fark ediyorum.

-Hâlâ beklemeye devam mı ediyorsun?

Başımı kaldırıp bakıyorum ve işte orada masanın karşı ucunda oturmuş aynı karanlık gözlerle beni izliyor.  Dirseği bu kez masaya dayalı, sigarası parmaklarının ucunda. Peki diyorum içimden, ben de oyun oynamayı severim.

-Evet, hâlâ bekliyorum.

-Gelmeyecek, deyip dumanı üflüyor.

Doğruca gözlerime bakıyor şimdi. Tuhaf olduğunu hissediyorum. Küçücük dünyamda tanıdığım o kadar az insan varken tamamen yabancı olan bu kadında bana tanıdık gelen bir şeyler var. Başını yana eğişi, parmak uçlarıyla şakaklarını ovalayışı, kesin yargıları o kadar tanıdık ki.

-Falcı mısın? diye soruyorum.

-Hayır, falcı olan sensin diyor.

Daha da şaşırıyorum.

-Benden ne istiyorsun sen?

Eliyle bilet gişesini işret ediyor.

-Hemen şimdi bir bilet almanI istiyorum.. Bir sonraki trene.  Nereye gittiğini sormadan peronlara ilk gelecek tren için bir bilet al, bin ve git. Tek ihtiyacın olan şey bu.

– Hemen şimdi gideyim mi?

-Her hafta buraya geliyorsun değil mi? Ne birini bekliyor ne bir yere gidiyorsun. Oturup insanları izliyorsun. Birini arar gibi ruhlarını süzüyorsun, geçmişlerini tarıyor, geleceklerini yorumluyorsun. Tahmin etmiyorsun sen. Söylüyorsun. Kitap falan okumam diyorsun ya kitap gibi insanları okuyorsun. Sonra bana falcı mısın diye soruyorsun. Kimseyi sevmiyorsun. Bağlanmıyorsun. Özlemiyorsun. Sürekli dünyada kimler var diye insanları tartarken sen kendi sarayına kaçıyorsun. Odaları kilitliyorsun. Kimse girmesin, kimse görmesin istiyorsun karanlık odalarını. Sana odalarında ne var söyleyeyim mi? Hiç bir şey. Bir saray dolusu oda ve odalar dolusu boşluk. Bir anlamı olmayan hiçbir şey var olmuş sayılmaz, sana dokunmayan hiç kimse senin için yaşamış sayılmaz. Orası bir saray değil Derya anlıyor musun? Bir mezar. Ve sen sadece tabutunda sağa sola dönüp duruyorsun. Trenler gelip geçiyor. Zaman gibi akıyorlar raylardan. Gidiyorlar Derya senin bekleyip durduğun fırsatlara, hayır dediğin aşklara, beklediğin yarınlara gidiyorlar. Bu cümleleri bir yerde duydun değil mi? daha ne kadar izleyeceksin hayallerine giden trenleri? Karar anı bu senin için. Hayallerin gelmeyecek sana anlasana. O karlı dağlar, fotoğrafını çekmek istediğin antik şehirler. Tanımak istediğin medeniyetler sana gelmeyecek. Yazmak istediğin o makale var ya hani bir Uzak Doğu kasabasında yaşayan küçük kız hakkında.. O kız bu trenlerden inmeyecek Derya.

Adımı duyunca farkında olmadan öne eğdiğim başımı kaldırıp hayretle yüzüne bakıyorum. Hiçbir şey söyleyemiyorum. Heyecan ve korku kollarını bedenime dolamış sımsıkı sarıyor. Kadın yüzüme gülümsüyor. Bu gülümsemeyi biliyorum ben. Bu bilmiş gülümsemeyi her aynaya baktığımda görüyorum. Bensin sen.

-Ama nasıl ? diyebiliyorum.

-Aynı gülümsemeyle tren peronlarını gösteriyor.  Bu trenler sadece şehirlere mi gidiyor sanıyordun?

Cevaplarını anlamaya çalışıyorum. Sigarası hala elinde ama ruj rengi değişmiş, tırnakları boyalı değil. Kadın değişmeye başlıyor. Bu kadın kesinlikle benim, bundan eminim.

-Pişman olacağım bir şey yapmak üzereyim değil mi? Beni uyarmaya geldin değil mi?

-Bir yere gelmiş değilim, diyor

Anladığımı düşünüyor , hayır,  anladığımı görüyor.

– Neredesin sen? diyorum.

-Yanlış soru, diyor.

-Hangi zamandasın diyorum, gülümsüyor. Dişlerinin artık sarı olmadığını görüyorum . Bilet gişesini işaret ediyor. Haydi diyor. Neresi olursa, şimdi. Hadi git. Hadi gel. Ben bekleyeceğim, sen geleceksin. Ama sen sakın bekleme çünkü gelmeyecek, diyor.

Kalkıyorum yerimden, hızla bilet gişelerine ilerliyorum. Kadın peşimden geliyor, hissediyorum.

Tam da dediği gibi bir bilet alıyorum. Ona doğru dönüyorum. Kadın beni izliyor, gençleşmiş sanki artık. Sigara tutuğu elinde şimdi bir fotoğraf makinesi var. Şimşek gibi çakan bir flaşla fotoğrafımı çekiyor. Ben gülümsüyorum bu kez.  Trene biniyorum. Ona doğru dönüp, artık anladım diyorum kendi kendime. Tren camından geleceğime el sallıyorum.

 

 

 

 

 

 

38 yaşında. Doğduğundan beri bir şeyler yazıyor. Şu sıralar öykü yazıyor.

Bir cevap yazın