BARIŞ AĞABEY’E MEKTUP – DUYGU FIRTINA
Merhaba Barış Ağabey’im, “bir selam sana” gönül dağlarından! Sen beyaz bir “küheylan”ın sırtına binip bize “Abbas yolcu” diyerek bu dünyadan sessizce göçeli tam yirmi iki yıl oldu. Fakat görüyorsun ya hâlâ “kalpler beraber”, gönül kapımızın “anahtar”ı daima senin ellerinde.
Nasılsın görüşmeyeli? Bizi hiç sorma, başımızda öyle bir musibet var ki evlerimize “mahkûm” etti hepimizi. Öyle “nane, limon kabuğu” kaynatmakla da geçmiyor meret. Doğaya o kadar acımasız davranıyoruz ki; yaşadığımız gezegene bizzat kendimiz “nazar eyle”dik ve şimdi tüm dünya bir ümitle “S.O.S.” diye haykırıyor, bize ve sevdiklerimize bir şey olmasın diye dua ediyoruz.
“Nerede” yasakların olmadığı o eski, rahat günler? Ilık “bir bahar akşamı” mesela; maske takmak zorunda kalmadan “sahilde” yürüyebilecek, rüzgârı yeniden yüzümüzde hissedebilecek miyiz? Birbirinin aynısı günler bitip de “yeni bir gün”ün doğuşu bizi eskisi gibi heyecanlandıracak mı? Dostlarımızı çay hazır “gel” diye çağıracağımız, korkmadan “sarıl bana” deyip sevdiklerimizle kucaklaşacağımız günler yakın mı?
Ne demiş Sultan “Süleyman”: “olmaya devlet cihanda” bir nefes sıhhat gibi! Ona bile kalmayan bu dünyaya kazık çakmaya gelmedik elbette. Yürüdüğümüz “uzun ince bir yol” var ve yolun sonunda “Dıral Dede’nin düdüğü”nü duyduğumuzda buralardan terk-i diyar edeceğiz. O gün gelinceye dek senin öğütlerine kulak verip bu hayatı elden gelen en iyi şekilde, dolu dolu yaşamak gerek Barış Ağabey’im.
İşte bu yüzden insan;
Ömründe bir kez âşık olup “kara sevda” çekmeli, “gönül ferman dinlemiyor”sa dinlemesin! “Gül pembe”si çiçekler ekmeli “gönül dağı”na ve sermeli hepsini sevdiceğinin yollarına. Onunla uyandığı her gün için “bugün bayram” demeli.
Yine ona döneceğini bildiği sadık yâriyle, toprakla haşır neşir olmalı. “Bahçede hanımeli” yetiştirmeli mesela; imkânı varsa alıp eline “kazma”yı “domates, biber, patlıcan” çapalamalı. Üretmeli yani, yoksa tüketmek kolay! (En basitinden, “eski bir fincan” çöpe gitmek yerine bir saksıya veya kalemliğe pekâlâ dönüşebilir.)
Paylaşmalı nesi var nesi yoksa. Rızkını yoksullarla, urbasını gariplerle ve tüm renkleri çocuklarla… İşte o vakit, bölüştüğü bir simit bile “Halil İbrahim sofrası”ndan kalkmışçasına doyurur karnını ve ruhunu. İşte o vakit, hava ayaz mı ayazken bile üşümez insan. İşte o vakit, çocukların gülüşleri aydınlatır her yanı ve dünya kapkaranlık olmaktan kurtulur.
Kırmamalı hiçbir gönlü, olur da kırarsa küçüleceğini düşünmeden “affet beni” diyebilmeli -ki işte asıl o zaman büyür insan- fakat kırmamak için kırılmamalı da. Gerektiğinde “hayır” diyebilmeli, sıkıntılarını içinde büyüyen bir yumru olmadan “delikanlı gibi” masaya yatırabilmeli. Gerekiyorsa o masadan kalkıp, ceketini alıp gidebilmeli hatta. Bazen keramet cekettedir! Çünkü o ‘ceket’, insanın kendisidir.
Kendi zararına da olsa dürüstlükten taviz vermemeli; otursa da “eğri eğri, doğru doğru” konuşmalı. Yatsıda veya “seher vakti” fark etmez, yalancının mumu önünde sonunda sönecektir. Tabi doğruyu söylemenin de bir adabı olmalı; dürüstlük başka şey, patavatsızlık bambaşka. Kibir ruhu zehirler. Her şeyin en doğrusunu “ben bilirim” edalarından kaçınmak, tevazuyu elden bırakmamak gerek.
Deva bulunmaz sandığı dertlerine inat, “gamzedeyim” diye dövünmek yerine “Allah’ım güç ver bana” diye dua etmeli. Sıkıntıyı veren, devayı da sunacaktır. Hayatın dengesi budur ve şimdilerde bunca zorluğu, o dengeyi bozmaya çalıştığımız için yaşıyoruz. Ne kadar kahkaha varsa o kadar gözyaşı var, fakat biz ne diyoruz: “ağlama değmez hayat” bu gözyaşlarına!
Geriye dönüp baktığında “beyhude geçti yıllar”ım dememek için, yapmak istediklerini asla ertelememeli ve anın tadını çıkarmalı gönlünce. Yaşı kaç olursa olsun, hayallerini yaşamaya geç kalmış gibi hissetmemeli. Aksi halde ukdelerle dolar ömür ve insanı yaşadıklarından da fazla yaşayamadıkları üzer.
Önce kendisi inanmalı o “dönence”nin bir gün geleceğine, emanet “can bedenden çıkmayınca” asla ama asla umudunu yitirmemeli! “Ölüm Allah’ın emri” ve emir verilmedikçe umutlar yeşermeye devam etmeli. Beklenti içinde olmak bazen acıtsa da önemli olan beklenen değil, beklemenin ta kendisi…
Lafı uzattım Barış Ağabey’im. Senden öğrendiğim çok şey olunca kelimelerim de çoğalıyor, beni “anlıyorsun değil mi”? “Hemşerim memleket nire” diye sorana “bu dünya benim memleket” diyorum artık; çünkü insanın memleketinden ziyade ‘dünya vatandaşı’ olabilmesiymiş önemli olan, senden öğrendim. Tasavvufu senin vesilenle araştırdım, “dört kapı” kırk makamla böyle tanıştım. Korkup yaklaşamadığım hayvanların hikmetine seninle vardım, Allah’ın bu sessiz kullarını sayende işittim. Hastalığı bertaraf edecek mucize karışımın tarifini dahi sen öğrettin bana. Kendini “yol”lara vurup bizlere tanıttığın ülkeleri, farklı kültürleri saymıyorum bile…
Şimdi nerelerde ne yapmaktasın merak içindeyim. Muhtemelen Erkmen Ağabey’le harikalar yarattığınız “7’den 77’ye” programındaki gibi dere tepe geziyor, doğayı içine çekiyorsun. “Gesi Bağları”nda dolanıyor ya da bir “dut ağacı”nın gövdesine yaslanmış -yine- bir şeyler okuyorsun belki. Engin denizler çıkıyor karşına ilerledikçe, çağıldayan dereler, “dere boyu kavaklar”, yemyeşil ovalar, derin vadiler… sonra “dağlar, dağlar” yeniden… ve onlardan birinin zirvesinde günü batırıyorsun.
Pelerinini açıp şehre kanat çırpıyorsun sonra. Günlerden 29 Ekim 2023… “Hatırlasana” en büyük hayalini, ben hiç “unutamadım”: Cumhuriyetimizin 100. yılında “2023” besteni senfoni orkestrasına çaldırmak!
Kağıt gibi ütülü frağınla, B harfi şeklindeki “kol düğmeleri”nle, iyice kırlaşmış taralı upuzun saçlarınla, hep genç kalan sahne heyecanınla o kadar yakışıklısın ki… Seni hayranlıkla izlerken dalıp gidiyor, bu akşamki pek önemli görevimi unutuyorum. Tüm naifliğinle sen hatırlatıyorsun gülümseyerek:
“Bu kırmızı tuvaletle harika görünüyorsun “gül bebeğim”. Belindeki incecik “aynalı kemer”le gümüş “halhal”ın da pek yaraşmış. ‘Hadi artık gidelim, davetlileri bekletmeyelim’. “Zamanı gelecek” dediğim o kutlu gün nihayet geldi. Şimdi “al beni” sahneye götür de kutlu görevimi yerine getireyim.”
Koluna giriyorum, birlikte kocaman salona doğru, birbirimize “aman yavaş, aheste” diye diye, temkinli ve bir o kadar emin adımlarla yürüyoruz. Birazdan seni ben sunacağım; yüreğim ağzımda, ağzım kulaklarımda, kulağım sende, sen kolumdasın ve hâlâ inanamıyorum!
Perdeyi aralayıp salona bakıyorum. Protokolde devlet büyükleriyle beraber Lale Hanım -yoksa “yedinci göğün kadını” mı demeliyim- Doğukan ve Batıkan’mız var. Onların arkasında ise bir sanatçının hayal edebileceğinin de ötesinde, “panayır yeri”ni andıran heyecanlı bir kalabalık seni bekliyor.
Seni anlatmaya yetecek bir dil henüz gelişmedi; ama yine de mahşer gibi kalabalığın karşısına çıkıp, bendeki seni anlatıyorum dilim döndüğünce. Bu geceyi tam kırk sekiz yıl öncesinden hayal edebilecek kadar ileri görüşlü olduğunu söylüyor; şarkılarının ders kitaplarında yer alması gerektiğini üstüne basa basa vurguluyorum öğretmen kimliğimle, gayriresmî de olsa benim ilk öğretmenim olduğunun bilinciyle.
Sonra o an geliyor ve seni sahneye çağırıyorum. Kocaman salon alkıştan yıkılıyor, öyle ki alkışlar bitmediği için söze giremiyorsun, birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Devasa senfoni orkestrası bile alkış tutmakta. Coşku bir nebze azalınca sazı eline alıyorsun:
“Selam büyükler, merhaba çocuklar! Öncelikle yıllardır beni evlerinize konuk ettiğiniz ve bu anlamlı gecede bir kez daha yalnız bırakmadığınız için sizlere ve evlerinden canlı yayını izleyen tüm halkımıza gönülden teşekkür ediyorum.
Bugün kutlu bir gün, anlı şanlı Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yıl dönümü! Şairin dediği gibi: ‘Dört nala gelip Uzak Asya’dan bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim!’ İnşallah o kısrak sonsuza dek şahlanmaya devam edecek. Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlu olsun!
Ben Türkiye’mizden sadece yirmi yaş gencim. Bugün tam seksen yaşında, “ömrümün sonbaharında” bir ihtiyar delikanlı olarak karşınızdayım ve kış geliyor “gibi gibi”. 2071’i görmeye ömrüm yetmeyecek besbelli, fakat kış gelmeden 2023’ü idrak edebildiğim için kendimi şanslı addediyorum.
Müzik bir yolculuk ve ben bu “şanslı yol”da ilerlerken ömrümce bu geceyi bekledim! Tam kırk sekiz yıl önce cennet vatanımızın 100. yaşına istinaden ‘2023’ adlı bestemi yaptım. O vakitten beri en büyük hayalim, bu eserimi 29 Ekim 2023 tarihinde senfoni orkestrasına çaldırmak oldu.
Ve bugün, takvimler bu kutlu tarihi gösterirken, en büyük hayalimi canım ülkemin huzurunda gerçekleştirecek olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Bildiğiniz üzere, Türkiye’de ‘Barış’ adını alan ilk kişiyim. Şimdi müsaadenizle ‘Yurtta barış, dünyada barış.’ sözünü pek sevdiğim, cumhuriyetimizin mimarı Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, ülkemizin yeniden doğuşunda emeği geçen tüm atalarımızın huzurunda hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna ve akabinde İstiklal Marşı’mızı okumaya davet ediyorum.”
Saygı duruşundan sonra marşımızı coşkuyla okuyoruz. Alkışlar bu sefer gözyaşlarıyla ıslanıyor, gururumuz salondan bütün evrene yayılıyor! Derken senfoni orkestrası 2023’ü çalmaya başlıyor. Bu müzik ziyafetiyle kendimizden geçerken sen de aralarda “Kayaların Oğlu” şiirini okuyorsun. Tüylerimiz diken diken… Kalplerimiz gümbür gümbür…
“Kezban” şarkısının klibinde oynayan papağanın çekimlerde zorluk çıkardığını söylemiştin. Fakat bu özel günde her şey o kadar kusursuz ilerliyor ki; ışığının yanında “çoban yıldızı” ve dahi tüm yıldızlar sönük kalıyor. Gönlünde taht kurduğun Türk halkının huzurunda “mucizeler söyleyen papağan” olup “Şehrazat”ın 1001 gece anlattıklarından da şahane, masal gibi bir geceye imza atıyor; âdeta “elveda ölüm” deyip ölümsüzlüğünü bir kez daha kanıtlıyorsun.
Ah, keşke bu yazdıklarım gerçekleşebilseydi Barış Ağabey’im! Hayal ederken kalbim, yazarken gözlerim dolu dolu… Bu yıl pandemi nedeniyle Barış Manço vapurunda sevenlerin olarak bir araya gelemedik, kabrini ziyaret edemedik. Ama ne oldu biliyor musun? Senin 2023 hayalinin provası o vapurda alındı! 1 Şubat’ta sadece ailen ve bir senfoni orkestrası vapurdaydı. Doğukan’ımızın şefliğinde orkestra ‘Dönence’yi icra etti. Bizler de sosyal medyadan takip ettik.
Ayrıca bu yıl sosyal medyada senin adına düzenlenen şiir yarışmasında “yine bir Gülnihal” Abla naifliğine şahit olduk Barışseverler olarak. Öyle güzel bir akrostiş yazmış ki, pandemi olmasaydı “Dere Boyu Kavaklar”ı söyleye söyleye Giresun’a kadar gidip boynuna sarılacaktım. Bak ne diyor:
Bir bahar akşamı rastlamıştım size
Aynalı kemer demiştin ince bele
Ride on Miranda yüz bin kere hayır ile döndü bana
Issızlaştı buralar hep senin yokluğunda
Şarkıların kaldı bize yadigâr ömrümüzün sonbaharında
Müsaadenizle çocuklar deyip, anında bir U dönüşü ile
Arkadaş edindik sayende eşeği de
Nazo gelin ayağına takar mı halhalı bilmem
Çocukların 7 den 77’ye adam oldular
O kırılan fincanda değerini UNUTAMADIM…”
Gülnihal Abla demişken, Ali’nin önderliğinde kurulan ‘İzManço’ aldı başını yürüdü! Yüreği ‘Barış’ diye çarpan herkesi aynı çatı altında toplamaya, seni ve eserlerini gelecek nesillere aktarmaya ant içmiş bu oluşumun artık neredeyse her ilimizde bir şubesi var. ‘Biz kocaman bir aileyiz!’ diyerek yola çıkmıştık ve ailemiz gittikçe büyüyor. Senin vefatından sonra dünyaya gelen pek çok genç kardeşimiz seni çok seviyor ve ilgiyle takip ediyor. Öğrencilerime de alıştırdım, ‘Mançoliçe’leri oldum ben 🙂
Senden öğrendiğimiz tatlı dili ve alçak gönüllülüğü hatırlamak ve onlara hatırlatmak boynumuzun borcu. Çünkü sen hayattayken hâlâ var olan o saygı ve naiflikten günümüzde neredeyse eser kalmadı. Ülkemizde giderek artan bir kutuplaşma var, kimse kendisi gibi düşünmeyene tahammül edemiyor! Kim başlattı dersen “sarı çizmeli Mehmet Ağa”, herkes suçu karşıdakine atıyor. Gençler gelecekten umutsuz. İmkânı olanlar “yine yol göründü gurbete” deyip yurt dışında bir hayat kurmanın peşinde; çünkü kendini, kendi ülkesinde değersiz hissediyor. Olmayanlar ise hayal kurmaktan çoktan vazgeçti, önünde koca bir karanlık…
Arkadaşlar eksilirken ‘eşşek'(!)ler bir hayli çoğaldı, ilişkiler menfaate endeksli. Çoktan “geçti dost kervanı”, postlar ise her yerde. “Ayı”(!)lar şehre indi; kadınları öldürüyor, çocukları taciz ediyor. Birbirimizle iletişim kuramıyoruz, her kafadan bir ses çıkıyor. “Ali yazar Veli bozar” anlayacağın. Hasılı Barış Ağabey’im, sen gittin gideli adını koyamadığım bir yanı eksik kaldı bu ülkenin. Güzel olan ne varsa bir bir eksiliyor, üstüne bir de geçim sıkıntısı… Kendimizi ekseriyetle ‘hıyarrrrr gibi’ hissediyoruz!
Ben de zaman zaman umutsuz hissettiğimde sana sığınıyor, öğretilerinden güç almaya çalışıyorum Barış Ağabey’im. Sana olan sevgim bazen boyumu aşıyor, gönlümden taşıyor, “benden öte benden ziyade” ilahi bir boyuta ulaşıyor. Bunca yıldır “ayrılık” hâlâ zor gelse de, cennette Rikkat Anne ile beraber “Gülme Ha Gülme”yi söylediğinizi hayal ederek avutuyorum kendimi. Kim bilir, belki orada bir yerlerde görürüm seni. Umarım sen de adam olmuş bir çocuk görürsün bana bakınca. Çünkü o çocuk yaşamı boyunca seni çok sevdi ve pusulası belledi.
Mektubuma; yolunu aydınlattığın, koşulsuz ’10 puan’ verdiğin, ülkenin geleceği olarak görüp saygı duyduğun tüm ‘kısa boylu vatandaşlar’a senin ağzından seslenerek son veriyorum: “Müsaadenizle çocuklar”!