Hikaye

“Bbaus,   ien um st” – BURÇAK DALDAL

“Bbaus,   ien um st”

-…Eh, bana diycek birşey de kalmamıştı zaten, EVET! Ben de öyledüşündüm işte!!! Hatta so…

“Bibaus,   riendumest

-…Yok artık! O ne zaman bu olayı duydu???  Kızım sen de en önemli şeyi en son, aaa kim bu ya? Bilinmeyen numara arıyor, amaaan boşver, anlat sen anlat anlat!

Yaşamın bildiğim şekli ile olan bağını henüz kaybetmediği o çok da uzak olmadığı halde anısı hızla flulaşan yılların birinde, bir sokaktaki bir barda, bir başıma vakit öldürüyordum. Ne bileyim şimdi… Benim dikildiğim tarafta, tam yanıbaşımda, güzelce bir kız, arkadaşı ile heyecanlı heyecanlı bir şeyler konuşuyordu. Elini kolunu sallayarak konuşan insanlardan biri olduğundan kolundaki yazının dikkatimi çekmesi çok sürmedi.

Şimdi, oradan enteresan çıkarsamalar yapmayalım lütfen. Zira elime ne geçse okuyan bir insanım ben. Sadece, gerçekten okumam gereken şeyleri okumam. Elektronik aletlerin kullanma kılavuzları gibi, bankalardan gelen borç bilgilendirmeleri gibi. Buzdolabı yanar, kapıya icra memuru dayanır…O zaman bile okumam onları.

Bu arada, söz konusu dövmenin eskiliği ve benim gözlerimin bozukluğu birleşince bahsettiğim iş ciddi bir mesaiye dönüşmüştü. Halihazırda hafızamın bir yerinde, aynı hatunun kolundaki gibi yarı okunaklı bir bulanıklıkta kayıtlı olan bu cümle, bir anda (halen okuyamasam da) zihnimin çin pavyonu misali rengarenk olan vitrininde beliri verdi.

“Bibamus, moriendumest!”

 Zihnimde beliren o yazıyı nasıl yüksek bir sesle okuduysam, hem mekanın gürültüsünü hem de kendi zihnimdeki monoloğu aynı anda bastırmayı başarmıştım. Karşımdaki barmen bana “nooluyo lan???” bakışı attıktan sonra son on dakikadır bir türlü çalıştıramadığı POS cihazını kurcalamaya kaldığı yerden devam ederken ben de, “umarım duymamıştır” ümidiyle hasar kontrolü yapmak için çaktırmadan (yani gayet çaktırarak, çünkü diğer türlüsü beni aşıyor) dövmenin sahibine doğru döndüm.

Elbette duymuştu. Elbette o da bana bakıyordu. Ve elbette arkadaşı da bana bakıyordu. Ulan, galiba o an için tüm kainat ve klasik dönem Roma eşrafı bana bakıyordu.

Neyse, olan olmuştu artık. Şimdi, bir iki aklı başında cümle kurup, kendi ağzımla yoktan var ettiğim “Allahın manyağı” imajını silme zamanıydı.

– Bu aslında Seneca’nın ünlü sözünün farklı bir yorumu!

 Gözlerini kocaman açarak: 

– Yok canım??? 15 senedir kolumda taşıyorum ama hiç merak edip sorgulamadım!

-(……)

– Abi şakamısın sen? Herhalde biliyorum anlamını hahahahaah. İlk dövmemdi, o zaman iyi bir fikir gibi gelmişti. Bir ara sildireyim ya da üstüne bir şey yaptırtayım dedim ama sonar vazgeçtim. Bana bazı hatalarımla yaşamam gerektiğini hatırlatıyor.

Böyle dolaysız bir açıklık hiç beklemiyordum. Gerçi, ne beklediğimi de bilmiyordum ama bu değildi o. Daha da kötüsü ne diyeceğimi de bilemiyordum, artık sadece “Allahın manyağı” değildim, bir de “ukala” olmuştum ve her iki sıfatı da en şahane şekilde hak etmiştim.

Böylece daha en başında yapmam gerekeni yaptım, elimi uzatıp ismimi söyledim.

– Sıla. Memnun oldum. Bu da Eylül.

Eylül gözlerini elindeki telefondan belli belirsiz ayırıp elimi “emaneten” sıktı. Sonradan düşündüm de, şartlar başka türlü olsaydı da elimi yine aynı şekilde sıkardı. Emaneten el sıkan insanlardan biriydi Eylül ve telefonunun ışığı sebebiyle yüz hatları tercih etmeyeceği şekilde yaşlı görünüyordu. Bunu ona söyleyen ben olmayacaktım elbette.

Ellerimi kurumsal şirket hayatında verilen dünyanın en yalan eğitimlerin de öğretildiği şekilde güven verici bir vücut dili ile iki yana açıp “ben sizin konuşmanızı böldüm galiba bu arada. Kusura bakmayın, bazen kafamdaki ses ağzımdan gereğinden fazla bir volümde çıkıyor. Yine öyle bir durum yaşandı” diyerek bir medeniyet gösterisi sergiledim. Bu arada fırsattan istifade, artık geçmişte kalan beyaz yakalı hayatım da aldığım “Özgüvenli Konuşmacı” sertifikasının da geçerliliğini test etmiş olacaktım.

– Hahahahaha, Özgüvenli Konuşmacı mı bu???

Üstelik Eylül de gülüyordu bu sefer.

Yıkılmıştım.

Kızların ikisi de beyaz yakalıydı ve bahsettiğim eğitimi defalarca almışlardı. Kahkahalar içerisinde önce kollarını bağlayarak profilden iş bilir-iş bitirir profesyonel pozunu verip hemen arkasından çift kişilik takım ruhu pozuyla gösterilerini tamamladılar. Eh, sonrasında konu şirket hayatına, kurumsal dedikodulara doğru ilerlerken benim ilk başlarda sergilediğim gayri-nizami halde sümen altına itildi.

Doğruya, kurumsal camiaya kabul edilip “Özgüvenli Konuşmacı” tedrisatından geçmiş adamdan kimseye zarar gelmezdi.

Bunu ben uydurmadım. Onu ikinci defa gördüğüm ilk buluşmamızda uzanıp elimi tutmadan hemen once Sıla söyledi.

Kendi dünyamın içerisinden bir çıkabilsem, dışarıda beni bekleyen güzel şeyleri yaşayabilecektim aslında. Devamlı akıntıya karşı kürek çekmeye çalışmak yoruyordu beni. Sadece beni değil, benim etrafımdaki herkesi de yoruyordu. Sevdiğim zaman, sevdiğim şeyi çok güzel sevebiliyordum. Eh, o zaman?

Bunları da ben uydurmadım. Onu son defa gördüğümde, elime son bir kez dokunup arkasını dönüp kalabalığa karışmadan hemen önce yine Sıla söyledi.

Çok uykum gelmişti zaten. Çok uzun zamandır çok uykuluydum ve artık dayanabilecek durumda değildim. Öyle bir gömüldüm ki yastığa, yatağa, değme kedi felinliğinden utanır. Üstüne konuşulamayacak şeyin üstüne uyurum ben.

Sonra da unutulmuş binlerce rüyanın bilincimin ırak  bir noktasında bıraktığı tatsız ıslaklıkla uyanırım peki, nasıl gitmiştim taa oraya? O, önceden sadece adını bildiğim ve bana başka bir gezegen kadar yabancı olan semte. Yine de, çok uzun zaman olmuştu gerçek inek görmeyeli, inek sesi duymayalı. Salına salına geziniyorlardı öyle, hayret yandaki o arazi nasıl boş kalmıştı?

Gidip, ineklerin yanında dikilesim vardı ama öyle daha çok dikkat çekerim diye yapamadım. Düşünsene, açık arazide üç inek ve ben. Saykodelik album kapağı gibi.

Sonuçta, yaşamın bildiğim şekliyle olan bağını çok net bir şekilde koparttığı bir Nisan sabahında, tepemde yağmur, paçamda çamur, burnumda sümük, ağzımda hayatım boyunca içmiş olduğum tüm sigaraların kümülatif katranlı tadı ve sanki gidebilecek daha iyi bir yerleri varmış gibi zorlukla zihnimden uzaklara itelemeye çalıştığım bir yığın anı, bir yığın yabancı surat ve yan arazideki üç adet inek ile baş başa kalıvermiştim.

Eylül geldi bir ara yanıma. Bu kızın yüzü nedense bedeninin geri kalanından daha hızlı yaş alıyor.

Söylemedim tabi, yok artık.

Geldi işte.

Öyle dikildik karşılıklı.

İçinde bulunduğumuz duruma uygun bir poz için eğitim vermemişlerdi. O yüzden elimizi kolumuzu ne halt edeceğimizi bilemeden, sarılsak mı, emaneten el mi sıkışsak çözemeden ve tek aklı başında laf edemeden, zerre inanç taşımayan yarım ağız bir “görüşürüz” çekip, ayrıldık.

Bayağı bir bekleyip, herkes gittikten sonra usulca yanaştım. Aile mezarının taşına ismi henüz işlenmemişti tabi. Babam vefat ettiğinde o işlerin nasıl yürüdüğünü de öğrenecektim ama daha henüz o dönemeçe gelmemiştim. Aile mezarının başında dikilirken zihnime doluşan “acaba şimdi konuşsam anneannesi de duyar mı?” gibi tarifsiz tuhaflıkta çekinceleri sağa sola itekleyerek iki kelam etsem mi diye düşünürken:

Bibamus, moriendum est! (bu, içemediğin şaraplar için)

Vivamus moriendum est! (bu, alamadığın nefesler için)

(Bu da benden gelsin)

Pedicabo hoc stercore!

Bir cevap yazın