Hikaye

KAN LEKELERİ – İREM SEVAL

Herkesin o mendebur suratlı adamı, endişeyle beklediği gün geldi. Kur’an kursu başlamak üzere, kulağından tavana asılan ilk hangimiz olacaktı acaba, şakalaşan, gülen, aralarda koşuşturanlar, ensesine kim bilir ne tokatlar yiyecekti. Önümüzdeki alfabe de neyin nesi? Köyün çocukları Latin alfabesiyle okumayı kolay sökmüşler gibi, okul günleri yetmedi mi? Verilen ödevlerle yaz tatili haram olacaktı zaten. Merdivenleri yavaşça çıkan adımları, yaklaştıkça, rahlelerin üzerindeki Kur’anlarına bakan herkesi, daha bir heyecan sardı. Sonunda karşımızda,yumuşak tok sesiyle “Selamun Aleyküm çocuklar!” diyene kadar başlarımız öndeydi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım. Hep bir ağızdan “Aleyküm Selam hocam!” dedik. İnci taneleri dişleriyle Cafer Efendi’nin gülümsemesi aydınlatmıştı içerideki loşluğu hemen, filmlerde, daima iyiliği temsil eden ak sakallı dedeler gibi başımıza dikildi. Hepimizin adını,hatırını sorup başını okşadı önce, Türk ve Müslüman âlimlerini anlatan hikaye kitapları dağıttı, önce bunları okuyacaktık, sonra her dersin sonunda arkadaşlarımıza anlatacaktık.Arkadaşlarımın önünde terleyen avuçlarım, alnımdan boncuk boncuk süzülen damlalar, utancımdan kızaracak suratım, gözümün önüne gelince, kulağımı çekse daha iyi olur dedim.

Yazları anneannemle kalıyorduk. Eve döndüğümde anneannemin geniş divanına uzanırdım. Biruni’yle tanıştım derslerde, matematiği severken, astronomiye olacak merakım böyle başladı büyük ihtimal. Utancımdan öleceğim, ne zaman gelse aklıma, bu merak beni tekrar diriltti. Kafamda canlandırabildiğim sayfaları çevirdikçe Ortadoğu’dan, Asya’ya oradan Hindistan’a kadar dolaşırım hâlâ. Hayal etmeye başladım Mimar Sinan’ın öğrencisinin inşa edip güzel bir şehir haline getirdiği Eski Delhi’yi, sonra Şah Cihan’ın ölümsüz aşkı için yapılan Tac Mahal’in bahçesinde gül kokladım. Bu toprakların sömürüldüğü bir kabus bile gördüm. Atlas Okyanusundan hızla gelen, canavarlar indi büyük gemilerden. Vücutları hırs, kibir ve öfkeden oluşuyordu sanki…

Anlatma sıramın geldiği ders günü, freni patlamış kamyon gibiydim. Duvara asılı kara tahtanın önünde ayak parmaklarıma kilitli gözlerim, arkadaşlarımın yüzüne bakamıyordum. Konuşmaya başladığımda tüm karizmam çizilecekti. Sıkıntımı anlayan Cafer Efendi yanıma geldi. Omzuma dokundu. Arkadaşlara:

  • Çıkabilirsiniz çocuklar. Atlas sonraki derste anlatacak.

Herkes çıktıktan sonra yüzüne baktım. Heyecanlanmamaya çalışarak:

  • Cafer Efendi! Ödevimi anlatamayacağım.

Gözlerinin maviliği üstündeki beyaz bulutu andıran kaşlarını çattı.

  • Neden?
  • Çü..çünkü be…ben kekemeyim. Arrkadaşlarım ba..bana gülüp alay eder. Ço…ço…çok utanıyorum.
  • Dünyada utanılacak o kadar şey varken sen bundan mı utanıyorsun evladım?
  • Ama ça..çalıştım. Ko..konuyu çok sevdim, diyerek yapmak istediklerimi anlattım. O da beni Biruni kadar büyük adam olabilecekmişim gibi ilgiyle dinledi.

Liseyi bitirdikten sonra mühendis olmak istedim. Hastane başhekimi olan babam, hiç başımı okşamadı. Her akşam sofrada “Doktor olacak benim oğlum” derdi. Başarılı olmalıydım hem de çok, yaşamak için değil, onu memnun etmek için her yerde en başarılı olmalıydım. Çalışmak için yaşamalı ona göre, astronomi üzerine çalışmak için mühendis oldum. Yaptığım tercih listesini gördüğünde yüzüme bile bakmadı. Muayenehanesindeki koltuğuna kurulmuş, karşısındaki hastanın tahlil sonuçlarını inceliyordu sanki. Perdeler sıkı sıkı kapalı, içerisi karanlıktı. “Aferin! Çok iyi yapmışsın” dedi. Oysa kapıdan içeri girdiğimde aylardır görmediği oğluna bir kez olsun sarılmasını beklerdim. Yanından ayrılmadan önce sadece gözlüklerinin üzerinden bir kez baktı yüzüme. “Birinci sırada yerleşirsin umarım” dedi yalnızca. Oysa kendi tercihimin sonuçlarına mutluluktan uçuyordum.

Biruni ödevimi anlatırken kimse alay etmemişti. Rahleleri ardına bağdaş kurmuş arkadaşlarımın ilgiyle bakan gözleri cesaret verdi. O dersten sonra da Cafer Efendi yanına çağırıp aferin dedi. O korku ve telaştan uzak olunca güzelce konuşabildiğimi fark etti,önce “Anlatmak ister misin? Belki bir çare buluruz” dedi. Okuyup üflemek yerine babamın hiç dinlemediği kadar dinlemeye devam etti, ben de anlatmaya başladım. “Çok küçüktüm. Henüz yarım yamalak idare ediyordum zaten. Bir gece annemin çığlıkları, babamın bağırışlarına uyandım. Sesler banyodan geliyor, banyoya gittim önce, beyaz fayanslar üzerinde kan izleri gördüm. Eve bir canavar gelip bir şey mi yapmıştı. Kan damlalarının izlerini yatak odasına kadar takip ettim. Annem yere çöktümüş, saçı başı darmadağınık üzerindekiler yırtılmış. Alnının kenarından yüzüne süzülen kan damlaları göz yaşlarına karıştı beni görünce, odama dönmemi söyledi. Ellerinde kan lekeleri olan babam eşyalarını topluyordu, daha da korktum. Söyleyebildiğim tüm kelimeler o gecede kaldı. Ağzımdan hiç düzgün çıkmadı. Ya da sustum. Babam gözümde tepeden tırnağa hırs, kibir ve öfkeden oluşan canavardı artık” O günden sonra belki Cafer Efendi’nin yardımıyla, korkunun demir parmaklıklarından birini bükmüş oldum.

Hindistan’da yaşadığım sıralarda dünyaya en yakın gezegen Dione’de, belirtileri keşfedildi. Bir projenin veri dosyasını almak için uzay üssünün kimya laboratuvarına girdim, deney sonuçları için hazırlanan raporu aradım. Etrafta yardım alabileceğim kimse yoktu. Deney tüpleri, bilgisayar ekranları ve hala kobay olarak kullanılan hayvanlar arasında öylece kaldım. En yakınımdaki ekrandan üzerine yazılan işlem kodunu girdim. Aradığım bu dosya değildi fakat, hayatımdaki en büyük korkuyla burun burunaydım. Yaratılan yeni insan ırkının özelliklerini mi okudum? Dione’ye yalnızca bu listedeki insanlar gönderilecek, geride kalan tüm insanlık yok olmaya terk edilerek öyle mi? (Ve bu dosyayı burada unutmuşlar, hayır ilaç kullanmıyorum) Artık sömürülecek kaynak da kalmadı bunu hepimiz biliyoruz ama… Sırtımdan soğuk terler akarken bilmeden hizmet ettiğim kurumu anladım, çocukluğumdan beri Cafer Efendi’ye insanlığa hizmet için dürüstçe çalışacağıma söz vermişken.

Sözcükler tereddütsüzce ağzımdan çıkmaya kararlı, soluğu departman şefinin odasında aldım. Koltuğa kurulmuş, önündeki işten kafasını kaldırmaya vakti olmayan bir adam vardı karşımda. Hiç korkmadan “İstifa ediyorum” dedim. Yerinden kalkıp yüzüme baktı. Perdeler sıkıca kapalı, içerisi karanlıktı. Şaşkın bakışları beni koşar adımlarla takip etti. Direkt yüzüme bakıyordu artık. “Biliyordunuz. Değil mi?” dedim. “Evet,ancak bu proje için canla başla çalışacak, enerjisi yüksek, meraklı ve yetenekli çok mühendis bulamadık. Söylemenin bir gereği olmayacağını düşündük. Hem proje tamamlanmadan gidersen, seni öldürürler” Hiç bir şey umurumda değildi. Cafer Efendi’yi anımsatarak kendime sıkıca sarıldım. Soluğu babam tarafından yıllarca şiddet  gören ve sömürülmekten kurtulduktan sonra, doğurganlığını yeniden doğarak, özgürce yaşayan annemin yanında aldım, belki son kez…

Bir cevap yazın