HAVUÇ SALATASI – Zeynep PINARBAŞI
Bu sesi tanıyorum. Sadece ses değil, koku da kendini ele veriyor. Havuçları rendeliyor. Yanında eşlikçisi “Waltz of the Eyes” şarkının hayranlık uyandırıcı ritmi… Elindeki havuçların şu an vals yaptığını görebiliyorum. Lafın gelişi tabii, görmem çok zor. Ama hissetmek büyülü bir duygu. Sevil’im bu sabah uyandığından beri hiç yanıma uğramadı. Zaten birkaç gündür o kadar az geliyor ki yanıma; beni unuttuğunu, hatta sevmediğini düşünüyorum.
Dün gece gelip oturduğunda teninin sıcaklığını hissettim. Hâlâ onunla avunuyorum. Üstündeki pijamaları ilk aldığı günü hatırladım. Annesi gelmişti. Yeşilköy pazarının altını üstüne getirdiklerini kahkahalarla konuşuyorlardı. Bu pijama için başka bir kadınla nasıl savaş verdiğini anlatırken gözlerinden çıkan o ışığı görünce çok korkmuştum. Pazardaki kadını düşünemiyordum. Sinirlendiğinde hep aynı şey olur. Önce gözleri çakmaktan çıkan alev gibi parlar, kedi gibi sırtını dikleştirir, parmak uçlarına yükselir ve ellerini uzatır. Karşısında birinin olması gerekmez. Bir panter gibi, avına atlayacak yırtıcı hayvan. Böyle olunca tabii ki o pijama Sevil’in olacaktı.
Kahvaltısını balkonda yapmış olmalı. Halbuki burada televizyona bakarak yapmayı çok sever. Yani öyle olduğunu geçenlerde en yakın arkadaşı Hasibe’ye söylemişti. Havalar ısınıyor artık. Bazen ben de kendimi yapışmış gibi hissediyorum. Benim de şansım olsa çıkardım balkona, seyrederdim etrafı.
Havuçların sesi kesildi. Şimdi “Dance Me to the End of Love” çalışıyor. O küçük müzik çalarını aldığı ilk gün henüz şarjı dolmadan karşıma geçmiş, sanki şarkılar oradan yükseliyor gibi bedenini harekete geçirip aklının içindeki müzikle dans ediyordu. Şu an aynı dansı yaptığına eminim. Elinde bıçak! Çünkü az önce duyduğum ses maydanozları eline aldığını işaret ediyordu.
Sol avucuna sıkıştırdığı maydanoz demetini bambu tahtasının üzerine oturtmuş, sağ elinde eski sevgilisinin aldığı pahalı ve keskin şef bıçağı var. Üstünde ismi yazılı olan! Maydanozun taze yaprakları çok sessizken saplarından çıkan iç gıcıklayıcı sese karışan tazelik kokusu buralara kadar geliyor. Sevil bir elinde bıçağı, bir elinde maydanozları birkaç adım geriye giderek bedenini sallarken, maydanozların kalan son su damlalarını da etrafa saçıyor. Bir dokunuş tahta üzerinde, bir dokunuş müziğin ritminde ilerlerken şarkı bitiyor.
O muhteşem aşçılık yeteneğiyle otuz saniyede bitireceği işi şarkıya denk getirip üç dakika sürdürüyor. Rendelenmiş havuçların üzerine serpiştirdiği maydanozlara binbir zahmetle Hatay’daki yaşlı zeytinci amcadan getirttiği taş sıkma zeytinyağı, limon ve biraz da tuz ekliyor. Uzun parmaklarının uçları salatanın içinde geziniyor şimdi. İstediği kıvama gelince tek tek parmak uçlarını ağzının içinde gezdirip hiçbir lezzeti ziyan etmiyor. Şimdi ellerini yıkama vakti.
Vegan sabunun kokusu doldu mutfaktan hole doğru, şimdi üzerimde geziyor. O sabunları ilk keşfettiği gün o güzel bıçağı alan eski sevgilisi evdeydi. Sabunu sürekli ellerinde köpürtüp koklaya koklaya geziyordu. Mutfakta sabunlayıp evde bir tur atıp banyoda duruluyordu. Banyoda sabunladıysa eğer mutfakta duruluyordu. Evin içine kokusu dolmadan huzur bulamıyordu.
Şimdiki sevgilisi çok kibirli. Sahip olduğu birçok şeyi sevmediğini söylüyor. Vegan sabunlarını, harikalar yarattığı muhteşem keskin bıçağını, perdelerini, kitaplığını, baş ucu lambasını… Sevil’in tutkuyla bağlı olduğu her şeye bir lafı var. Aşkın da bir mantıksızlığı var tabii. Başkası bunları söylese Sevil ağzının payını verirdi. Bu adamın ağzının içine düşüp duruyor. Yaşı kırklara geldi ama onu ilk gördüğüm günkü kadar körpe ve güzel. Hiç solmayan yüzü gün geçtikçe daha da parlıyor. Kırışıklıklar aydınlık bir çizgi oluyor. Hasibe’ye “Son limanım olsun bıktım artık, uzun ve düzgün bir ilişki istiyorum.” demişti.
Annesi öldüğünden beri aşk dikiş tutmaz olmuştu Sevil’in yüreğinde. Bu adam tam annesinin isteyeceği gibi bir adam ama Sevil’in değil. O kadın da her geldiğinde evine binbir laf eder giderdi. Ama Sevil ona sessiz kalamazdı. Buna da öyle bağırsa, çağırsa, kovsa… Yeniden Görkem’i bulsa. O büyük aşk nasıl yok oldu, bilemiyorum. İçimde bir yerlerde Görkem’in de gözyaşları saklı. Keşke bulsa onları.
Ahh geldi işte! Üzerine gökkuşağı renklerinin dolduğu penye elbisesini giymiş. Savaşıp aldığı pijama kim bilir ne zaman çıktı üzerinden? Kollarımı okşuyor. Burnunu mu çekti? “Kim üzdü Sevil’im seni? Anlat dinlerim ben.” diyebilmeyi ne çok isterdim. En çok gelip bana anlattıklarını seviyorum. Hiç bitmeyen dostluğumuza biraz daha anı ekleniyor. Seni biraz daha biriktiriyorum içimde. Neden bu kadar güçlü sıkıyor kollarımı? Neden ağzını bıçak açmıyor? Halbuki bunca sıkıntının ardına hep bana açılırdı. “Kırmızım” diye severdi. Koynuma yatar, bacaklarını kalçalarının altına toplar; küfürlerini, acılarını savura savura dağıtırdı içindeki kederi. Ben de alır, geçmişin eskitemediği boşluklarımda saklardım. Nedir bu sessizlik?
Geldi uğursuz. Zili çalışından tanıyorum onu. Onda bile imzası var. Yaptığı her şey sadece ona özel gibi davranıyor. Eski eşyalara dokunmuyor. Geçmişin izlerini taşıyan eşyalarda insanların acıları saklanırmış efendim, elleyemezmiş. “Sevil’ciğim sen de elleme.” diyor. O kızın içinde nelerin ruhu saklı bir bilsen, suratsız herif! Seni de ellememek lâzım. Yıllardır içinde saklanan pislikler geçecek bedenimize.
Geçen gün mutfakta ne varsa attılar. Yeni, ruhsuz bir sürü eşya geldi. Renkleri bile bakarken ölümü çağrıştırıyor. Halbuki uzun tahta bar taburesini kapanan bir tostçudan almışlardı. Diğerini bir bardan, üçüncüyü Görkem hediye almıştı. Tahta taburenin üzerine oturup “İtalyan ekmeği içine çift kaşarlı, fesleğenli tost” diyerek siparişini verir, Görkem’in tostu hazırlayışını bir tablonun yapılışını izler gibi izlerdi. “Sen Picasso olmalısın aşkım!” diye bağırırdı ilk ısırığı aldığında. İçini açardı ekmeğin; fesleğenin dışında başka baharatlar, kaşarın yanında başka peynirler görürdü. Her seferinde farklı karışımlar hazırlardı Görkem ve her ısırışta başka türlü mest olurdu Sevil. Bu adam geldiğinde hazırlanan saçma sapan kahvaltılar, sandviçler evin içine çürümüş bir koku yayıyor.
Ağlayarak açıyor kapıyı Sevil. Ağladığını fark etmiyor bile uğursuz. Yanında başka adamlar da var. Yeni koltuk takımları gelmiş. Geçen gün telefondan neden “kırmızı da olsun içinde” dediğini anlıyorum. Huzurunu kaybetmek istemiyor Sevil. Ama değil koltuklarda, ambalajlarında bile nokta kadar kırmızı yok.
Eskiler tek tek taşınıyor. Yeşil üçlü koltuk Sevil’in annesinin komşusu Tatuş Hanım’ın evinden gelmişti. Sevil annesiyle Tatuş Hanım’a gidince hep üstünde uyuyakalırmış. Tatuş’un ölümünün ardından eşyaları atan oğlundan istemişti Sevil. Annesini özlediğinde orada uyurdu. Şimdi annesi ve Tatuş bir kez daha ölüyor. Babasının sokakta bulup tamir ettiği, sırt tarafında küçük kırıklar olan sallanan sandalye de gidiyor. Babasının ikinci ölümü de onunla gerçekleşiyor. Şimdi beni, Sevil’in “Kırmızılı”sını alacaklar ve Görkem yaşarken ölecek.
Şahdane, Tatuş’un Beatrice’ı, Görkem’in tatlı nenesi de sonsuzluğa gömülecek. Şahdane, Görkem’in büyükannesiydi. Sevil’lerin olduğu apartmana yeni taşınırken almışlardı beni. İlk misafirleri Tatuş oldu. Bir türlü Şahdane demeyi beceremeyen kadın, isminin anlamının “mutlu” olduğunu öğrenince Beatrice adını takmıştı Şahdane’ye ve artık onu herkes Beatrice olarak tanımıştı. Sevil’in annesi, Beatrice ve Tatuş yanımda ne dedikodular yaptılar yıllarca. Beatrice sadece benim üstüme oturmayı severdi. Yıllarca onu taşıdım ve Sevil bana ondan hatıraydı. Şimdi nasıl bırakacaktım emanetimi? Keşke dilim olsaydı bağırsaydım, ellerim olsaydı bu adamları yumruklayabilseydim! Tek çarem kendimi savurmak oldu. Ellerinden kayıp düştüm. Arka ayağım yerinden çıktı.
Sevimsiz, “Bunu kamyona değil çöpe atın, artık işe yaramaz.” dediğinde Sevil’im kabardı, parmak uçlarına yükseldi ve ellerini adamın yakasına yapıştırarak “O kalacak!” diye haykırdı. Korkuyla geriye giden adam kuzunun sessizliğine bürünüp suratını astı. Arka ayağımı tamir eden adamlar beni balkona taşıdı. Tatuş’un ördüğü battaniyeye sarılan Sevil, kucağımda denizi izliyor.
Biliyor musunuz, denizi ilk kez gördüm! Beatrice, Tatuş ve Sevil’in annesi Nesrin de yanımda. Tüm bu karmaşada tezgâhın üstünde kalan havuç salatasını yiyoruz.