Hikaye

ÇEMBER – MÜGE SÜZEK

Akşam ezanı okunuyordu. Her akşamki gibi dokuma atölyesinde mesaisini tamamlamış olan Azra atölyenin karşısındaki altı yüz yıllık Osmanlı camisine geldi. İç içe geçmiş vavlarla süslü duvarın dibine oturdu. Gözleri yüzlerce hat levhalarında, tavandaki derin kabartmalarda gezinirken geçmişin bütün karanlığından kurtulmak istiyordu. Göç ettiği ülkesiyle  arasındaki tek bağ, bu ezan sesleriydi. Sonbaharın bütün güzelliklerini  Vrela Bosna nehrinde, çocukluk aşkını, gençlik hayallerini Latin köprüsünde bıraktıkları bir gece yarısında  meydanda eski ve soğuk üç otobüs, yanlarında yakınlarını kaybetmiş ya da tecavüze uğramış korku dolu insanlarla bilinmez bir geleceğe yolculuk başladı. Oldum olası sevmezdi yolculukları. Kavuşmanın coşkusu yerine terk edilmişliğin hüznünü duyumsardı. İçinde hep ya dönemezsem korkusu. Şimdiye kadar dönmüştü dönmesine de o gece bilinmezliğin tedirginliği sardı her yanını. Gün ağarmak üzereydi. Annesi yanında, ellerinde bir kaç parça eşyanın sığdırıldığı tek bir valiz. Üzerlerinde sabahın ayazı, gözlerinde çaresizlik. Bindiler. Uzundu yolları. Başını cama dayadı Azra. Dışarıda akıp giden anılarıydı. Otobüsün içinde ağır bir koku. İstenmeyen. Savaş başladığından beri şehirdeki bu kokuyu tanıyordu. Gözlerini kapatıp ellerini karnında gezdirdi. Uyumayı denedi o soğuk gecede.

İçinin ürpermesiyle kendine geldiğinde ayağa kalktı. Cami kapısında bıraktığı ayakkabılarını giydi. Evinin yolunu tuttuğunda hava kararmıştı. Annesinin sıcak yemeklerini hayal etti. Bir pastaneye uğrayıp onun en sevdiği kestane şekerlerinden aldı bir kutu. İyice yaşlanmıştı Emina hanım. Torunu ve kızına olan sevgisi onu ayakta tutuyordu. Yoksa dayanamazdı onca yaşadığı felaketlere. Annem olmasa ne yapardım diye geçirdi aklından Azra. Annesi olmasa ne yapardı karnında üç aylık bebekle? Tek tesellisi Merkele semt pazarındaki  havan topunun patlamasında mumlarını satarken ölen babasının bu tecavüz bebeğini öğrenememiş olmasıydı. O geceki Sırp baskınından sonra duvarları delik deşik olmuş o apartmanda yaşayamazlardı.  Annesiyle karar verdiler. Elinden iş gelirdi Azra’nın. Bir dokuma atölyesinde çalışacaktı. Doğacak çocuğa da babasının savaşta öldüğünü söyleyeceklerdi.

Yorgun argın eve vardığında çaldığı kapının ziliyle düşüncelerinden sıyrıldı. Goran açtı kapıyı. Uzun boyu, çıkık elmacık kemikleri ile oldukça yakışıklı. Bursa’nın en güzel okulunda okuyordu. Başarılı, hırslı, deli dolu. On yedi yaşında pek mi deli dolu olunuyor ne? On yedi yaşında  deli dolu muydum ben de? Ana oğul sarıldılar. İçeriden mis gibi köfte kokuları geliyordu.

-Anneannem balkan köfte yaptı bugün. Yanında da el açması ıspanaklı börek.

-Al bakalım sen de elimden şu kestane şekerlerini. Emina hanım yine memleketini özlemiş desene.

Birlikte sofrayı kurdular. Yemeğe oturmadan önce Goran televizyonu açtı. Emina hanım servise başlamıştı. Akşam haberleri dinlenirdi her gece. Azra annesindeki sessizliği, Goran’daki coşkuyu sezmişti bu gece. Bu televizyonun sesi de sonuna kadar açık mıydı ne?

On yedi yaşında, annesinin cinsel istismara uğradığını öğrendiği dayısını öldüren… ağırlaştırılmış müebbet cezası… ağır tahrik… emsal karar… sayılmasıyla… cezası hapse çevrildi…

dayısını öldürdü… on sekiz yaşından küçük olduğu için… ağır tahrik… cinsel istismar… emsal karar… on sekiz yaşından küçük… dayısını öldüren… Kelimeler kafasında kopuk kopuk  akıp giderken elindeki tabağı öfkeyle masaya bıraktı. Kulaklarını tıkadı. Sesi duvarlarda yankılandı.

KAPATIN ŞU TELEVİZYONU !!!

Goran annesinin bu tepkisine bir anlam veremedi. Televizyonu kapatıp sessizce sokuldu annesine. Bir bardak su verip sakinleşmesini bekledi.

Bir süre sonra “Seninle konuşmak istediğimiz bir konu var,” diye söze başladı Goran. Emina hanım çatalını tabağına bıraktı. Azra’nın kalbi hızla çarpmaya devam ediyordu, duyacaklarını tahmin edercesine.

“Ben burada doğdum, burada büyüdüm. Her şeyi burada öğrendim. Ben köklerimi bulmak, bilmek istiyorum. Bosna’ya gitmek istiyorum. Saraybosna üniversitesinde Tito’nun devasa posterlerinin altında yaşıtlarımla oturmak, yaşadıklarını öğrenmek istiyorum. Mostar köprüsünde, bir gün batımında  aşklarını ispatlamaya çalışan delikanlıların köprüden atlamalarını seyretmek istiyorum. O anlatıp durduğun tarihi kütüphaneye girip yüzlerce el yazmalarının, kütüphane yakılmadan önceki halini hayal etmek istiyorum. Baş çarşıda sebilin başında çayımı yudumlamak, kuşlara yem atmak, bütün ölmüşlerimizin anısına hiç sönmeyen ateşin başına , babama dualar okumak istiyorum. Hem, … hem anneannem de geri kalan ömrünü orada geçirmek istiyor. Son nefesini orada vermek, o topraklara gömülmek  istiyor. Öyle değil mi anneanne? Anneanne sen de söylesene. Öyle değil mi?”

Azra kulaklarına inanamıyordu. En korktuğu şey bunca yıl sonra başına gelmişti demek. Annesine baktı, gri gözlerinin derinliklerine. “Sen de mi böyle düşünüyorsun?”

Goran söyleyeceklerini söylemişti. Bu gece bir karar verilmesini istiyordu. Yarın sınavı olduğunu söyleyip odasına çekildi. Ana kızı yalnız bıraktı.

Azra suyundan bir iki yudum aldı. Bir taraftan her ikisine de hak veriyor, diğer taraftan korkusuna engel olamıyordu. Goran, Sırp babanın gayri meşru çocuğu olduğunu öğrenirse? Babasını bulup katil olursa? Ya da o Sırp askeri kendini korumak için… Hayır, hayır, hayır, oğlumu korumalıyım, herkesten, her şeyden…

“Bosna’da ölmek istiyorum ben,” diye söze başladı Emina hanım. Yoruldum, yolun sonuna geldim.

“Ama anne Goran?”

“Onun da hakkı var, gerçekleri öğrenmenin yaşı geldi. Ne zamana kadar saklayabilirsin?”

“Zamanın geleceğini hiç hesaplamamıştım. Ben, ben… ben hiç hazır değilim henüz buna.”

“Hiç bir zaman hazır olmayacaksın zaten. Beklemediğin anda, beklemediğin olaylarla karşılaşacaksın. İş işten geçmeden, daha da zorlaştırmadan her şeyin çözülmesi gerekiyor. Bunu anlamalısın artık.”

Başka bir yolu olmalı. Başka bir yol yok muydu acaba?

“Başka bir yol yok mu anne ? Bak biz bulduk, Her şeyimizi bıraktık, yeni bir hayat kurduk kendimize. Yıllarımızı mutlu geçirmedik mi bu şehirde? Öyle mi sandık yoksa? Anne söylesene, öyle mi sandık ?”

“Mutlu olmaya çalışan sendin. Yüzleşmekten hep kaçtın. Taktığın maskelerle hep kandırdın kendini. Ben öyle miyim ama? Aklımdan hiç çıktı mı sanıyorsun seni büyüttüğüm yıllar? On sekiz yaşında evlendim ben, anlıyor musun, on sekiz… Bilmez miyim sanıyorsun bir çocuk yetiştirmenin zorluğunu. Dayanacak gücüm kalmadı benim. Bunca yalan, bunca eziyet yeter. Dayanamıyorum…”

“Dönemem, o mavi apartmana dönemem. O mahalleye dönemem artık Komşularımız, kaybettiklerimiz…”

“Başka mahalleye, bize hiç bir şeyi hatırlatmayacak bir yere  gideriz. Gençlerin, yeni yerleşimlerin olduğu yepyeni bir mahalleye taşınırız.”

Unuttum ben o mahalleyi… mavi apartmanı… yok artık… o mahalle… yok… her şey yok oldu. mahallemiz yok oldu… komşularımız… yakınlarımız… nüfus idaresi… kayıtlar… bombalar… her şey yok oldu… Goran… öğrenmeyecek… asla… beni affetmez… Goran… baban öldü… evlenecektik… erkenden düştün karnıma… baban öldü… öyle bilecek…

Emina hanım yerinden kalktı. Sımsıkı tuttu Azra’nın titreyen omuzlarından.

“Asla o mavi apartmana dönmeyeceğiz. O mahalleye dönmeyeceğiz. Saraybosna üniversitesi yakınında o yeni kurulan semte taşınacağız. Savaşta kayıtların yok olduğunu söyleyeceğiz. Nüfus idaresi bombalandı. Goran’ın babası savaşta öldü. Bu kadarıyla yetinecek, öyle bilecek.  Yine de ait olduğu toprakların tarihini, neler yaşandığını bilecek. Goran burada doğdu, buranın düzenini öğrendi.  Sakin ol, her şey yoluna girecek.”

Ana kızın nefesleri birbirine karıştı. Sabahın ilk ışıklarına kadar konuştular. İkisinin de dinlenmeye ihtiyacı vardı. Yorgundular. Odalarına çekildiler. Kısık sesle telefonundan müziği açtı Azra. Gözlerini kapattı. Three letters from Sarajevo‘nun ritmine bıraktı kendini. Önce Alexandr’ı gördü. Çocukluk aşkı, kapı komşuları Alexandr. Okul çıkışlarında el ele tutuşup evlerinin bahçelerinde oyun oynadıkları, topladıkları tırtılları özenle kutulara yerleştirdikleri Alexandr. O küçücük tırtılları yapraklarla beslerler, derilerinin değişimlerini izleyerek o kısacık sürede uçmalarına şahit olurlardı. Onu hep kollayan, anne babasının kızlarını emanet ettiği Sırp ailenin tek oğlu. Sonra bir gece yarısı taranan apartmanlar…  duvarlarda açılan delikler…  patlayan havan topları… parçalanmış cesetler… işkenceler… gün ışığı… ortalık aydınlanıyor… mavi apartmandaki kurşun delikleri yerli yerinde… soykırımın dehşeti dünyada her gün hatırlanacak… milli kütüphane… onarılmış… el yazmaları…  yok… Saraybosna belleği… yok… savaş müzeleri… işkence müzeleri… cam kırıkları… canı yanıyor… gençler… devam edilen hayatlar… hangileri Goran gibi bu çocukların… Bosna… küçücük coğrafya… tekinsiz… Bosnalılar…  özgüvenli… hala tekinsiz…yüzyıllık Osmanlı camisinde bir afiş… Bursa büyükşehir belediyesi tarafından restore ediliyor..

Güneş doğuyor Azra’nın üzerine. Zorla kalkıyor yataktan. Hazırlanıp çıkıyor evden. Dokuma atölyesine gitmeden camide buluyor kendini. Vavların altında, el yazmalarının arasında oturuyor bir süre. Sonra caminin önündeki sebilden su içiyor, kuşlara yem atıyor. Çember tamamlanıyor. Acıların kefaretini ödeme zamanı. Bursa’da leylekler de göç ediyor…

Bir cevap yazın