Annen Yok mu Senin? – Zeynep PINARBAŞI
Körtüğüm anam bu körtüğüm diye bağırdı kadın. Sadece saçlarımı toplamıştım.
Annen yok mu evladım senin?
Yok.
Koşarak okulun içine kaçtım. Sınıfa doğru hızlı adımlarla giderken göz pınarlarıma büktüğüm işaret parmağımla vurdum. Gelme!
Babam, ne zaman istersen ağla, içinde tutma, derdi. Ağlayınca çocuklar sulu göz diye bağırırdı arkamdan. Hangisi doğruydu. Bu yaşımda hala öğrenemedim. Zayıflıklarını göstermek mi, acımasız olup had bildirmek mi?
Kapıdan içeri girdiği anda tanıdım onu. Anılarım, acılarım döküldü gözlerimden, kırk yıldır içine tıktığım göz yaşlarım o anda isyan bayraklarını çekti.
Düşünüyorum da birinci sınıf öğrencisine, pat diye anne mi sorulur? Ne hadsiz bir öğretmendi.
Okulun en sevilen öğretmeniymiş, tüm öğrencilere şefkat gösterirmiş, kızımız yanlış anlamışmış, disiplin sağlarken bunlar olurmuş, hayat böyle ilerlermiş, karşısına bu sorular çıkarmış. Babama söylenenler bunlardı. Çıka çıka hayatımın altıncı yılını mı bulmuştu bu sorular?
Hayır, yanlış falan yoktu. Okul kapısında, hademe kadına, azıcık tepemde dağınıklık var diye saçımı açtırıyordu. Ne olacak saçım düzgün olunca, okulda yıldızlı pekiyi mi verilecek yoksa okul Oscar ödüllerinde en iyi kadın öğretmen ödülü mü alacaktı?
Babam ertesi gün başka bir okula kaydımı aldırdı. Her sabah saçlarımı toplamaya çalıştı. Her seferinde, hayır, annem bana öğretti, ben yapacağım, diye direnir kendim toplardım. Ve bir daha beni başka okula almaya kalkma, annem gitmeden asla pes etme, dedi. Birkaç hafta sonra vazgeçti benimle savaşmaktan. Geleceğimin temellerini aslında, annen yok mu senin, sorusu atmıştı, içimdeki incileri döküp yerine çakıl taşları koyarak.
Şimdi yeniden kapıdan girene bakıyorum. O mağrur, endamlı, güzeller güzeli kadın iki büklüm olmuş, elinde bastonu tini mini yürüyor. Arada bir birkaç öğrencisi geliyor, canım öğretmenimiz, diyerek, canınız çıksın diyorum.
Hem çalışıp hem babamla ilgilenmek için açtığım özel, ultra lüks, yaşlı bakım evine bir gün onun da geleceğini hiç aklımdan geçirmemiştim. Varlıklı bir ailesi vardı, iki akıllı ve yakışıklı oğlu, bir de zengin kocası. Öğretmen maaşı hobilerine gidiyordu.
Olayı aklımdan çıkaramadıkça, zaman geçip aklım büyüdükçe Nesrin öğretmenin hayatını deşmeyi iş edindim kendime. O okula devam eden mahalle arkadaşlarımın yalaka velilerinden öğrenirdim. Kimse okuldan neden ayrıldığımı bilmezdi. Hep onu sever numaraları yapardım, hayata atılırken onun gibi iki yüzlü olmam gerekirse nelere ihtiyacım olacak acaba diye düşünerek.
Birkaç seneden sonra bakımevine gelen öğrencileri de ayağını kesti. Arada sohbet ederdik. Oğulları evlenmiş biri yurt dışında imiş, diğeri buradaymış ama onun karısı biraz küstahmış arası iyi değilmiş. Bazen acırdım ama empati yapmak kolay değildi. O mükemmellik abidesi yapmış mıydı benim için?
Hiç değilse o gün okuldan ayrılırken gözümün içine şefkatle baksaydı. Nefret dolu gözlerle bakarak, bir de utanmadan babama akıl vermişti. Yanlış yapıyorsunuz bu kadar zayıf olamaz, olmamalı, çok kafanıza vuracaksınız beyefendi, demişti.
Babam beni kucağına alıp, bir kelime daha çıkarsa ağzınızdan kafamı değil sizin kafanızı duvarlara vuracağım, dedi.
Öğrencileri ayağını kestikten bir süre sonra, uzun aralıklarla arayıp halini hatırını soran yurtdışına giden oğlu da aramaz oldu. Ama arıyorlarmış gibi davranırdı. Yurt dışındaki daha kıymetliydi. Diğerini övmeye çalışır, eşi istemez olabilir kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama ben oğlumla yalnız olduğu zamanlarda görüşürüm, netice de evladım, derdi.
Biraz araştırdıktan sonra öğrendim bu lüks mekâna yatışını oğullarından habersiz kendi yapmış, elinde avucunda ne varsa satıp güvenilir bir avukata vermiş. Ölene kadar masrafları görülecek ölünce de kalan onun olacakmış. Umarım dedim içimden avukatı da benim gibi eski bir öğrencisi değildir.
Bir sabah binaya girer girmez kendimi koşuşturmanın içinde buldum. Nesrin Hanım banyoda sabuna basıp düşmüş. Hemen güvenilir avukatı gelmiş. Adam iyi insanmış yine hayat yüzüne gülmüş, diye düşündüm. Ameliyatlar, hastane yatışları derken bir zaman görünmedi. Geldikten sonra birkaç ay aylıklarında aksamalar olduğunu fark ettim. Önce avukatı ile görüştüm. Sonrasında Nesrin’e bahsettim. Bir süre daha her şey yolunda gitti. Oğullarının mükemmellik masallarına bir de avukatı eklendi. Hiç adını anmadığı adamdan bahseder olmuştu. Öyle yüksek bakışları vardı ki insanlara karşı, adamın adını anmayı hiç düşünmediği günlere ne oldu, derdim hep.
Çok geçmeden çıktı kokusu. Avukat, faturalar, harcamalar o hastane yatışı sonrası her şeyi öyle güzel kılıfına uydurmuştu ki, ne kadar inceleyip yardımcı olmak istesem de bir açık bulamadım. Kadın bir süre kendine gelemedi. Vicdansız olmayalım birkaç ay misafir edelim diye düşünürken Ne olur ne olmaz diyerek ufak bir birikim bırakmıştım, dedi. Ama çok ufaktı. Önce odası değişti. Kalan parası ile altı aylık ödemesini yaptı. Sonrasında iki ay biz misafir ederiz, dedim. Sevindi. Yeşim taşlı kolyesini çıkardı boynundan, ölürsem bunu bağışlayın kimse almasın benden, dedi. Şaşırdım. Kocasından kalan tek hatıraymış, kimse ona layık değilmiş. Taş layık olanı bulurmuş. Bir anlık beni kendi hayatına yakıştırmıştı. İçimdeki bilmediği buz dağlarını eritmişti bu hali. Altı ay üstüne iki ay daha geçti. Kolyeyi satsak dedi, biraz daha idare ederim, çocuklarımı rahatsız etmek istemiyorum, son çare onlar, düzenleri bozulmasın, dedi. Kolyesini geri verdim, kalsın birkaç ay daha idare ederiz, dedim. Ne gelen vardı ne giden, iyiye gidişat yoktu. Sağlığı da bozulmaya başladı. Durumu anlattığım oğulları bir daha telefonları açmaz oldu.
Nesrin Hanım’ın güvendiği atlas yorganları da yandı. Oğulları ile konuştuğumu bilmeden, yakında halledecekler, derdi. Konuştum. Halledecekler. Bir sabah aniden, gidiyorum, dedi. Memnun değilim sizden, başka yere geçeceğim. Hakaretler savurdu. Ne paragözlüğüm kaldı ne tesisin pisliği ne de çalışanların terbiyesizliği. Hiçbiriniz iyi aile eğitimi almamışsınız, dedi.
Elinde küçücük çantası iki büklüm olmamaya çalışarak mağrur bir ifadeyle yürürken, dayanamadım arkasından bağırdım.
Çocuğunuz yok mu sizin?