Röportaj

BİR KAHRAMAN ADAYININ GÜNCESİ – ÇAĞDAŞ TURAN

Amerikan kültürünün dünyaya en büyük armağanlarından biri sanıyorum ki süper kahramanlardır. Çizgi romanlarda kare kare ilerleyen ve o karelerdeki düşünce balonları içindeki kısa cümlelerle kendilerini okuyanları etkisi altına alan bu kahramanlar günümüzde de halen bu etkilerini sinema ve diziler yoluyla sürdürmekte.
Peki kahraman olmak nedir?
Bana kalırsa günümüz dünyasında yaşam mücadelesi veren herkes birer kahramandır ama daha özele
inecek olursak topluma ayna tutan, eleştirebilen yazarlar günümüz kahramanlardır. Yazarlar her daim kahramanken gerçeklikten kopuşa sürüklenen günümüzde gerçekleri gösterenler kahramanlardır.
Çağdaş Turan da bu tanıma uygun bir yazar. Bir kahraman adayının güncesi, ince dokunuşlarla yansıtmalar yaparken kara mizah unsurlarını da yer yer içinde barındırıyor.
Çağdaş Turan 2. Kez dergimize konuk oluyor.
Çağdaş Bey tekrar hoş geldiniz…

Kendinizi kahraman olarak görüyor musunuz?

Maalesef hayır, herhangi bir süper güçten ya da doğaüstü yeteneklerden mahrum olmamı bir kenara bırakırsak, kahramanlarda görünen fedakârlık, irade ya da adanmışlık gibi manevi davranışlar konusunda da kendimi pek yeterli görmüyorum. Ama kahraman olmak istiyorum açıkçası. Belki ileride olur.

Bir kahraman adayının güncesi hem hikâye hem de kitap olarak nasıl doğdu?

“Bir Kahraman Adayının Güncesi” isimli hikâye hepimizin başından geçmiş olduğunu düşündüğüm bir konuya sahip aslında. Çocukluk hayallerimizin gerçeklerle çarpışması, ardından gelen hayal kırıklıkları, travmalar… Aslında diğer öykülerimde de bu temaya sadık kaldığımı düşünüyorum. Hayal âlemleri ile gerçek dünya arasında sıkışıp kalmış insanlara yakın hissediyorum kendimi. Hatta yakın ne demek, ben de düpedüz öyleyim.

Bir şirket komedisi adlı hikâyenizdeki Kem göz Ahmet ve İsmail Bey’in olayı hakkında yakaladığınız açgözlü insan figürünü biraz daha açacak olursak. Açgözlü olmak sadece iş insanlarına özgü bir durum mu? Bu konudaki gözleminiz nedir?

Açgözlülük insanı tanımlayan başlıca özelliklerden biri bence. Sadece iş dünyasında değil, her kesimin vazgeçilmesi… Zaten aç gözlülük, bencillik, hırs gibi özelliklerimiz insanlığın geneline bu kadar yayılmamış olsaydı dünya çok daha iyi bir yer olurdu.

Yine aynı hikâyede tanımladığınız beyaz yaka hiyerarşisi toplumun gerçek özeti diyebilir miyiz?

Evet, unvan, para, mevki gibi sahip olduğumuz ne varsa karşı tarafı ezmek için kullanıyoruz. Dediğiniz gibi, maalesef, toplumların ender buluştuğu ortak paydalardan birisi bu.

Her şey Beşiktaş için ve Gürdal Beyi taktimimdir adlı öykülerinizde Beşiktaş’ı ve Beşiktaş’a sevginizi göstermişsiniz diyebilir miyiz?

Kesinlikle… Aslında futbola çok düşkü birisi değilim ama babadan gelme bir Beşiktaşlılık var. Bu da insanlarla iletişim kurmamı sağlayan, beni yeri geldiğinde mutlu, huzurlu hissettiren bir duygu.

 

Gökyüzündeki tanımlanamayan cismin ve hikâyede gecen istiridye mantarının çıkış noktasını bizlerle paylaşır mısınız?

O hikâye gerçekten de yaşanmış desem ne düşünürsünüz. Arkadaşlarımın başından geçmiş, sonra bana anlattılar. Gecenin yarısında gökte üç tane ışık görüyorlar, ufo olduklarını düşünüyorlar ve hikâyede geçen o yorumu yapıyor içlerinden birisi. Artık ne tür insanlarla takıldığımı siz düşünün.

Yazma! Adlı hikâyenizde “İyi yazarlar ilginç konulara ihtiyaç duymazlar” diyorsunuz. Bunu yapan ünlü yazarlardan birini söyleyebilir misiniz? Özellikle hangi öyküsü?

Aslında bütün büyük yazarlar için söz konusu bir durum bu. Mesela Sait Faik, ilginç konulara ya da ne bileyim sürpriz sonlara ihtiyaç duymayan bir yazar. Cümleleriyle, tanımları ve olayı işleyiş biçimiyle okuru yeteri kadar etkileyebiliyor. Farklı taktiklere ihtiyaç duymuyor. Örnekler o kadar çok ki…

Yazma! Adlı hikâyenizdeki sözünüze bir senarist ve sinema sever olarak katılsam günümüz dünyasında yaşadığımız toplum bunu görmeyi pek istemiyor gibi. Yani bu tip ayna gibi kendini gösteren hikâyeleri sıkıcı görüyorlar ve buna sanat diyorlar. Bu durumda gerçeklik, sanat ve sıradanlık toplumun gözünde olmaması gereken bir durum mu? Yazar olarak bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Evet dediğinize ben de katılıyorum. Ama maalesef günümüz dünyasının yaşamı algılama biçimi bu. Sadece sanat değil, her alanda durum böyle. Hoşumuza gitmese de kabullenmek zorundayız.

Yine Yazma’dan devam edecek olursak; hikâyeniz günümüz geçleri için bir eleştiri aynı zamanda da bir yazarlık kılavuzu diyebilir miyiz?

“Yazarlık kılavuzu” tanımı biraz iddialı olur. Sadece gözlem diyelim en iyisi. Ama bu hikâyedeki eleştirileri ciddiye alan olursa o da ayrıca mutlu eder beni.

Yazmak, sizce nedir?

Bazı insanların yapabildiği bir eylem. Tıpkı bahçeyle ilgilenmek ya da yemek yapmak gibi… Yazabiliyorsan, yani öyle bir yeteneğin varsa yazman lazım. Bir de istemek önemli. Yazma eylemini başka aktivitelerin üzerinde tutmak ve sadece eylemin kendisinden zevk alabilmek.

Yazarlar ve yazarları eleştirenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eleştiri nerede başlamalı? Bir sınırı olmalı mı?

Konu hakkında yetkinliği olan kişilerin yapması gereken bir durum bu. Fakat günümüzde, maalesef işin cılkı çıkmış durumda. Özellikle sosyal medyanın bu denli hayatımıza girmesi ve artık insanların kendilerini bu ortam üzerinden tanımlama zorunda hissetmesi karşımıza garip şeyler çıkartıyor. Kısacası herkes her konuda ahkâm kesme hakkını görebiliyor kendinde. Çok tehlikeli, insanı yıpratan bir durum.

Yazmanın kalıpları ve kuralları hakkında ne düşünüyorsunuz? Günümüzde hikâyenin, romanın, denemenin ve şiirin katı kuralları var. Bu durumun yazmanın doğasındaki özgürlüğe bir etki yaptığına inanıyor musunuz?

Yazı ile ilgili her türlü kalıba ve kurala karşı duran bir yapım var aslında. Ezberleri bozmak hoşuma gidiyor. Dediğiniz gibi yazma eylemi içerisinde büyük ölçüde özgürlüğü barındırıyor. Onu çıkardığınız zaman geriye kalan şeyler belki teknik olarak iyi fakat kuru, sönük ve cılız kalıyor. Gel gelelim söz konusu kuralların bilinmesi önemli. Bence yazar eskiye ait kalıpları yıkmak için önce onları öğrenmeli, sonrasında içinde sindirip dönüştürebilmeli.

“Çocuklarına değer veren, onlar için çalışan didinen her baba kahramandır, bizler o insanların yanında sıradan kalırız.” Babamın Arkadaşları adlı hikâyenizdeki bu cümleye beni çok etkiledi. Bu hikâyenizin nasıl oluştuğunu bizimle paylaşır mısınız?

Ben bir kız babasıyım. Hikâyedeki kahramana da kızımın adını verdim: Asya. Aramızda ilginç bir bağ var kızımla, o bağın önemini anlaması için yazdım o hikâyeyi. Önemini anlasın ve bir ömür boyu unutmasın diye. Benden sonra da yaşayacak bir anı, dahası hediye olsun istedim.

Şarköy günlükleri’nde yine paraya değindiğinizi görüyorum. Bu hikâyeden yola çıkacak olursak; “Aşk paradan üstün değildir” diyebilir miyiz?

“Yaşayabilmek için maalesef paraya ihtiyacımız var,” diyelim. Özellikle son dönemlerde bu daha da hissettirir oldu kendisini. Artık bırakın ufak tefek lükse kaçan şımarıklıkları temel ihtiyaçlarımızı bile karşılayamaz hale geldik. Bu durumda da aşka ne zaman ne ortam bulabiliyoruz.

Diyarbakırlı Vampir is rising, politik ırksal kimliğine barındıran güzel bir hikâye olmuş. Nasıl kurguladınız bu hikâyeyi?

“Diyarbakırlı Vampir is rising” değişik bir hikâye. İçinde fantastik öğeler barındırsa da aslında güncel sorunlara da değiniyor. Son dönemlerde ırkçılık olaylarının arttığını görüyoruz. Bizden olan ve olmayan ayrımının keskinleştiği, aradaki duvarların daha da yükselip kalınlaştığı günler bu günler. Bu duruma birazcık mizahi şekilde yanaşmak istedim. Maksat ortam yumuşasın.

Çağdaş Turan bu hikâyelerin en çok hangisinde?

Hepsinde bolca var.

Yeni kitaplar da gelecek mi?

Sürekli olarak yazmaya gayret ediyorum. Bunlar ne zaman derlenir toplanır, nasıl yayımlanır bilemiyorum ama yazmaya devam…

Yazdığınız bu hikâyelerin dışında toplumda gördüğünüz en büyük sorun nedir?

Türkiye’de sorunlar bitmiyor maalesef. Zamanın şartlarına göre bazıları ön plana çıkarken bazıları geri planda kalıyor. Ama bitmiyor bir türlü. Şu sıralar en büyük problemimiz ekonomi. Geçinemiyoruz. Geçmiş dönemlerimizde rahatlıkla yaptığımız şeyler şu an lüks gibi geliyor bize. Dışarıda herhangi bir yerde oturup ağız tadıyla çay bile içemiyoruz. Başka sorunlar da var tabii ki. Özgürlüklerimiz günden güne kısıtlanıyor. İlginç, garip bir baskı var üzerimizde. Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisi vardır. Daha ilk basamaktaki fiziksel ihtiyaçlarımızı ve güvenliğimizi bile sağlayamıyoruz. Bir önceki soruda değindiğimiz ırkçılık var mesela. Son dönemlerdeki en büyük problemlerden biri de bu.

Müziğe ilginiz biliniyor; müzik üzerine bir hikâye düşünüyor musunuz?

Evet… Hatta tamamı müzikle ilgili olan bir öykü kitabı düşüncem de var.

Hikâyelerinizi yazarken ilham aldığınız nokta nedir?

Pek ilham almıyorum aslında. Sadece oturup yazıyorum. Her ortamda her şekilde yazma kabiliyetine sahibim.

Hikâyelerinizi nasıl oluşturursunuz? Yani önce sonunu yazan yazarlar var başlığı yazıp başlayanlar. Siz nasıl yazarsınız?

İstisnaları olmasına rağmen yazmadan evvel kafamda tasarlıyorum. En azından başlangıç ve sonuç kısımları belirgin oluyor. Hikâyelerimde sürpriz sonlardan hoşlanıyorum. O nedenle sonunu belirlemeden yazmaya pek yanaşmıyorum Fakat dediğim gibi, istisnaları da var…

Mutlu olmanın temel prensibi hikâyedeki gibi mi?

Mutluluğun basit şeylerde olduğunu düşünüyorum. Bir sokak hayvanını sahiplenmek, Kadıköy’de başıboş dolaşmak, sahaflara, plak satan dükkânlara dadanmak… Böylesi eylemlerin bol olduğu bir hayatta mutluluk da vardır.

Bir noktalama işareti olma gücünüz olsaydı hangi işaret olurdunuz?

Nokta olmak isterdim. Sanki en kudretli işaret o gibi. Bitiren, sonlandıran…

Çağdaş Bey keyifli söyleşi için çok teşekkürler…

Hüseyin İlker DUMAN

Bir cevap yazın