Hikaye

VEDA’NIN KISA BİR HİKÂYESİ – H. İlker Duman

O, bugünün önemli kişisiydi. Her şey onun içindi ; çünkü yeni yaşını almaya başlıyordu artık. İki yaşını doldurmuş, üç için gün alıyordu. Bu onun için bir anlam ifade ediyor muydu? Bir insan geçmişine baktığında ikinci yaşgününü hatırlaması ne ifade ediyordu ki? Asıl büyük soru da şu olmalıydı “Bu kız mutlu muydu?”

Geceleri beyaz bir ışık gibi aydınlatan ayı bile kıskandıracak beyazlıktaki yüzüne bakılırsa çok da mutlu değil ama en azından başka hissettiği duygu da çok yoktu. Fakat etraftakiler onu mutlu olduğunu düşünmek istiyorlardı en azından küçük yüreğinin bir yerlerinde mutlu olduğunu bilmek ya da ummak… Öyle ya daha, o kirli dünyanın kirini henüz yememişti yetişkin aklına göre ama yanılıyorlardı çünkü daha anne rahmine ilk düştüğü anda kirli dünyanın en kötü duygularından biri olan nefreti  tatmıştı ve yüzü o yüzden hiç gülmüyordu.

Etrafı anne tarafından akrabalarıyla doluydu. Etrafında adeta bir sevgi çemberi oluşturup onu neşelendirmeye, yüzüne hafifte olsa bir tebessüm kondurmaya çalışıyorlardı. Bir de herkesin elinde ışığı yanan bir telefon vardı. Herkes onun ilk güleceği anı çekmeye çalışıyordu. Telefonların ışıkları balkonu öylesine aydınlatmıştı ki o anda; dünya güneşin değil de balkonun etrafında dönmeye karar vermişti artık. “Hadi gül… Hadi gül…” sözleri de gecenin hit şarkısı gibiydi; Veda’nın en derin nefretini kazanan şarkıydı adeta.

Küçücük balkon o kadar küçüktü ki korona bile sıkış tepiş olmaktan bunalıp hava ile telefonların sıcağı ve memleketin de neminin etkisiyle ruhunu terk etmişken Veda’nın sevgi çemberi de giderek daralıyordu. Veda, gülmüyordu bir türlü ama ağlayıp da çemberi delip geçmek için türlü yollar arayışını da sürdürmüyor değildi. Biliyordu ki durduk yere ağlasa çember, bir pop starın hayranları misali üzerine çullanacak bu onu daha çok gerecekti.

Çemberden çıkış yolu olarak pintiler pintisi dayısının üzerine kusmayı denedi ama midesi tam takır kuru bakır misali boştu o sırada. Zaten kusmuklarına da yazık olurdu. Hem pinti hem de gösteriş budalası olan dayısının üzerindeki dünyanın ilk üretim Lacoste’si gibi duran tişörtün logosu bile “Ne olur artık beni giyme,” der gibi duruyordu. Rengi öylesine solmuştu ki dünya renk arşivine yeni bir renk olabilirdi. Tüm bunlara rağmen dayısı, Veda’nın annesinin en yakın arkadaşını o tişörtle etkilemeye çalışıyordu; ruhunu çoktan teslim etmiş, düşmek üzere daha doğrusu intihara hazırlanan logoyu kızın gözüne sokarak.

Veda’nın bir an gerçekten midesi bulanır gibi oldu fakat bu seferde diğer gösteriş budalası annesi girmişti devreye. Dekoltesini açabildiğine açarak Veda ile birlikte pozlar verip hem duyar kasıyordu, “Küççük kızımın anası da babası da benim ben,” diye. Hem de paralı bir koca, en azından eski kocasından karizma bir koca arayışını sık sık fiziğini paylaşırken çıkardığı ses ve kelime efektleriyle sublininal mesaj olarak vermeye çalışmıştı. Fakat mesajlar sublininal gelmiyor da erkek Viktorya cennet kuşunun çiftleşme dansı gibi açık bir mesaj olarak gitmişti.

Küçük kız tam kusacakken annesi, onu kendine öyle bir çekti ki ekrana girsin diye, kusmuk ağızı yerine beynine kadar çıktı ve orada iki tur devir daim yapan safra suyu, Veda’yı sersemleterek midesine geri döndü.

Veda küçük de olsa anlamıştı artık altına doldurup doldurmadığını eline alıp sevgi çemberine de atsa kurtuluşu yoktu buradan. Gerçi Helin teyzesinin yamuğun dik acılarını rahatlıkla hesaplayabilecek kadar yamuk kafalı kocası Halil’e biraz bok atmak Veda’yı bir an olsun gerçekten  güldürebilirdi ama gülmek için değmezdi buna. Her ne kadar Halil, “Bu kız babası gibi asık suratlı. Bundan bir şey olmaz,” dese de yanaklarını çekiştiril onu zorla güldürmeye çalışsa da değmezdi.

Babasına benzetilmek onun için hiç de önemli değildi. Babasını da sevmiyordu zaten. Babası da onu. O, bir nefretin çocuğuydu. Ayrılmak üzere olan bir çiftin son umut olarak peydahladığı, sevişirken dahi hiç sevginin olmadığı bir birlikteliğin eseriydi. Halil yine onu güldürmek için hamle yaptığında parmağını ısırmış, bu içinde sosyopatça bir gülme isteği uyandırmışsa da gene gülmemişti.

Güldürmek ve gülmemek arasında Jedilerle Sithler arasındaki mücadeleyi andıran bir savaş sevgi çemberi ile Veda arasında devam ederken işte o beklenen an gelmişti. Balkonu aydınlatan daha doğrusu aydınlattığını sanan ışık sönmüş, kendinden önce o sıkışık balkona giren dört-beş sokak köpeği cinsi köpek eşliğinde büyükanne elinde köpek şeklindeki çikolatalı pastayla girmişti. Pasta çikolatalı ve çok güzeldi. En azından görünüş olarak… Fakat pastada mum yoktu nitekim büyükanne köpek düşkünüydü bu yüzden de pastadaki köpeğe zarar gelsin istemiyordu. Mumlar ayrı bir tabağın üzerindeydi. Pastanın nasıl kesileceği ayrı bir muammayken büyükanne, daracık balkonda köpeklere değenleri sözlü olarak haşlıyor, köpekler için çok üzülüyordu.

Ev köpek barınağı gibiydi. Veda, annesi ve pintilerin şahı dayı aynı evde yaşıyorlardı. Veda’nın annesi, ne Veda’yla ne de evle ilgileniyor, nafaka ve ailenin geri kalanından tırtıkladığı paralarla gösteriş budalalığı ve sosyal medyada fenomen, muhteşem anne imajları çiziyordu. Oysa ki teyze Helin bir gün eve geldiğinde Veda’yı köpeğin dışkısını yemek üzereyken yakalamıştı. O sırada anne ise aynı odada, açtığı canlı yayına odaklanmış, izleyenlerine pilates yapıyordu.

Veda’nın üzerindeki gülmesi yönündeki baskı had safaya çıkmış, köpekler dahil herkes Veda’ya daha da yaklaşmıştı. Fakat insanları köpeklerden ayıran en büyük fark Veda ile başlayan emir kipli cümleleri değildi sadece. Ona dokunmaları ve ellerindeki telefonların ışıklarıyla göz muayenesi yapan doktor misali yaklaşmalarıydı. Bu durum Veda’ya belki o aradığı, ağlayıp kaçma fırsatını vermişti fakat kurtuluşun çok kısa olacağının küçük yaşına rağmen Veda’da fark etmişti. Gerilim müziği tadındaki emir kipli cümleler eşliğinde kendine doğru gelen mumlu tabağa baktı. Tam mumları üflerken yüzüne alaycı ve yapmacık olduğu çok belli bir tebessüm kondurdu. Herkes gülüşün sahte olduğunun farkına varmıştı fakat gülüş gülüştü işte ötesi yoktu. Yaşanan bu an ortamdaki herkes için ayrı ayrı bir bayram havası estirmiş, tüm balkon halkı(köpekler hariç) telefonlarına sarılıp sevgi çemberini adete kuşatması kalkan kale misali bozmuş, ortam en derin korkuları gün yüzüne çıkaracak kadar sessizleşmişti. Herkes balkonun bir yerinde, anlık bir gülüş atan Veda’nın fotoğrafını paylaşacak süslü sözler, alengilli hastaglar düşünmeye koyulurken günün önemli kişisi önemini yitirmişti artık. Balkon demirlerine dayanan Halil enişte balkondan düşerek alameti farikası olan yamuğun dik açılı kafasının dik acılarını kaybetmişti. Pinti dayı asıldığı kızdan şamarı yemiş ve Lacoste logosu çakma olduğu gerçeğini öğrenip süzülerek tişörtü terk etmişti. Veda’nın annesine sosyal medya uygulamalarından talip mesajları yağarken(hiç kuşkusuz ki bunda subliminal olmayan mesajlarının etkisi de yadsınamaz), iki köpeğin aynı anda bacaklarına hallenmesine sevgi çığlıklarıyla mahalleyi sarsan büyükanne de gecenin kimyonu olmuştu.

Veda ise rahatlamış hâlde büyük patlamanın ardından çıkan kaosu gözler gibi karanlık bir köşede varlığın sebebi nefret dolu duygularla balkondakileri izlemeye koyulmuştu. Kimse artık küçük kızı görmemiş, varlığını o anlığına unutmuştu. İşte o an Veda gerçek bir tebessüm kondurmuştu yüzüne. Unutulmuşluğun sevinci ve insanlara olan nefretinin açığa çıkması güldürmüştü onu.

Bir cevap yazın