YAZAMAYACAĞIM BİR HİKÂYEYİ YAŞIYORUM
“Keşke insanların yüzü boktan ibaret olsa da silince çıksa ve tuvalete atıp, şifonu çekince de hayatımızdan çıkıp gitseler,” diye düşündüm. Zihinim illa benimle kapışacak ya dedi ki “Ya yüzsüzler ordusu ne olacak?” düşündüm. “Sahi onlar ne olacaktı?”
Neyse şimdilik bu kadar felsefi düşünce yeter. İşsizlik ordunusunun üst rütbelilerinden biri olarak bok gibi insanların yaradılış felsefesi üzerine düşünecek istemediğim kadar çok vaktim olacak.
İki-üç saniyelik bir düşünce sessizliği oluyor zihnimde ve hemen O dolduruyor zihnimi; bir fotoğraf karesinin tab ettirilirken suyun içinde giderek netleşmesi gibi. Netleştikçe mutluluğu derinlemesine yansıtan gözleri beliriyor önce, kahveden elaya kayan büyülü renge sahip gözleri. Gözlerinin üzerinde yüzüyle uyumlu, ne ince ne de kalın, kalemle çizilmiş kaşlar. Esmer ten rengi, sütü biraz fazla kaçmış çikolata misali beliriyor. Kırmızı kalın dudaklar, dudaklarının etrafında gülüşüyle birlikte belli belirsiz iki gamze, zarif öpülesi boynu ve o boyna değen narin parmaklar netleşti zihnimde. Karşımda gibiydi artık. Dokunsam siyah saçlarına, parmaklarımın arasında bir gece meltemi misali esip geçecekti âdeta.
Tüm bunlar olurken bir his kaplıyor bedenimi yavaş yavaş. Yakıcı bir zehir misali ama hemen ardından da aşkın sıcaklığı yayılıyor ki o pişmanlık denen yakıcı duygunun acısını bir merhem gibi kaplıyor, anlık olarak iyi ediyor beni. Fakat onu şimdi düşünemem hem vaktim yok -aslında vakitler denizinin enginliği benim için bir manzara misali ortada da bahane arıyorum işte- hem de cesaretim. Bir kere kanka ayağına başlamışız iletişime, nasıl aşka döner ki bu durum? Üstelik tek sorun kanka ayağı da değil. Geçelim bunu. Hadi geçsene bu düşünceyi işe yaramaz zihnim. Geçiyor, neyse ki artık. Görüntü yavaşça kayboluyor ama geçerken yine pişmanlığın yakıcı ürpertisi benliğimi kaplıyor.
Dikkatimi başka yöne çeviriyorum ve güneş… Odamı ziyaret saati yavaş yavaş dolmak üzereydi belli ki kalmak üzere olan misafir gibi boyu uzamaya başladığını görüyorum. Odamdaki tüm eşyaların gölgeleri uzamaya başladı. Sinirli bir yan bakışla güneşe baktım. Çünkü biten bir günle birlikte umutsuzluklarım da karanlıkla birlikte içime doğmaya başladı. Kesinlikle anksiyete oluşturacak türden bir durum ve bu durumdan çıkmanın en güzel yolu içinde New York geçen bir romantik film izlemek tabii ki O’nu düşünmeden. Çoğu romantiğin aksine ben New York’un, Paris’ten daha romantik bir yer olduğunu düşünüyorum. Belki bunda usta yönetmen Woody Allen’ın da büyük payı var. Allen’ın Paris ile ilgili de çok güzel yapımı olsa da New York’lu yapımların yeri ap ayrı.
Benim gibi iflah olmaz bir romantiğin, romantizmi sadece film ve dizilerde yaşayabilmesi de çok acı.
Acı ama gerçek olan başka bir durum daha var ki benim gibi bedensel engelli biri, kadınlar tarafından kolay kolay tercih edilmiyor.
Artık televizyonun karşısına geçip bir New York içeren bir film bulayım da filmle birlikte yalancı bir ilişki yaşayıp, çikolata yemiş gibi mutlu olayım. Gerçi bugün beni mutlu eden bir olay da yaşadım Linkedin‘den iş başvurusu yaptığım bir yer olumsuz da olsa bir dönüş yaptı. 7-8 yıllık işsizlik hayatımda bir ilk oldu. İnsanlık için küçük benim için büyük bir adım. Keşke bu sözü gerçekten adım atarken kullanabildeydim ama kısmet ironiyeymiş.
Olduğum yerde bulunma vaktim gelmiş geçiyordu bile. Tıpkı Süpermen’i çağıran yalnızlıklar kalesi gibi yalnızlık kadar soğuk mutsuzluk kadar kasvetli odam beni kendine çekmeye başlamıştı. Oda da televizyonun tam karşısında duran Washington’daki Abraham Lincoln oturduğu mermer koltuğa benzeyen beyaz koltuğum var. Annem, beni o koltuğa otururdu, televizyonu açtı ve gitti. Bir süre ben televizyona, televizyon bana bakıştık. İkimiz de birbirimizden bir şeyler izliyor gibiydik fakat ikimiz de boşluğa bakıyorduk sadece. Sonunda pes eden ben oldum ve Amazon Prime’ı açtım. Bir film vardı hayal meyal hatırladığım. İçinde New York kelimesini gördüğüm bir tanıtım yazısı vardı. Kısa bir gezintinin ardından Law & Order: Special Victims Unit‘tan sonra nihayet buldum onu. The Only Living Boy in New York(New York’taki Tek Yaşayan Çocuk) ve oynat tuşuna bastım. Ünlü oyuncu Richard Gere’a çok benzettiğim Callum Turner(Thomas), Kiersey Clemons’tan(Mimi Pastori) hoşlanıyor. Mimi, afro-amerikan güzeli bir oyuncu. O’na uzaktan, kıyıdan benziyor. Ya da beynim beni öyle yönlendiriyor ki içimde hislerimi söyleyemememin baskısı biliyorum ki buna neden oluyor. Ama ben Thomas’a hiç benzemiyordum orası ayrı.
Film devam ederken benim içim yeniden yanmaya başlayor. Acı hissi Thomas ile Mimi her yakınlaştığında daha da artıyor. Thomas bana tip olarak benzemese de istek olarak aynı bendi. O Mimi’yi ben ise aklımdan hiç çıkmayan O’nu istiyordum. Thomas, öğrendiği bir gerçek yüzünden yıkılmış halde Mimi’nin evinde, kanepede, morali bozuk halde otururken Mimi de onu teselli ediyor, saçını okşuyordu. Sonunda beklenen o kıvılcım oldu ve Thomas, Mimi’nin güzel kalın dudaklarına bir öpücük kondurdu. Bilincim filmi izlerken bilinçaltım acıya daha fazla katlamamış olacak ki elimde telefon, O’nu adımı söylerken buldum.
Normalde en iyi yaptığı iş beni meşgule atmak olan kadın neden şimdi görüntülü aramayı açmıştı?
Gözleri yaşlıydı, belli ki sevgilisinden ayrılmıştı yine ve dertleşme faslına denk gelmiştim. O anda hatırladım o hep birinden ayrılır ben O’na açılmak için zamanın gelmesini iyileşmesini beklerken O yeni birini bulur, bu durumda zamanla bizi kankaya dönüştürürdü. Sevdiğinle kanka olma fikri çok yıkıcı…
Ben bunları düşürken O sadece, “İyi ki aradı,” dedi. Gözlerinden hüzünlerini akıtmaya başladı.
O konuşurken Thomas ve Mimi bitmişti bile. Bir an sustu, yaşlı gözlerle bana baktı, “Hep ben konuştum,” dedi.
“Evet,” dedim içimden. “Ağlayarak yaralı yüreğimi defalarca tuza batırdın çıkardın” dedim yine içimden. Dışımdan sadece “Önemli değil,” cümlesi çıktı.
O, burnunu çekti sadece ve “Çok incesin,” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından “Sen… Sen de ne var ne yok?” dedi.
İçimdeki acı yangına dönüştü artık. Gözeneklerimden dumanların çıktığını görebiliyordum. “Ben de mi?” dedim zaman kazanmak için. O başını salladı zoraki bir gülüşle. Belli ki “Ben de bir şey yok,” deyip görüşmeyi bitirmemi istiyordu. “Dişi ayıya merhaba desem yönünü değiştiriyor. Ne olsun ki?” dedim. Birden yüzünde o zihnimdeki gülüşü belirdi.
İçimden o gülüşe karşı bir duygu volkanı yükselmeye başladı. Yükselirken de ışıktan daha hızlı bir şekilde güzel anlar geçiyordu. Yıldızlı bir gecede, hamakta uzanmış birbirimizin gözlerine bakıp O’nun saçıyla oynarken ben, ay ışığı zifiri karanlıkta sadece bize vuruyordu. Sevgimizin saflığına ayda şahitmiş gibiydi.
Zihnim ışık hızında yeni bir düşe geçmenin hazırlığına geçerken O, kahkaha atarak “Demek ki balı vermemişsi,” diyordu ki, “Ben sana aşığım. Seni her şeyden çok seviyorum,” cümlesinin her sözcüğü bir duygu lavı halinde, sıcak ve güzel renklerde çıkıyordu. Ben cümlenin devamını getirmeye hazırlanırken o sadece, “Bunları duymamış olayım,” dedi bir nefretini kusar gibi. “Sen kankasın benim için. Hoşlanacağım biri değilsin ki. Şu halini bana uygun mu görüyorsun sen kendini?” dedi. Görüntü kesildi.
Telefonu elimden kayıp yere düşerken telefonu tutan elim, yaş dolmaya başlayan gözlerimi kasıla kasıla silmeye çalışıyor, o sırada da içimde hüzünden başka hissettiğim tek bir duygu durumu vardı. O da içimin pişmanlıktan yanmadığı, rahatladığımdı. Fakat hüzün içimi kaplayan yeni bir duyguydu. O gün O’nunla her şey bitti. Ne kankalık ne de arkadaşlık kaldı. Birkaç kez O’nun istediği olsun diye denediysem de her şey o gün bitmişti ikimizde pekâlâ bunun bilincindeydik. Önce aramalar kesildi, ardından sosyal medyada beğeniler ve takipler. Bende kalan bir sızıydı. O’nda kalanıysa bilmiyorum. Sevmek ama aynısının yakını kadar bile sevilmemek romantizmin en acı yanı olsa gerek.
Böylesi bir hikâyeyi yazmak istemezdim, fakat iliklerime kadar yaşadım. Oysa ki romantizmin en bilenen kuralı mutluluktur ama o New York’un güzel hikâyeleri bir kısım kitap ve filmde kalır sadece.