VECİHİ – ORHAN BAHTİYAR
Gökyüzüne sevdalı bir millî değer: Vecihi Hürkuş.
Vecihi Kara Tehlike, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında yarattığı mucizelerle Kurtuluş Savaşı’na büyük katkı sağlayan, Türk havacılık tarihinin mihenk taşlarından Vechi Hürkuş’un azmini ve sarsılmayan inancını anlatan belgesel niteliğinde bir roman.
Vecihi Hürkuş, savaş dönemi bilinen adıyla “Kara Tehlike” yıkımın ve imkânsızlığın ortasında mavi gökyüzünde umudu yeşertiyor. Elinizdeki roman, esir düşse de teslim olmamayı şiar edinen Vecihi Bey’in, kadim topraklarımıza gösterdiği sayısız fedakârlığı anlatıyor. Ve unutuluşa mahkûm edilerek sessiz sedasız ölüme giden bir millî kahramanı….
Ömrünü hürlüğe doğru konat çırpmaya adayan Vecihi Hürkuş’u, bir de Orhan Bahtiyar’ın sade ve akıcı kaleminden dinleyin.
Kitabın arkasındaki tanıtım bu sürükleyici kitabı böyle özetlemiş.
Bence özeti yetmez, bu öyküyü romana dönüştürüp kelimelerindeki heyecanla okuyucuları sayfalarca peşinden sürükleyen Orhan Bahtiyar konuşmak istedim.
Orhan Bey hoş geldiniz…
Merhaba İlker…
Kitabınızın sonlarına doğru sorduğunuz o derin anlamlı soruyla başlamak istiyorum söyleşimize. İnsan mı daha samimi yoksa savaş mı?
Kesinlikle savaş daha samimi. Kendiyle ilgili gerçekleri tüm çıplaklığıyla insanoğlunun gözü önüne seriveriyor. Eğer tekrar çağırılırsa ödeteceği bedeli peşinen haykırıyor. Peki ya insan? Sürekli aynı şeyi yaparak farklı bir sonuç umuyor ve elde ettiği sonucu kendi çıkarları doğrultusunda eğip bükerek başka bir forma sokmaya çalışıyor. Sonuç mu? Yeni bir savaş! Aslına bakacak olursa her savaşın romantik bir yanı ya da yanları vardır. Her savaştan dostluk, aşk, hasret ve vuslat hikâyesi bolca çıkar. Savaşlarda kullanılan teknolojiler değişse de hikâyelerin teması değişmez. Dolayısıyla “insancıl savaş” diye bir şey yoktur. Savaşların kahramanları da yoktur. Sadece kurbanları vardır. İnsan öldürmek kahramanlık değildir. Hayat kurtarabiliyor ya da bir çatışmayı barışçıl bir sonuca bağlayabiliyorsanız kahramansınızdır. Benim için doktorlar ve öğretmenler gerçek kahramanlardır.
Bu güzel kitap nasıl ortaya çıktı? İlk kıvılcımını ateşleyen ne oldu?
Vecihi Bey sadece bir pilot değil, bir mucit ve girişimciydi aynı zamanda. Bu kitabı sevgili hocam Sunay Akın’ın bir programında Vecihi Hürkuş’un kızı Gönül Hürkuş Şarman’ı misafir etmesi ve onun anlattıklarını dinledikten sonra karar verdim. Böyle bir insanın varlığını herkes bilmeliydi. Kitabı yazmam yaklaşık bir buçuk sene sürdü. Bana hep sorarlar neden bir aşk romanı yazmıyorsun diye. Aslında Vecihi bir aşk romanıdır. Bir adamın uçmaya olan aşkını anlatır. Aşk illa kadınla erkek arasında olacak diye bir kural yoktur ki.
Vecihi’nin filmi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet, Vecihi’nin bir de filmi yapıldı. Film çekilmeden önce senaryosu bana gönderildi danışmanlık vermem için. Ben de kendilerine bu senaryoyu çekmemeleri gerektiğini söyledim. Çektiler… Ortaya Türk sinema tarihinin en az seyredilen üçüncü filmi çıktı. Yazık oldu. Çok yazık oldu…
Kitabın son cümlesini yazdığınızda ne hissettiniz?
Kitap yazarken bir an önce bitsin diye çok çaba harcar ve strese girerim. Ancak kitabın sonlarına geldiğinde bitmesin diye yavaşlarım. Bu halim tipik bir kız babasına benzer aslında. Bir baba kızını en güzel şekilde yetiştirmek için didinir durur. Ama kızı evlenme çağına geldiğinde, bu sefer ondan kopmamak için çabalamaya başlar. Fakat sonuç kaçınılmazdır elbet. Bu sebeple hangi kitabım olursa olsun, kitabın son cümlesi benim için hep “verdim gitti” olmuştur.
Motorlu uçuşu gerçekleştiren Wright Kardeşler’e sizce dünya ne borçlu?
Pek çok kişi Hezarfen Ahmet Çelebi’yi insanın uçuculuk tarihinin mihenk taşlarından biri olarak gösterir. Ancak bu kişilerin gözden kaçırdığı bir şey vardır; Hezarfen uçmamıştır, düşmüştür. Yumuşak da olsa düşmüştür. Oysa uçmak demek, yerden havalanmak ve gökyüzünde kontrolü sağlamaktır. Tıpkı kuşlar gibi. Asıl meslekleri bisiklet tamir etmek olan Wright kardeşler işte bunu başarmışlardır. Yerden 40 santimetre yükselerek çok az bir mesafe kat etmiş olsalar da, bunun başarılabileceğini tüm dünyaya göstererek, pek çok girişimci ve mucitin dikkatini çekmiş, adeta bir bombanın fitilini ateşlemişlerdir. Dünya tarihinin en önemli olaylarından biridir bu.
Er Ali’nin Vecihi’ye yazdığı kısa, öz ve son derece dokunaklı mektubu nasıl kaleme aldınız?
Kitapta bir mektup var. Ali’nin annesine yazdığı bir mektup. Bu mektubu yazdıktan sonra diğer kitaplarımda da mektup kullanmaya başladım. Zira mektuplar benim yazdığım karaktere ne kadar hakim olduğumu ve o karakterleri ne kadar içselleştirebildiğimin bir kanıtı gibi geldi bana. Bir nevi kendi yazım gücümü ve romancılık kabiliyetimi tecrübe ettiğim bir araç oldu o mektuplar. Romandaki karakterleri ne kadar iyi tanırsanız, onlarla ilgili okuyucunun dahi bilmediği ve bilemeyeceği ayrıntılara ne kadar hakim olursanız, yazdığınız romanda bu fazlasıyla hissedilir. Kendi içinizde ikileme ve yanılgılara düşmez ve bu durumu da romanınıza yansıtırsınız. Bir romanda bana göre en önemli şey budur. Ayrıca dönem romanı yazıyorsanız modern Türkçe kullanmak roman ile okuyucunun bağ kurmasına engeldir. Tabi dönem dilini de çok abartılı kullanmamak gerekli. Çok hassas bir çizgidir bu. Okuru dönem Türkçesi ile alakalı meraka ve araştırma arzusuna sevk etmeli ama okuru asla usandırmamalısınız. Bu konuda tepki almayı göze almalısınız. Şimdiye kadar bu konuda ciddi sayılabilecek bir tepki almamakla birlikte kitaplarımı okuyanlar karışımın dozunu çok iyi ayarladığım konusunda hemfikirler. Bu dozu tutturmanın yolu da empatiden geçiyor sanırım.
Yazabilmek gibi bir yeteneğe sahip olmanın sizce anlamı nedir?
Yazabilmek için bir yeteceğe sahip olmanın tek başına hiçbir anlamı yoktur. Yetenek işin yüzde yirmisidir. Gerisi disiplin ve disipline bağlı çalışmaktır. Rahmetli Haldun Taner günde en az üç saat Moda’daki evinin balkonunda daktilo başında oturur. Sokakta olanı biteni yazardı. Onun formülü günde en az yirmi sayfaydı. Orhan Kemal’in dört yüz sayfalık bir romanı yirmi günde bitirmesi yetenekle açıklanabilecek bir şey değildir. Bu sebeple söyleyebilirim ki yazar olmanın birinci kuralı yazmayı çok istemek ve sevmektir. Hayatını yazarlıkla buluşturmak isteyenlere de tek bir tavsiyem olabilir. Oturup yazmak… Çok okuyup, çok yazmak… Kendini disipline etmek var olan yeteceği geliştirir. Yazar, yazdıkça daha iyi yazmaya başlar, yazmalıdır da. Ben şimdiye kadar on kitap yazdım. Bu konuda bir eğitimim yok. Yaratıcı yazarlık atölyelerine itibarım pek yoktur. Bu atölyeleri veren insanların çoğu şüphesiz değerli yazarlardır. Lakin kişi ya yaratıcıdır ya da değildir. Bir kadın “Ben az hamileyim” demez. Ya hamiledir ya da değildir. Bu tip atölyeler fikrimce katılımcının sadece atölyeyi düzenleyen kişinin bakış açısını görmesini sağlar ki bu da kötü bir şey değildir.
Son olarak bu kitabın gelecek mi? Vecihi’nin ve toplumun savaş sonrası stres bozukluğu ve savaş kahramanlarının karşılaştığı zorluklar hakkında bir kitap güzel olabilirdi.
Vecihi’yi aslında iki kitap olarak düşünmüştüm. İlk kitap Vecihi Bey’in askeri havacılık bölümünü anlatırken, ikinci kitap onun sivil havacılık hayatını anlatacaktı. Ancak sonrasında gelişen bazı olaylar, ikinci kitabı yazmaktan vazgeçmeme sebep oldu. Ben Vecihi’yi yazarak kendimce vatani bir görev yaptığımı düşünüyorum. Umuyorum ki başka bir yazar arkadaşım da onun sivil havacılık hayatını romanlaştırır. Bunu gerçekten çok ister ve desteklerim.
Orhan Bey keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim. Kitabınızdaki akıcı ve sürükleyici yazım diliniz için kaleminize, zihninize ve emeğinize sağlık.
Hüseyin İlker DUMAN