SIRADAN BİR GÜN VE SIRADIŞI BİR OLAY – ÇAĞDAŞ TURAN
Evrende yer kaplayan, gözle görebildiğimiz, elle tutabildiğimiz nesneleri, salt biçimleri, renkleri, isimlerine göre iyi ya da kötü olarak değerlendirmek yanlış olur. Onları iyi ya da kötü yapan, kuşkusuz, yaşantımızdaki rolleridir. Sözgelimi bir balıkçı teknesi, kimi için özgürlük, kimi için ekmek parası, kimi içinse fırtına, felaket, ölüm anlamına gelebilir. Bakış açımızı, fikirlerimizi, dahası kararlarımızı anılarımız yönlendirir; biz buna öznellik diyoruz. İşte, hal böyle iken, Barış Batmaz’ın, hemen yanı başında durmaksızın çalan saatten nefret etmesini anlayışla karşılamak gerekir. Çünkü o dijital biiip biiip sesleri, tecrübeyle sabitti ki, hemen kalkmazsa işe geç kalacağını, dolayısıyla büyük sıkıntılar yaşayacağını ifade ediyordu. Yıllardan bir yıl, aylardan Şubat’tı. Bilenler bilir; kış mevsiminde yataktan kalkmak ölüm gibi gelir insana. Hava soğuk, etraf karanlıkken, yorganımız; bizleri tehlikelerden koruyup kollayan, şefkatli bir sığınak gibidir. İsteriz ki ömür boyu burada, bu korunaklı alanda kalalım, kış uykusuna yatan onca hayvan gibi güneşli günler gelene dek huzur içinde uyuyalım. Ama adına hayat gailesi denen canavar, çoook uzun yıllardan, belki de sanayi devriminden beri bizi bundan mahrum bırakmıştır. Söz konusu mahrumiyet, rahatlıkla tahmin edileceği gibi, Barış Batmaz’da da mevcuttu. Yani Barış Batmaz, gelin bundan sonra kısaca kendisine BB diyelim, memleket dışından, zevkleri, alışkanlıkları, fiziksel özellikleri farklı olan, kısacası elâlem diye tabir edilen değil, bilakis, günahı ve sevabıyla bizden, içimizden birisiydi. Günde on saati mesaide, üç saati yolda geçerdi BB’nin. Maaşı dile getirilmeyecek kadar düşük, çok düşüktü… Hâlbuki iyi kötü bir üniversiteyi bitirmiş, bazı kurslara giderek kendisini geliştirmişti; kirada oturuyordu, bekârdı…
Gelgelelim bu bedbaht yaşantısı güneş batmadan son bulacaktı BB’nin. Henüz bundan haberi yoktu, fakat günün ilerleyen saatlerinde bir mucize gerçekleşecek, onu, sonu gelmez sıkıntılarından çekip çıkartacaktı. Hem de öyle bir mucize olacaktı ki bu, en uçuk bilim kurgu hikâyeleri bile yanında gerçekçi kalacak, bundan sonra İsa peygamberin körleri iyileştirmesine, Musa peygamberin Kızıl denizi ortadan ikiye ayırmasına dudak bükülecek, ”Amaaan canım onlarda bir şey mi, Barış Batmazın başına gelenlerin yanında solda sıfır kalır” denilecekti…
BB hızlı adımlarla banyoya doğru ilerlerken, bir yandan da ısınmak için kollarını ovuşturdu. Aynanın karşısında sakallarını kontrol etti, “iyi” diye geçirdi içinden, “tıraş olmadan bir gün daha idare edebilirim.” Çoğu zaman en büyük mutluluğu bu olmuştur zaten. Giyindi, dışarı çıktı.
Apartman kapısının önünde, kendisinin “Kesik Kulak” ismini taktığı, siyah renkli, uzun tüylü ve tahmin edileceği üzere kesik kulaklı olan sokak köpeği, her zamanki yerinde, her zamanki gibi miskin miskin yatmaktaydı. “Ulan” dedi kendi kendisine. “Allah’tan revamı bu be… Biz gece gündüz demeden ırgat gibi çalışalım, beyefendi de yan gelip yatsın, acaba bu gün havlayıp da hangi Âdemoğlu’nu rahatsız etsem diye düşünsün.” Gerçi Kesik Kulak’ın bu güne kadar BB’ye havladığı görülmemişti. Hayvanların sezgileri güçlü olur, hayattan bıkmış, bunalmış tiplere bulaşmazlar. Bu arada BB’nin uyuz bir sokak köpeğini kıskanmasına ne demeli? Hastalık belirtisi… Evet, o hasta bir insandı. Alıp tedavi etselerdi ya o zaman. Bunu pekâlâ kabul edebilirdi… Sıcacık yatağında uzun süreli uykular çeker, tatsız tuzsuzda olsa kap kap yemekler yerdi. Hatta hemen alsınlardı onu, on sene boyunca tedavi etsinlerdi, on senede yetmezdi aslında, bir ömür boyu baksınlardı ona, ne güzel olurdu be, istediğin kadar uyu, oh, arada bir hastane bahçesine çık, bahçesi yoksa koridorlarda olur, bir ileri bir geri aheste aheste dolaş… Ama o, bu niyetlerinin gerçekleşemeyeceğinin de farkındaydı. BB potansiyel bir iş gücüydü. Yani, mevcut sistemin en temel kuralı gereğince, posası çıkana, son kullanma tarihi gelene kadar çalıştırılacak, sonra, ölüme çeyrek kala, o günleri görebilirse tabii, eline üç kuruş ikramiye tutuşturulup emekli edilecek, tabiri caizse sürünmeye, ölmeye mahkûm edilecekti. Yürüdü; kar durmaksızın yağıyordu… Her zamanki gibi geç gelen otobüs yine tıka basa doluydu. Zaten balık istifi insanlara giderek başkaları eklenecek, otobüstekiler bu yeni gelenlere işgalci gözüyle bakarken, ıslak elbise ve ter kokusu nefes almayı zorlaştıracak, o karambolde belki hırsızlıklar, kavgalar, büyük ihtimalle de tacizler yaşanacaktı. Çevresindekilere şöyle bir baktı BB… Acı, sıkıntı, kahır çeken başkalarını görmek onu sevindirdi, “Yalnız değilim” diye düşündü. “Yoksa hayat çekilmez olurdu.”
Son durakta inip var gücüyle koşmaya başlarken kendi kendisine “Hadi oğlum,” diyordu. “Hadi biraz daha hızlı, vapur kalkmak üzere, hadi…” Koştu, koştu, koştu… Sonra, giden vapurun arkasından bakakaldı. Zavallı BB, şimdi işe geç kalacak, dünyada en nefret ettiği insanın, patronunun azarları altında ezilecekti. Aslına bakılırsa gururuna düşkün birisi değildi o, hayır, kesinlikle değildi. Zaten vasıfsızların, hele ki İstanbul’da yaşayanlarının lügatlerinden ‘Gurur’ sözcüğünü çıkartmaları gerekir. Dışarıdaki işsizler ordusu, yılgın, çaresiz, perişandır; ama pusuda bekler. Sabretmek, hatta şükretmek lazım…
Köşedeki seyyar satıcıdan simit aldı. Midesine kahvaltı namına simitten başka şey girmeyeli uzun zaman oluyordu. Normalde, çoktan iflas etmesi gerekirken vücudu, belki inadına, belki de başka vitaminlerin, besin maddelerinin varlığından bihaber olduğundan sesini çıkartamıyor, bir eksiklik hissediyor fakat adlandıramıyordu. Simit bitti, vapur iskeleye yanaştı. Sis tüm boğazı kaplamıştı. Vapur yolcuları bilir ki, bu, gecikme işaretidir. Normalde yirmi dakika süren yol, otuza hatta kırka çıkar.
Geç kalma düşüncesi ürküttü BB’yi, işten kovulma ihtimali… Vapurdan ilk atlayan o oldu, koştu, otobüse bindi, ardından yirmi dakikalık zorlu bir yürüyüş, işyerinin personel giriş kapısından tam içeri girmek üzereydi ki “Oooooo!” diye bir ses işitti. “Hoş geldiniz Barış Bey, sefalar getirdiniz.”
Sık rastlanılan olaydır; insan canla başla çalışırken bu performansı takdir edecek bir tane yetkili bulamaz karşısında. Yer yarılmış içine girmişlerdir sanki. Ama ufacık kaytarma yapayım demeye görün, anında tepenizde bitiverirler. Sanki pusuya yatmış yırtıcı hayvanlar, alıcı kuşlar gibi, son darbeyi vurmak, parçalamak, öldürmek için, kan için bekliyorlardır.
İşte o gün, yani mucize geri sayımının başladığı o şubat sabahında, adına patron denen zalim, personel giriş kapısının önünde duruyordu. Oysa bu adam kendisini yükseklerde görür, alt tabakayla muhatap olmaktan, hatta yüz yüze gelmekten hoşlanmaz, dolayısı ile bu tür insanların görülme ihtimalinin yüksek olduğu personel giriş kapısından uzak durmayı tercih ederdi. Şans işte…
“Nihayetinde teşrif edebildiniz…”
“Özür dilerim efendim, trafik… Vapur da rötar yaptı.”
“Öylemiiii!” diye karşılık verdi patron, “demek trafik sıkışıktı ha?”
“Evet efen…”
“O zaman biraz erken kalkacaksın Barış Efendi, babanın dükkânı değil burası; öyle keyfime göre geleyim, kafama eserse gideyim diyemezsin.”
“Özür dil…”
“Bak hala konuşuyor, hala konuşuyor… Ulan bir sürü insan işsiz, anında alırım senin yerine birisini.”
Zaten patron milletinin en güvendiği şey de bu değil midir? Dışarıdaki işsizler ordusunun; okumuşu cahili, sarışını esmeri, evlisi bekârı, doğulusu batılısıyla, “iş olsun da ne olursa olsun” diyen milyonlarca insanın kapı önünde hazır beklemesi sermayenin şımarmasında, işi pişkinliğe, arsızlığa kadar götürmesinde ne kadar etkili olduğu görülüyordu işte.
Sustu BB, cevap veremedi… Sizlerin, bizlerin, kısacası hepimizin sıklıkla yaptığı gibi, dervişane bir karaktere sahip olduğundan ya da görmüş geçirmişliğinden değil, düpedüz korktuğundan sustu. Patron bağırışlarına devam ediyordu: “Seni bana parayla mı verdiler oğlum? Cevap versene, ezerim ulan seni, doğduğuna pişman ederim”
İlerde aynı şeylerin kendi başlarında gelebileceğini düşünmeden tüm olanları sirk gösterisi ya da futbol maçı edasıyla izleyen personel, hem de istisnasız hepsi, ortamı yatıştıracaklarına ya da en azından BB adına üzüleceklerine sırıtmakla yetiniyordu; işte, hayat böyledir, insanoğlu çiğ süt emmiştir…
BB gözlerini kapadı. Patron bağırmaya devam ediyor, personel gülüyorken; hakaretler artık dayanılmaz hale geldiğinde, bardağı taşıran son damla düştüğünde, sabır taşı çatladığında olan oldu…
BB gözlerini açtı, tüm gücüyle, avazının çıktığı kadar bağırdı: “Yeteeeeerrrrrrr!…”
Ve her şey durdu… Her şey…
Personel, patron, camekânın önündeki sokak köpeği ve duvar saati durmuştu. Kımıldamadan, öylesine BB’nin karşısındaydılar işte… Eğer kafasını pencereye yaklaştırıp ileriye bakabilseydi BB; sokaktaki arabaların, insanların, havada asılı kalmış küçük bir serçenin ve biraz yukarılara çıksa, bütün dünyanın, dahası evrenin durmuş olduğunu görebilirdi.
BB gözlerini ovuşturdu, suratına esaslı bir tokat attı. Yok, değişen bir şey olmamıştı.
“Nasıl olur?” diye düşündü. “Nasıl olur?”
Şimdi isterseniz biz düşünelim… “Bütün evrenin hareketsiz kaldığı bir ortamda nefes alan tek canlı biz olsak neler neler yaparız?” BB’nin istediği şey belliydi. Ağır ağır üst kata, patronun odasına doğru yürüdü. Odada güzel, yumuşak bir kanepe vardı. Elindeki onca kudrete rağmen istediği tek şey uyumaktı. Uzandı, etraf sessizdi. Uzun zamandır bu duyguyu unutmuştu. Hiç İstanbul sessiz olur mu? Tarih yazmış mı?
Ama birden, hafif bir ses çalındı kulağına, tanıdık bir tını. Önce anlam veremedi, sonra, sesin şiddeti artmaya başlayınca ne olduğunu anladı.
Evrende yer kaplayan, gözle görebildiğimiz, elle tutabildiğimiz nesneleri, salt biçimleri, renkleri, isimlerine göre iyi ya da kötü olarak değerlendirmek yanlış olur. Onları iyi ya da kötü yapan, kuşkusuz, yaşantımızdaki rolleridir. Sözgelimi bir balıkçı teknesi, kimi için özgürlük, kimi için ekmek parası, kimi içinse fırtına, felaket, ölüm anlamına gelebilir. Bakış açımızı, fikirlerimizi, dahası kararlarımızı anılarımız yönlendirir. Biz buna öznellik diyoruz. İşte, hal böyle iken, Barış Batmaz’ın, hemen yanı başında durmaksızın çalan saatten nefret etmesini anlayışla karşılamak gerekir. Çünkü o dijital biiip biiip sesleri, tecrübeyle sabitti ki, hemen kalkmazsa işe geç kalacağını, dolayısıyla büyük sıkıntılar yaşayacağını ifade ediyordu. Yıllardan bir yıl, aylardan Şubat’tı.