Her Kadının Bir Canavarı Vardır – İlknur Yaylımateş
Sinirlenmeyi sevmiyorum ben. Ses ayarlarımla oynamam, zaten doğuştan kısıktır biraz. Ezik falan yakıştırmalar da oluyor çoğunlukla. Sanmayın ki aldırırım. Yok umurumda değil güçsüzlükle karıştırılmam. Sakin, güler yüzlü ve olabildiğince dingin yaşamayı severim.
Misal bugün gezegenin en şerefsizi Ziyan Bey’di sabır testim. Adam beni mutsuzluk ülkesinin sınırına kadar sürükledi ancak sınırdan içeri gönderemedi.
Sessiz sedasız tepeme kadar yığılı dosyalarla aşk yaşadığım, iyi sayılabilecek bir iş günündeydim aslında. Sonra kendisinin yönetimindeki depodan acil bir malzeme almam gerekti. Kapsama alanına girenlere cinnet geçirtip şirketi tımarhaneye çevirmeye azmetmiş tiksinç biridir kendileri.
Ofisimdeki masam ile şahsiyetin deposu düz ayakkabı ile on beş dakika. Toplu iğne bozması çivili stilettolarımla ise ne ben söyleyeyim ne siz.
Sesi üç kat aşağıdan duyulan ayağımdakilerle ofisine gitmekten başka bir şansım yoktu tabii.
İlk gidişimde imzamın büyüklüğünü beğenmedi. “Yeni bir Ambar Talep Fişi hazırla gel.” diyerek postaladı beni. Masama geri döndüm. Özenle yeni formu doldurdum. Yeniden üç kat aşağı inip anatomimi inleten topuklularla dört koridor geçtim.
Bu kez, ürün kodunu yazdığım kutucukta alan ihlali yapmışım. Büyüteç ile baktı şerefsiz. Ah malzeme acil olmasa…
Bir daha ne kalem etek giyerim ne bu tabut ayakkabıları.
O ölüm yolunu geçip üçüncü kez yanına giderken ne yalan söyleyeyim sinirsel asabiyeli bir ruh hali hissediyordum. Umuduma azıcık gaz vermeye çalıştım kendimce; bu son seferin dayan kızım falan…
Ziyan Bey, bu kez de tarih ile imzanın aynı kalem ile yazılmadığını, bu ciddiyetsizliği kabul edemeyeceğini söyledi. Sabah gri far sürdüğüm buğulu mavi gözlerimi kısarak, kötü kişiliğe dik dik baktım.
“Kalem bitti kalem… Çok tehlikeli bir çift cinayet silahının üstünde duruyorum ve sen bunun dahi farkında değilsin, beyinsiz.” diyerek bağırmak ne güzel olurdu değil mi?..
Yok, bağırmadım. Konuşmadım bile. Ne bulaşacağım pisliğe.
Ben ofisinden çıkarken “Psikopat nezaketli bu kadın.” diyerek arkamdan dalga geçiyordu. Gayet meşru bir acı duydum içimde. Aleni cinayete azmettiriliyorum Allah’ım.
Yıllardır kalbimde zincirlediğim uyuklayan canavarcım, hafiften şöyle bir kıpırdandı yerinde.
Usulca kirpiklerimi kapattım.
Maaşımın yarısını verdiğim stilettomu sırıtarak çıkarttığımı ve İtalyan kalıp kırmızı tabana takılı ince mızrağı kafasına geçirdiğimi hayal ettim. Nefis bir fragman.
Sonra kendime geldim. Kalbimdeki canavarcığın başını okşayıp sakinleştirdim.
“O şerefsiz öfkemi hak etmiyor. Bu mahlukat için işten atılmaya değmez sarışın. Yemek listesi güzeldi bugün. Ziyan’ı unut. Sütlacı düşün. Sakin.”
Sakindim merak etmeyin. Yerime döndüm. Arkadaşlarım ‘Müjde’ dediler. ‘O acil malzemeye artık ihtiyacımız kalmadı.’ Anlamadığım bir espriye gülercesine aptal aptal öylece sırıttım.
Bu arada farkında olmadan en gizli sırrımı açık ettim sanırım. Evet, ben bir canavar sahibiyim. Onu kalbimde saklıyorum.
Bunca yıl serbest bıraktığım parmakla sayılıdır. Yine de onun orada olduğunu bilmek ne bileyim en basit anlatımla çok keyifli.
Apoletsiz güvenlik gücüm. Beleş koruma gibi bir şey. İlk kanı karşı taraf dökmeden kimsenin canını da yakmaz üstelik. İlkelidir, sabırlı ve çok çok tehlikeli.
Ancak bazen hayat zorluyor. Bu stresli ve yoğun iş gününün akşamı, şirketten tam zamanında çıkmayı başarmıştım. Aman Allah’ım fırsatını bulmuşum ve çok sevdiğim dünya tatlısı görümceme gidiyorum.
Sıra dışı harika muhabbeti vardır kendisinin. En çok uzaylıları, galaktik meseleleri konuşmayı seviyoruz onunla.
Akşam yedi civarlarıydı. Hava nasıl güzel. Her zamanki gibi trafik can sıkıcıydı ama olsun. Arabamın içinde İlhan İrem dinliyorum.
Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin diyor. Ürkek şaşkın kararsız… Bir yakınlık hissediyorum şarkının sözleriyle.
Ürkeklik güzeldir başınızı daha az belaya sokarsınız da şaşkın kısmından pek hoşlandığımı söyleyemem.
Yine de huzur doluyum. Ayağımı frende uzun süre tutmak istemediğimden el frenini çekmişim. Ziyan Bey çoktan unutulmuş. Arkama yaslanmışım. Trafik en güzel yerde donmuş, Çamlıca’nın tepesinden canım İstanbul’u seyrediyorum. Evrenin sağını solunu çekiştireceğimiz sohbete az kalmış. Tek bir minimal sıkıntım var, açım. Kan şekerim damarcıklarıma asabiyesel bir şeyler yükledi yükleyecek. Ama sağ olsun İlhan İrem gün boyu yorgun düşmüş sinirlerimi tatlı tatlı okşuyor, uysallaştırıyor.
Şaşırtıcıdır bazen İstanbul. Şeytan mı dürttü nedir, birden trafik açılmaz mı? Yolu tıkayan milyonlarca dört tekere ne oldu ki aniden? Az önce vardılar bir anda nereye yok oldular? Aklımda çılgın sorular ancak tuhaf işte bu şehir; büyülü.
Hemen toparlandım. Acıbadem yokuşunun en tepesindeyim, bayırdan aşağıya inen yola gireceğim. Tam direksiyonu kırdığım anda gördüm ki karşı taraftan yeşil Hyundai bir otomobil hızla üstüme geliyor. Ben fren, arkamdakiler fren. Ne olacağını bilmediğim bir film sahnesini izliyorum sanki. Bir de sonunu nasıl merak ediyorum.
Neyse savrularak da olsa çıldırmış araba devrilmeden önüme geçebildi. Açıkçası araç savrulmaktan ziyade Ankara Havasıyla coşmuştu yolda. Aklım çıktı çarpacak diye. “Ne oldu embesil üç saniye mi kazandın.” diyerek söylendim kendi kendime.
Ancak o sırada anlayamadığım bir şey oldu. Öndeki aracın sahibi kesintisiz kornaya basmaya başladı. Bastıkça ne oluyorsa artık? Korna sesinden nefret ederim. Allah’ım yardım et, sinirlenmeyi sevmiyorum dedikçe başıma gelene bak. Sus sus nereye kadar ama. Açtım camı. Sesime de biraz asabiye efekti ekledim. Kocaman bağırdım.
“Kornanın üstünde felç mi geçiriyorsunuz beyefendi. Acili arayalım mı?”
İnsan gibi yol vermişim, nedir bu terbiyesizlik canım?
Boynumda ipek fular, gözümde gözlüklerim, kot pantolonumu dolabın dibine itip, hayattaki tek amacı güzel olmak isteyenlerin ayarında giyindiğim bir günümdeyim. Stilettolarıma dahi uyum sağlamışım, düşünün. Harika bir yemeye giderken neydi şimdi bu yaşağım? Yok, aldırmayacağım. Aldırmak istemiyorum hiç. Tanımadığım biri yüzünden günümü pisletmeyeceğim. Huzura odaklanmam gerek.
Hemen ama hemen pozitif enerji perilerimi acil gündemle topladım. Sinirlerime hakim olmaya çalışıyorum kendimce. Ancak bazen olmayınca olmuyor.
Yeşil arabalı sürücünün akşamın bu saatinde önüme düşmesi sanırım benim kaderimdi ve sınır tanımaz pisliğin gereksiz yere yokuş aşağı hızlanmasıyla maceram yeniden başladı.
Ben de aman kadındır, gazın yerini bilmiyordur demesinler diyerek süratimi mecburen serseriye uydurdum. Ancak şehir içindeyiz yahu. Startı henüz verilmiş Formula yarış pilotu hızında gitmek de nedir? Bir yanda cinsimi ezen kadınların yavaş gittiğine dair şehir efsanesi, diğer yanda yoldaki bunca adama madara olma durumu…
Doğru tektir hep. Son anda, önümde çılgın gibi giden trafik hayvanına uymamaya karar verdim. Bayır aşağı dikkatlice süratimi düşüreyim derken vahşi bir fren sesiyle irkildim. Ama nasıl bir ses… Feci bir kazanın ilk sinyali zanneden kalbim yerinde zıpladı.
Tabii ben fren, arkamdakiler fren… Birden trafik ahalisi toptan adrenalin ile doluverdik. Yol halkı olarak anlamaya çalışıyorduk. Arabalarından inenler, arkadan koşarak gelenler…
Ve sonrası hepimize şok.
Hyundai hiç beklemedik bir şekilde bir şey olmamışçasına hareket etti. Yetmedi, hızlandı.
Ben de hızlandım tabii. Neredeyse yokuşun orta kısmındayız artık.
Ama o ne? Adam yine ve yeniden acı acı frene basmasın mı?
O an sebebi neydi ki diye düşünemiyor insan. Ben fren arkamdakiler fren. Elim ayağım buz kesti bu kez. Ne oluyor yahu? Aleni deli bir senaryonun içine çekiliyorum.
İnsanlık dışı yaratık, sırf kadın sürücüyüm diye böyle yapıyor olabilir miydi?.. O an karar verdim. Bir kez daha böyle benimle dalga geçsin, görümceme gitmeden önce karakola gidip şikayet edeceğim. Sonra direksiyondaki pisliğin saçma sapan hareketler yaptığını gördüm. Dikkatlice baktım. Daha doğrusu baktırıldım. İnanmıyorum önümdeki maganda Ziyan Bey. Aynadan bana gülüyor. Psikopatlık derecemi test ediyor şerefsiz. Aldırmayacağım… Yoksa artık aldırmalı mıyım?..
Görümceme az kalmıştı. Birazdan bitecek bu çile dedim içimden. Derin nefes aldım. Bu arada Ziyan Bey’in aracı üçüncü kez yeniden hareket etti. Konvoy trafik, biz de. Arama biraz fazla mesafe koydum bu kez.
Olağan seyir halinde gazlıyorduk özetle.
Şimdi desem ki Ziyan Bey aniden sonuna kadar YİNE frene bastı ne düşünürsünüz? Evet tam da öyle yaptı. Yokuş aşağı iniyoruz. Belli bir hızımız var ve üçüncü kez asfalt ağlatan ani bir frenle durdu adam.
O an kalbimdeki canavarcığımın kükreyerek zincirlerini koparttığını duydum. Ama gerçekten fiziksel bir ses duydum.
Gaza bas.
Gaza bas.
Yapıştım sımsıkı direksiyona. Gaz pedalına sonuna kadar bastım ve gümmm. Şahane çarptım inanın. Çarpmanın şiddetiyle araba nasıl sallandı; suratsız bir sevinçle başladım gülmeye. Biraz kendime gelince, karşımdakini sinir edecek sakinlik maskemi taktım. Dışarıya çıktım.
“Ah, İyi misiniz?”
“Nasıl kıydın sen benim Cennet Kuşum’a. Ne yaptın böyle?”
Arabasına Cennet Kuşu diyor, deli. Sonra psikopat olan ben… Artistik bir ilgiyle araçlarımızı süzdüm.
İki tampon Acıbadem’in orta yerinde öpüş öpüş olduklarından, önce hiç bir hasar veremedim zannettim. Denetleyemediğim bir hırsla yeri tekmeledim. Dişlerimi nasıl sıkıyorum.
“Lanet olsun. Bir şey olmamış. Boşuna mı çarptım ben.”
İçimden gelmiş, ilk kez birine çarpıyorum ve sonuç: hasar sıfır. Başarısızlığımı hazmetmem kolay olmayacaktı. Şerefsizi istediğim gibi benzetememiştim. Çarpmamla bagajın yarısı gider zannetmiştim oysa. Ellerim kederle saçlarımın arasında gezindi. Bir süre başımı yukarı dikip gözlerimin kenarına doluşan ıslaklığın akmasını engellemeye çabaladım. Nasıl üzgünüm…
Sonra tanıdık sesler duydum. Bizim şirketin Acıbadem servisindeki bir otobüs dolu arkadaş bize doğru geliyorlardı. Daha doğrusu hayatımda ilk kez duyduğum küfürlerle Ziyan’ın üstüne yürüyorlardı. Meğer tam arkamda seyir halinde olan araçlardan biri de onlarmış. Her şeye şahitler tabii.
Çay göbeği yapmış servis şoförü abi, kalbimin gerçeğinden habersiz “Geçmiş olsun bacım,” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. “Sağlık olsun. Üzülme! Hepsi bu denyonun yüzünden…”
Sonra Ziyan Bey’e döndü. Parmağını sallayarak tehdit etti. Kara şövalyeden bile daha ciddiydi.
“Çek git yoluna. Millet evine gidecek. Çaresiz kadını gördün. Utanmadan sıkıştırıp duruyorsun. Hangi barınaktan kaçtın sen? Aldım plakanı haberin olsun.”
Tehdidi yiyince Ziyan Beyciğimin yüzü kıpkırmızı oldu. Bendenize çipil çipil bakacak cesareti dahi kalmadı yazık.
Yanımdan geçerken ağzının içinden bir şeyler homurdandı.
“Başımı belaya sokacaksın, diyet hastası sıska cadı.”
Sonra omuzlarını düşürüp arabasına döndü.
Söylediğini duymuştum. Pilli bebek Chucky’nin şeytani gülüşüyle, yeşil Hyundai’yisini elledim biraz. Kaportaya eğilip sessizce fısıldadım. “Rövanşı alırım.”
Ağır çekim arabama doğru yürüdüm.
Kapım zaten açıktı, saçlarımı sol elimle savurup koltuğuma oturdum. Çevirdim kontağı. Aracımı geri vitese takıp Cennet Kuşu’ndan ayrıldım.
Canavarcığımın hücresine girmeden önceki son gösterisi olarak bir de bağırttıra bağırttıra gaza bastım. Sonra da şehir eşkıyasının sağından geçtim gittim. Gittim dediysen birkaç metre. Henüz birkaç saniye geçmişti ki katırt katırt bir ses duydum.
Allah’ım Ziyan’ın Cennet Kuşu’nun tamponu yere düşmesin mi? Meğer kırılmış ama kırıldığını belli etmek için yola çıkmayı bekliyormuş. O ses ve o görüntü ömrümü uzattı ne diyeyim.
Not 1: Eşim yaptığıma çok kızdı. Otobüs dolusu arkadaşların yetişmeseydi başın ciddi belaya girebilirdi dedi. Aynı akşam ana haberde gördüm. Sırf korna çaldığı için adamın biri aracından indi ve diğer sürücüyü silahını çekerek öldürdü. Ben ve canavarcım ibretle izledik.
Not 2: Aç bir kadına lütfen bulaşmayın. Doksan derecede yıkanmış yün hırka misali ufak tefek olduğuna kanmayın. Masmavi gözlüklerinin ardında masum bakışlarına inanıp zarif ipek fuları rüzgârda salınınca tehlikesizdir sanmayın. Her an yolunuza hiç de sarışın olmayan bir canavar çıkabilir. Aman diyeyim sakın.