TÜRK KADIN BESTEKÂRLAR – DUYGU FIRTINA
Başlığı okuyunca aklınıza Sezen Aksu’dan Şehrazat’a, Yıldız Tilbe’den Sibel Alaş’a; duyguları kendilerinden büyük, üstelik yetenekle lanetlenmiş birçok “güzel” kadın gelmiş olabilir. Fakat şimdi zamanda yolculuğa çıkacak, biraz daha geçmişe; Osmanlı Devleti’nin son demlerini yaşadığı ve yarın ilan edileceği bugünden duyurulan cumhuriyetin “geliyorum” sinyalini vermeye başladığı yıllara gideceğiz. Dönemin zorlu şartlarına rağmen asla üretmekten vazgeçmeyen, pek çoğu “anlatsam roman olur” minvalinde yaşam öykülerine sahip bu kadın “kahraman”ları yakından tanımaya ne dersiniz? Kemerlerinizi bağladıysanız, nostaljik yolculuğumuz başlıyor!
NEVESER KÖKDEŞ (1904-1962)
“Sevmek seni bir suç ise affet günahımı ey sevgili
Diz çöküp yalvarayım, bırak dizinde ağlayayım
Zalimsin cazipsin çok haşinsin, sevgilim son eşimsin.”
Neveser Kökdeş, 1904 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu. Müzikle ilgili modern bir ailede yetişen sanatkârımız, Sultan Abdülaziz’in başmabeyncisi olan babası Hurşit Paşa’nın on iki telli gitarını dinleyerek büyüdü. Kardeşlerinden biri ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi’dir. Ondan aldığı müzik eğitimi sayesinde gitar, tambur ve bilhassa piyanoda başarılı bir icracı oldu. İlkokuldan sonra Notre Dame de Sion’da okudu, burada piyano yarışmalarındaki performansıyla ünlendi.
İyi derecede Fransızca bilen ve döneminin şık hanımefendilerinden olan Neveser Hanım, on altı yaşındayken topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlendi. Ancak ne yazık ki henüz iki aylık hamileyken, eşi Çanakkale Savaşı’nda şehit oldu ve oğlu Adnan ile bir başına kalan Neveser Hanım’ın bundan sonraki hayatı, gerek maddi gerek psikolojik zorluklarla geçecekti. Hayatını piyano dersleri vererek sürdürdü. Ağabeyi Muhlis Sabahattin Ezgi’nin temsillerinde piyano çaldı, ona ait bazı operetleri taş plaklara okudu. Dört yıl boyunca İstanbul Radyosu‘nda on beş dakikalık bir program yaptı. Bu programda eserlerini okuyan sanatçılara piyanosuyla eşlik etti.
Yaşadığı maddi sıkıntılara ve ruhsal buhranlara rağmen o, “acı çeken ama musiki sevgisinden taviz vermeyen bir İstanbul hanımefendisi” olarak ülkemizin en önemli kadın bestekârlarından biri oldu. Henüz on iki yaşındayken polkalar (Polonya halk dansı ve bu dansın müziği) bestelemeye başlayan sanatkârımız; müzik hayatı boyunca tango, vals, operet ve şarkı formlarında yüzlerce eser bestelemiş; bazı eserleri Londra ve Paris operalarında bile çalınmıştır. Bestelerini meydana getirirken geleneksel üslup ve kalıplardan farklı, kendine özgü bir tarz yaratmayı; bestekâr Mesud Cemil tarafından “Neveser Musikisi” adı verilen bu özgün tarzıyla Doğu ve Batı ezgilerini günümüzden yıllar önce sentezlemeyi başardı. Şarkılarının Türk müziğine uygun olmadığını düşünenlere inat, kendi deyimiyle “müzikte inkılap” yapmaktan asla vazgeçmedi.
Neveser Kökdeş; hem onu ve müziğini anlamayanlara, hem de içine kapanık halinin sebebi olan acılarına kırgın olarak 1962 yılında, henüz elli sekiz yaşındayken vefat etti. Ölümünden sonra eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiş, bu nedenle pek çok eseri günümüze ulaşamadan kaybolup gitmiştir. Baki kalan ise, çaldığı enstrümanlardan yazdığı güftelere, kendine has bestelerinden zamanının çok ötesindeki müzik anlayışına; ne kadar önemli bir üstat olduğunu kanıtlayan, Türk musikisinin “devrim yapan kadını” Neveser Kökdeş olmuştur.
SEMAHAT ÖZDENSES (1913-2008)
“Her mevsim içimden gelir geçersin
Sen vefasız yolcu kalbim viran edersin”
Semahat Özdenses, 1913 yılında İstanbul Üsküdar’da doğdu. Müziğe olan tutkusu nedeniyle Üsküdar Kız Sanat Okulu’ndaki öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra kendisini tamamen musikiye yönlendirerek Lemi Atlı, Refik Fersan, Fahire Fersan gibi kıymetli üstatlardan dersler aldı. Babası Çanakkale şehitlerinden Yüzbaşı İshak Efendi olan sanatkârımız, 1939 yılında Yüzbaşı Faruk Ergökmen ile evlendi. Evlendikten iki yıl sonra İsmail Hakkı Bey’in hüzzam bestesi olan “Beklerim Seni Her Gün Bu Sahillerde” adlı ilk plağını çıkardı. Diğer yandan beste yapmaya başlayan Semahat Hanım, “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine” gibi dillerde dolaşan onlarca besteye imza attı.
Uzun yıllar TRT Ankara Radyosu’nda ses sanatçısı olarak yer aldıktan sonra, 1971 yılında İstanbul’a gelerek İstanbul Radyosu’nda göreve başladı. Bir yandan da Altunizade Kültür Merkezi’nde çok sayıda öğrenciye müzik dersi veriyordu. Türk musikisine yeni isimler kazandırmak adına sürdürdüğü bu görevi nedeniyle kültür merkezine onun adı verildi. Yine Üsküdar’da ikamet ettiği sokak “Semahat Özdenses Sokağı” olarak adlandırıldı.
MESAM üyesi olan ve 2008 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü”ne layık görülen Semahat Özdenses, aynı yıl göğüs kanseri nedeniyle hayatını kaybetti. İstanbul Pendik’te bulunan mezarı, hayattayken eserlerinin telif hakkını bağışladığı “Mehmetçik Vakfı” tarafından yaptırılmıştır.
SAFİYE AYLA TARGAN (1907-1998)
“Seninle doğan güldür bu gönül
Ah bu gönül şarkıları
Dilindeki bülbüldür bu gönül
Ah bu gönül şarkıları”
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün huzurunda şarkı söyleme şerefine nail olan Safiye Ayla, 1907’de İstanbul’da doğdu. Babası Hafız Abdullah Bey’i doğmadan önce, annesi Seyyide Hanım’ı ise henüz üç yaşındayken kaybedince Kağıthane’deki Çağlayan Yetimhanesi’ne verildi. İlkokuldan sonra girdiği Bursa Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra İstanbul Beyoğlu’ndaki bir ilkokula öğretmen olarak atandı. Dersleri o kadar eğlenceli geçiyordu ki, öğrencileriyle mektep şarkılarını icra ederlerken herkes işini gücünü bırakıp onları dinlemeye başlardı. Bir gün yine sokakta öğrencileriyle şarkı söylerken, bestekâr Mustafa Sunar tarafından sesinin güzelliği fark edildi. Sunar’dan müzik dersleri aldıktan sonra Darüttalim Musiki Heyeti’nin konserlerine katılınca, öğretmenliği bırakıp gazinolarda sahne almaya başladı. Bu esnada Yesari Asım Arsoy, Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar gibi kıymetli üstatların müzik bilgilerinden yararlandı.
Ve nihayet 1932’de, İstanbul Vali Yardımcısı Nuri Bey’in evinde verilen bir davette Mustafa Kemal Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi ve Ulu Önder’imizin en beğendiği seslerden biri oldu. Atatürk, Sadettin Kaynak’ın Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı “Yanık Ömer” adlı bestesini Safiye Hanım’dan ilk dinlediğinde hayran kalmış, tekrar tekrar okumasını rica etmiştir. Gecenin sonunda kendisine “Safiye, çok teşekkür ederim, çok güzel yorumladın. Bu türküyü bir operada söylemeni çok isterim. Bunu başarırsan beni çok mutlu edersin.” demiştir. Atamızın bu vasiyetini yerine getirememenin üzüntüsünü “Atatürk en büyük arzumu sorduğunda uluslararası bir sanatçı olmak, demiştim. Sesimi dinleyen Alman mühendisler Avrupa’ya gidersem dünya çapında yirminci yüzyılın en güzel seslerinden biri olacağımı söylüyordu. Ancak ben ne yazık ki öksüz ve yetim büyüdüm. Hasbelkader bir haftada ünlü oldum. Elimden tutan olsaydı belki bütün dünyada meşhur olacaktım.” diyerek dile getirmiştir.
Yaşadığı tüm zorluklara rağmen Safiye Ayla, büyük beğeni toplayan sesindeki pürüzsüz akış, yorumundaki kendine has coşkun tavır sayesinde beş yüzden fazla plak doldurdu. Başta İstanbul ve Ankara radyoları olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi. Zamanın gözde şarkılarından Rumeli türkülerine uzanan geniş repertuvarıyla geniş bir dinleyici kitlesine ulaştı ve daima aranan seslerden biri oldu. “Seninle Doğan Gündür Bu Gönül” ve “Aşk Yaprağına Konarak Koza Öresim Gelir” adlı iki de bestesi bulunan sanatkarımız; “Bekledim de Gelmedin”, “Çile Bülbülüm Çile”, “Yanık Ömer” gibi şarkıları üne kavuşturdu. 1942 yılında Alabanda revüsünde “Kraliçe Mimoza” rolündeki başarısıyla yetenekli bir oyuncu olduğunu da kanıtladı.
1950 yılında udi ve besteci Şerif Muhittin Targan ile evlendi ve “Targan” soyadını aldı. Şerif Muhittin Targan, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in soyundan gelen son Mekke şerifi Vezir Ali Haydar Paşa’nın oğludur. “Eşim peygamber torunu, bense Allah’ın kızıyım.” diyen Safiye Ayla’ya Allah “yürü ya kulum” demiş; zamanında gecelerce Eyüp Camisi’nin musalla taşında uyumak zorunda kalan o kimsesiz kız, hem halkın sevgilisi hem de peygamber gelini olmuştur. Bir yandan çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede “peygamber gelini” unvanına nail olan sanâtkârımızın; diğer yandan o ülkenin mimarı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün idealize ettiği “çağdaş ve laik Türk kadını” için önemli bir örnek teşkil etmesi, okuyuşuna yansıyan Batı beğenisi, düzgün diksiyonu, giyim kuşamındaki klas tercihleri ile modern Türk kadınını en güzel biçimde yansıtması takdire şayandır. En az tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışlaması kadar…
Safiye Ayla 1998 yılında, doksan yaşında iken vefat etti. Belki gittiği yerde billur sesiyle hâlâ şarkılar söylüyor ve en büyük hayranı Atatürk ona zeybek oynayarak eşlik ediyordur, kim bilir?
KEMANİ KEVSER HANIM (188x-195x)
1880’li yıllarda doğup 1950’li yıllarda vefat ettiği tahmin edilen Kemani Kevser Hanım; Osmanlı Devleti’nin ilk resmi müzik okulu olan Darülelhan’da –bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda– keman öğretmeni olarak görev almış, erkeklerin egemen olduğu bir çağda ve bir sektörde “Ben de varım!” demiştir. Sinekemani ve aynı zamanda piyanist olan Kevser Hanım’ın “Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni” diye başlayan meşhur “Çanakkale Türküsü”nün bestekârı olduğunu savunanlar olmuştur. Nota basımcılığında bir ekol olan, yirminci yüzyılın başlarında kardeşleriyle birlikte çok sayıda eserin notasını basarak Türk musikisine büyük hizmetler yapmış olan müzik yayıncısı Şamlı Selim ile Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı öğretim üyesi Onur Akdoğdu; Çanakkale Türküsü’nün Kevser Hanım’a ait olduğunu iddia etmişlerdir.
Keman icrasının yanı sıra Kevser Hanım, bestelediği longalar ile bilinmektedir ki bunlardan en meşhuru; efsane ikili Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın “Petrol Kralları” filminden ve bilhassa çok sevdiğimiz Kemal Sunal’ın unutulmaz “Bombacı Mülayim” karakterine hayat verdiği “Korkusuz Korkak” filminden hatırladığımız “Nihavend Longa”dır. (Longa; Romanya kökenli olup, Türk müziğinde yörük özellik taşıyan çalgısal, yani sözsüz bir oyun havası türüdür.) Duyar duymaz kulağınıza aşina gelecek ve sizi bugün bile hâlâ keyifle izlediğimiz Yeşilçam filmlerine götürecek diğer longa örneklerini de buraya bırakalım:
- SANTURİ ETHEM EFENDİ – Şehnaz Longa (“Tosun Paşa” film müziği)
- KEMANİ SEBUH EFENDİ – Kürdilihicazkâr Longa (“Süt Kardeşler” ve “Şaban Oğlu Şaban” film müziği)
- Sultaniyegâh Longa (sahibi bilinmeyen bir Romen oyun havası)
MELAHAT PARS (1918-2005)
“Ben gamlı hazan sense bahar, dinle de vazgeç
Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç”
Besteci ve yorumcu Melahat Pars, 1918 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. Ailesi tarafından müziğe olan yeteneği fark edilince Kanuni Mustafa Bey’den iki yıl nota ve usul dersleri aldı. Sonra özel bir müzik okulu olan Darüttalim-i Musiki’de Udi Fahri Kopuz, Mesud Cemil gibi kıymetli üstatlardan ud ve makam dersleri alarak müzik bilgisini ilerletti. 1938 yılında askeri doktor Hazım Pars ile evlenen sanatkârımız; eşine olan sevgi, saygı ve hayranlığını her fırsatta dile getirdi. Hatta eşinin Doğu görevi nedeniyle gittikleri Bitlis’te üç yıl boyunca müzik çalışmalarından uzak kaldı.
Daha sonra eşinin tayini Ankara’ya çıkan Melahat Hanım, 1944 yılında Ankara Radyosu’nun açtığı sınavda başarılı olunca burada solist olarak çalışmaya başladı. 1948 yılında hocası Fahri Kopuz’un teşvikiyle “Avare Gönül Yine Hicrana Daldı” adlı ilk bestesini icra etti ve sonra kendisine şöhretin kapılarını açan “Ben Gamlı Hazan” dahil onlarca besteye imzasını attı.
1954 yılında İstanbul’a yerleştikten sonra İstanbul Radyosu’nun Türk musikisi yayınlarına katıldı, ayrıca İstanbul Belediyesi İcra Heyeti’ne üye oldu. 1985 yılında arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Kalamış, Kadıköy ve Marmara müzik derneklerinde yöneticilik yaptı. Türk musikisine pek çok sanatçı yetiştiren Melahat Pars, 2005 yılında vefat etti. Emel Sayın, Muazzez Abacı, Gönül Yazar, Zekai Tunca, Adnan Şenses gibi yorumcular; hayattayken değerinin yeterince bilinmediğini düşündükleri Melahat Hanım için “Onu dinledikten sonra diğer büyük sesler yavan kalıyor.” demişlerdir.
TAMBURİ FAİZE ERGİN (1894-1954)
“Kız sen geldin Çerkeş’ten
Pek güzelsin herkesten
Farkın yoktur billahi
Lepiska saçlı Çerkezden”
Tamburi Faize Ergin, 1894 yılında İstanbul’da doğdu. Türk kemençe sanatçısı Fahire Fersan’ın ablası, besteci Refik Fersan’ın baldızı olan sanatkârımız, 2. Abdülhamid’in başmabeyncisi olan babası Faik Bey’in yakın dostu Tamburi Cemil Bey’den tambur ve musiki dersleri aldı.Böylece hem musiki kültürünü, hem de çok sayıda eser öğrenerek repertuvarını genişletti. Darülelhan’da, bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda ve çeşitli musiki derneklerinde tambur öğretmenliği yaptı.
Maarif müfettişlerinden Ruhi Bey’le evlenen Faize Hanım, eşinin teşviki ile bestekarlığa başladı. İlk bestesi “Bade-i Vuslat İçilsin Kase-i Fağfurdan”, birçok musiki ustası tarafından “mükemmellik örneği bir şaheser” olarak yorumlandı. Eşi Ruhi Bey’in anlayışı sayesinde değerli yeteneğini kullanarak Türk musikisine az ama öz eser bırakan bestekârımız, hayatının son yıllarını büyük bir sıkıntı ve kimsesizlik içinde geçirdikten sonra 1954 yılında vefat etti.
NEVZAT AKAY (1915-1969)
“Doymadım sana ağlarım ah ederek yana yana
Geç buldum çabuk kaybettim, hicran oldu hayat bana”
Nevzat Akay, 1915 yılında İstanbul Kanlıca’da doğdu. Musikiyle alakalı bir ailede yetişen sanatkarımız; ud,kanun ve keman çalan babası Ziya Bey’in yeteneğini fark etmesiyle Sadettin Kaynak, Yesari Asım Arsoy gibi kıymetli üstatlardan musiki dersleri almaya başladı. 1940’ta İstanbul Radyosu’nun sınavlarını kazanan Nevzat Hanım, genellikle eşi Dr. Sami Akay’ın güftelerinin üzerine okuduğu gazellerle tanınmıştır. Gazellerindeki Hafız Burhan etkisi açıkça görülen Nevzat Akay, 1969 yılında vefat etti.
MEHVEŞ HANIM (?-1976)
“Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem”
Doğum tarihi bilinmeyen Mehveş Hanım; İzmir’de doğdu, yaşadı. Annesi tarafından teyzesi Mehveş Hanım’a verilen sanatkârımız; teyzesini annesi, annesini ise teyzesi bilerek büyüdü. Büyüdüğünde işin aslını öğrendiyse de teyzesi Mehveş Hanım’a olan sevgisi hiç eksilmedi. Bilakis kendi adını gizli tutarak onun adını mahlas olarak kullandı.
Aynı zamanda öğretmen olan bestekârımız; altmış küsur bestesinin kayıtlı olduğu defterini bir öğretmen arkadaşına vermiş, ancak sonra bu defter kendisine ya da yakınlarına dönmemiştir. O defter bulunsa Türk müziğine daha ne eserler katılacaktı kim bilir… Mehveş Hanım, muhteşem ezgisiyle nihavendin Batılı tüm özelliklerini taşıyan bir tek şaheser bıraktıktan sonra kayıplara karıştı ve 1976 yılında bir huzurevinde hayata gözlerini yumdu. Bu kayboluş, şarkısındaki gibi bir “kaçış” mıydı, orası sonsuz bir muamma…
NİMET HANIM
“Altın tasta gül kuruttum
Yâri sinemde uyuttum
Yâr söyledi ben unuttum
Gönül efendini buldu
Saçı leylaya vuruldu”
Gönül isterdi ki bestekâr Nimet Hanım hakkında da birkaç kelam edebilelim. Ne yazık ki hayatı ve eserleri hakkında yazılı ve görsel en ufak bir bilgiye erişememek hayli üzücü. Bestelerinden sadece bir tanesi günümüze ulaşabilmiştir.