İSTANBUL HEYECANI
İSTANBUL HEYECANI
Heyecanlıydım. Ayaklarım, belki de yazı konusunda hayatımın dönüm noktasına doğru götürmekteydi beni Eminönü’ne. İstanbul’da yabancıysan, “Mademki Mısır Çarşısı’nın yakınındayım bir gezeyim,” diyor insan. Çarşının mimarisine, dükkânlara, rengarenk baharatlara bakınca burayı yaptıran Hatice Turhan Sultan’a ve Mimar Sinan’ın öğrencisi Davut Ağa’ya teşekkür etmek geliyor insanın içinden. Yeni Camii Külliyesi içinde yer alan 6000 m²’lik kocaman bir arazi üstüne “L” şeklinde kurulmuş. Bunu, Çarşı’ya Yeni Camii tarafından girdikten bir süre sonra, uzun koridorun sonlarına gelirken, sol tarafınızda uzayıp giden diğer bölümü görünce anlıyorsunuz. 1664 yılında törenle açılan Mısır Çarşısı aktarlara ve pamukçu esnafına tahsis edilmiş. Çarşı kısa sürede ticaret merkezi hâline gelmiş ve hemen sonra, “Mısır Çarşısı” diye anılmaya başlamış. Yabancı gezginler de seyahatnamelerinde ‘’Mısır Çarşısı’’ diye bahsetmiş buradan. 1940’lı yıllarda Yeni Cami’nin avlusundan yol geçince Mısır Çarşısı ile Cami birbirinden ayrılmış.Günümüzde hala Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen her türlü baharatın satıldığı bir yer burası.
Çarşıda biraz dolaşınca üstünüze başınıza kokular siniyor. Dışarı çıkınca bir süre daha etkisinden kopamadığınız bir koku ve renk dünyasında yaşıyorsunuz. Kokularla birlikte, annenizin hazırladığı o sıcak akşam yemeklerinde, aile saadetinin içinde buluyorsunuz kendinizi. Binbir renkli baharat ve aktar malzemeleri insanı mutfağa yönlendiriyor, değişik yiyecekler, içecekler hazırlama konusunda cesaretlendiriyor. Birdenbire renklerin coşkusuna kapılmış bir çocuğa dönüşüyorsunuz. İhtiyacınız olsun ya da olmasın, evinizde bu malzemelerden bulunmasını istiyorsunuz ve ellerinizin tutam tutam, gram gram baharatlarla dolu minik poşetlerle dolmaya başladığını fark ediyorsunuz.
Mısır Çarşısı’na girip de orada geçirdiği saatlerde, zihninden küçük bir Doğu yolculuğu yapmayan kimse yoktur bence. Tüm bunları düşünürken Mısır Çarşısı’nın, iki büyük yangın yaşadığını ve ikincisinde tümden harap olduğunu hatırladım. “İyi ki yeniden inşa edilmiş ve umarım bir daha harap olmaz,” diyerek programımız gereği Galata Kulesi’ne gitmem gerektiğini hatırladım.
“Galata Kulesi’ne Eminönü’nden gitmenin pek çok yolu var,” demişlerdi. Bunlardan biri Eminönü’nden Kabataş –Bağcılar tramvayına binip Karaköy durağında inmek, denize sırtını vererek Yüksek Kaldırım yokuşundan Kule’ye ulaşmak. İkincisi belediye otobüsleriyle karşıya geçmek. Diğeri Üsküdar motoru ya da dolmuş kayıklarını kullanmak, bir başka yol ise Galata Köprüsü’nü yaya olarak üstünden ya da altındaki balık restoranlarının önünden geçerek Karaköy’e çıkmak, Tünel’e binip biraz yürüdükten sonra da Galata Kulesi’ne varmak da var yollar arasında. Ben dosdoğru köprünün üstünden yürümeyi seçtim. Ortasından tramvay geçen, iki yanında araba yolları olan ve denize bakan korkuluklara sıralanmış yüzlerce balıkçının avlandığı kaldırımlar bulunan bir köprü burası. Balıkçılardan biriyle sohbete girince anladım ki tam bir balık sevdalısıydı. Haftanın altı günü çalışıp tek tatil gününde üstelik sabahın köründe balık tutmaya geliyormuş. Diğer balıkçıları göstererek “Bunların hepsi balık sevdalısı, yoksa kim sabahın köründe kalkar gelir abla,” dedi. On dakika sonra oltasına vuran balıkları benim çekmeme izin verecek kadar koyulaşmıştı sohbet. Eşinden, eşinin aslında iyi, hoş, sabırlı, çilekeş bir kadın olduğundan söz etti. Ahh, bir de şu balık aşkına bir karışmasa, dünyanın en mutlu erkeği kendisi olacaktı. On dört yaşındaki yakışıklı ama dağınık oğlundan bahsetti. Oğlundan üç yaş küçük ve akıllı mı akıllı kızını anlattı. Sohbet sürerken aşağıya kıvrılan oltayı bir daha tutmama izin vermişti. Üstünden sular damlayan balıkların çırpındığı oltayı tutarken bu anı fotoğraf makinemle ölümsüzleştirmeyi ihmal etmedim.
Sonra Galata’ya doğru yola koyulacakken oltanın ucundaki balıklar gibi hissetmekten de alıkoyamadım kendimi. “Ağzındaki koca yarıklarla can çekişenlerin yavruları yok muydu?” Yerdeki kovanın içinde ters yüz olmuş yüzen balıklara göz ucuyla son kez bakmadan edemedim. Sonra Köprü üstünden Galata Kulesi’ne baktım. Yokuş gözümde büyüdüğü için Kule bana nanik yapıyordu. Karaköy’e varınca bir mağaza çalışanına, “Hani, şu Galata’ya çıkan renkli merdivenler vardı ya onlar ne tarafta?” diye sordum. “On metre ileride. Ama hâlâ renkli mi bilmiyorum” deyince “İstanbul’da yaşayıp Boğaz Köprüsü’nü görmeyenler var” sözünü hatırladım, İstanbul insanına şaşırdım.
Karaköy’de denize sırtımı verdikten sonra büyük yokuşu oflaya puflaya çıkarken ilk buluşma noktasına tam varmak üzereydim ki merdiven renklerine bakmayı unuttuğumu fark ettim. Nihayet Galata Kulesi’nin kendinden emin gölgesiyle buluştu yorulmuş bedenim. Yabancısı olduğum bir yerde aradığımı bulmanın rahatlığına ermiştim. O anda, Kuledibi’ndeki çay bahçesinde, atölye ekibinin toplanmaya başladığını gördüm.
Eksikler tamamlanınca Özcan Hoca, gezi yazarlığına dair özgünlük, sadelik gibi konulardan bahsetmeye başladı. “Sade ile basiti karıştırmayın, basit basittir oysa sade zordur,” dedi. Sadeyi başarmak yazıya da başarı katar” gibi püf noktalarını anlatıyordu ki ben çıkmak için gözümü çoktan Galata Kulesi’ne dikmiştim. Kule’nin merdivenlerini tırmanırken yıllar önce rasathane olarak kullanıldığı günleri, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin kulenin tepesinden kanat takıp Üsküdar’a uçuşunu düşündüm. “Vay be!” diye geçti içimden. Bunları düşünürken gözlerimi kapatıp restorasyona maruz kalmamış kısımlardaki taşlara dokundum. “İstanbul Kanatlarımın Altında” filmindeki uçma sahnesi geldi gözlerimin önüne. İstanbul semalarında rüzgârın sesi eşliğinde saçlarım dalgalanarak süzülüyordum ben de. Altımda, tarihî adıyla Altın Boynuz – Haliç’i, Topkapı Sarayı’nı, Sultan Ahmet Meydanı’nı, Boğaz’ı, Eminönü’nü, yılan gibi kıvrılan tramvayı görüyordum. İnsanlar karıncalar gibi bir oraya bir buraya koşturuyorlardı. Ben, kah mavi sularına bakakalıyordum Boğaz’ın kah tarihî yapılarına. Neyi görmek istiyorsam o tarihî yapının üstüne süzülüveriyordum. Zihnim çok büyük bir cömertlikle filmlerden, kitaplardan, oradan buradan gördüğüm, öğrendiğim tüm İstanbul manzaralarını birleştirip boşluktaki bedenimin altına sunuyordu. Hayretler içindeydim. İstanbul’da yaşamayıp da bu kadar tarihî ve doğal varlığı biliyor olmama kendim de şaştım. Birden “Sizin biletiniz var mı?” sorusuyla irkildim. Gözlerimi açtığımda “Galata Kulesi simulasyonuna biletiniz var mı? ” şeklindeki sorusunu sinirle yineleyen görevlinin gözleriyle buluştu gözlerim. “Hayır!” diyerek cevapladım. Beni o minik rüyadan uyandıran bu görevliye sinirlenmek yerine “Hıh, ihtiyacım mı var sanki!” diye kıkırdadım ve devam ettim yoluma. Nihayet, yetmiş metrelik Kule’nin tepesindeydim artık. Az önce köprüde yürürken hayranlıkla seyrettiğim Galata Kulesi’nin tepesinden, bu sefer aşağıya, köprüye bakmaktaydım bir zafer gülümseyişiyle.
Kule’nin tepesinde, korkuluklarla çevrili bölümü dolanırken Topkapı Sarayı’nı görüyorum. Osmanlı’nın en parlak devrinde, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan, tek katlı mütevazı sarayı. Ardından, Osmanlı’nın yıkılış döneminde, borçlar içinde ve yine borç alınarak yapılan o şaşalı Dolmabahçe Sarayı’nı düşünüyorum. Sonra da günümüzün borç harç içinde yapılan diğer sarayını. Tüm bunlar olurken “Hani şu arkasındaki gökdelenler yüzünden silüeti bozulan cami hangisiydi?” diye aranıyorum. Bulmak öyle kolay değil. İstanbullu olmadığımı hatırlıyorum. İçimde bir öfke nöbeti kabarıyor. Tam da bu sırada sevgilisine “Bu muydu bu kadar övdükleri Galata Kulesi yani?” diyen genci duyunca, ona sinirli bir bakış fırlatıyorum. “Biliyor musunuz, burası günümüzden tam 1500 yıl önce inşa edilmiş bir yapı. Önce fener, sonra savaş esirlerinin barınağı, sonra -hani şu gökyüzü gözlemleri yapılan rasathane- daha sonra yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Önemli bir tarihî turizm merkezi olarak hala yaşıyor. Ayrıca, Sultanahmet’i, Topkapı’yı, Galata’yı, Eminönü’nü, Haliç’i, Boğaz’ı, Köprü’yü 360 derecelik bir açıyla görebilmek çok az bulunabilecek bir fırsattır. Galata Kulesi size bunu hem gündüz hem gece sunuyor” diyorum.
Kuleden inip İstiklal Caddesi’ndeki buluşma noktasına doğru yol alırken yüzlerce insanı ve sesleri fark ediyorum. Kulağımda Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizeleri… Yol kenarında bir evsizin yanına sokulmuş beş altı kediyi çağırıyorum. Davetim karşılık bulmuyor. “Onlar bile İstanbullu olmadığımı anladı.” Tam bu yabancılık duygusuyla kuşatılıp kalmışken “Serap Hocaaaam!“ diye bir ses işitiyorum. İstiklal’in göbeğinde yıllar öncesinden bir öğrencim… Sarıla kucaklaşa hasret gideriyoruz. Ayak üstü yapılan, samimi, bol kahkahalı kısa bir sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Buluşma noktasına yaklaşırken anlıyorum ki aslında kendi ülkendeysen hiçbir yerde çok da yabancı değilsin ve her yer sürprizlerle dolu. “Bugün hikâyene yazacak amma da çok şey biriktirdin, ama bu sonuncusu çok güzel oldu,” deyip gülümsüyorum. Yabancısı olduğun ama memleketinmiş gibi sevdiğin, benimsediğin, gözlerini kapattığında semalarında süzüldüğün, Türkiye’nin kalbinin attığı bir şehirdeyim. İstanbul’da.
Neden gelmiştim? Bugün neden bu kadar yolu yürümüştüm? Çünkü gezi yazarlığı atölyesine katılmaktı amacım. Özcan Hoca’dan çok şey öğrenecektik, öğrendik de. Bu öğrendiklerim rehberliğinde, “Neler yazarım acaba?” diye düşünüyordum. Ayaklarım beni çoktan Gümüşsuyu’nda, atölye eğitimi aldığımız Artloft Fototrek’e getirmişti. Kapıdan girmeden önce geriye doğru şöyle bir baktım. Anladım ki içim, ilk yazımın İstanbul’la ilgili olacağına dair kocaman bir hisle dolmuştu bile.