Hikaye

GEÇMİŞİN İZLERİ – ÖZGE KINASAKAL

Resul dükkanın önüne bir iskemle çekti. Bir sigara yaktı usulca. Ağır ağır hareket ediyordu, sırtını dükkanın dış cephesindeki cama dayadı. Güneşli bir İstanbul öğleden sonrasıydı. Hava küçük bir çocuğun pastel boyayla çizdiği bir doğa tasvirini anımsatıyordu. Güneş o kadar sarı ve parlak, gökyüzü de bir o kadar mavi ve sonsuz… Güneşin kollarından saçılan ışın demetleri bir gelincik kadar naif, bir çam ağacı kadar sarsılmaz ve güçlüydü. Çiçeklere, çimlere vuruyorlar, doğadaki renk cümbüşünü daha da cazip bir hale getirerek bize sunuyorlardı sanki. Gençler Emirgan’da, Gülhane’de, Maçka’da olmalıydı. En azından on altı  yıl önce öyleydi. Bırakayım da aklımda, hatıralarımda böyle kalsın diye geçirdi içinden Resul. Çimlerde oturup sohbet eden, gülüşen gençlerin artık popüler kültür köleliği yaptığını, alışveriş merkezlerine doluştuklarını görmek istemiyordu. Nasılsa gerçekler er ya da geç yüzüne vururdu insanın. O zamana dek anılarda kalmayı seçmişti o.

O sırada başını önüne eğmiş sırtında çantası elinde sefertasıyla ayaklarını sürüye sürüye yürüyen Ömer’i gördü yolun karşısında, ufak tefek bir çocuktu Ömer , orta üçe gidiyordu hatırladığı kadarıyla. Dükkanın olduğu sokakta yaşıyordu birkaç defa konuşmuşlardı. Nihayetinde bir kırtasiye dükkanıydı Resul’unki. Çocuklarla haşır neşir olması kadar tabii bir şey olmazdı. Ömer bugün bir hayli durgun ve üzgün görünüyordu. Asi perçemleri bile huysuzluğu bırakmış uysallıkla çocuğun minik alnına dökülüvermişlerdi. Resul sigarasını yere attı ve ayakkabısının ucuyla söndürdü.Hafiften doğruldu ve Ömer’e seslendi:

-Delikanlı! Gelsene sohbet edelim biraz.

Ömer adını duyunca aniden başını kaldırdı ve etrafa bakındı. Resul Amcasının teklifine itiraz edecek gücü bulamayınca adımlarını hızlandırdı ve dükkanın önüne geldi. Resul ona içeriden bir iskemle daha getirmesini söylediğinde de itiraz etmedi. Bu sırada Resul, az ilerideki seyyar köfteciye seslendi:

-Bize iki yarım,ayranı da olsun!

Ömer itiraz etmenin faydasız olacağını biliyordu. Resul’e döndü:

-Amca benimki çeyrek olsun,evde yemek yemezsem annem kızar.

Resul çocuğun yanağını okşadı ve köfteciye seslenerek siparişi düzeltti. Ömer oldukça hassas ve düşünceli bir çocuktu. Hiç iştahı olamasa bile köfteyi yemezse, Resul Amcasının kendisine darılacağını düşünüyordu. Bu yüzden en azından birkaç lokma atıştırmaya çalıştı. Bir süre konuşmadan köftelerini yediler. Sessizliği Resul bozdu:

-Ömer nedir bu halin? Bir şeye mi üzgünsün?

Ömer “hiiç” diyecekken durdu. Bu adamla konuşurken düşünceleri görünüyormuş gibi hissederdi hep. Çok derin bakardı Resul.       Yaşanmışlık okunurdu yüzünden.Ona baktığınızda hiç çocuk olmadığını düşünürdünüz. Sanki Tanrı onu yaratmadan evvel eline ince uçlu bir çakı almış, alnına kaşlarının arasına, gözlerinin kenarlarına ve nadiren de olsa güldüğünde beliren mimik çizgilerine derin kesikler açmıştı. Sanki bu yüz hiç kırışıksız ve pırıl pırıl olmamıştı, bu gözler hiç gençlik ateşiyle yanmamıştı. Ağzına küçük bir lokma köfte daha alıp yuttu, ardından küçük çocuklara mahsus çekingenlikle konuşmaya başladı Ömer:

-Okulda bir tiyatro oynayacağız,öğretmen kostümler için para istedi. Kostüm parası vermeyenler oyunda yer alamayacakmış. Ben de oynamak istiyorum ama babamın parası kalmamışsa diye korkuyorum.

İçinde derin bir öfke duydu Resul. Ne acımasız ve düşüncesizce bir davranış diye geçirdi içinden. Öğretmenler bu çocukların maddi durumlarını az çok bilmiyor muydu? Para vermeyi teklif etse çocuğun almayacağını adı gibi biliyordu. Başka bir çözüm yolu bulmalıydı. Aklına gelen fikirle gülümsedi ve çocuğa döndü:

-Ömer,bak ne diyeceğim.Biliyorsundur buralara yeni taşındım. İşim çok oluyor.Bu haftalık okuldan sonra buraya gelip bana bir iki saat yardım etsen nasıl olur? Parasıyla tabii.

Ömer bir an durdu ve düşündü.Böylece hem kostüm parasını bulmuş hem de babasına yük olmamış olacaktı. Resul amcasına içinden derin bir sevgi duydu. Minnettar gözlerle baktı:

-Çok isterim Resul amca ama anneme sormam lazım.

Resul:

-Tamam delikanlı, haber verirsin bana.

Bir süre daha muhabbet ettikten sonra Ömer köfte için teşekkür etti ve eve geç kalacağını söyleyerek Resul’un yanından ayrıldı.

Akşama kadar dükkana gelip gidenlerle ilgilendi Resul. Saat yediye gelirken dükkanın arka tarafındaki odaya geçti.Yeni yuvasıydı burası artık. Kirası uygun ve dükkana yakın bir ev bulana kadar burada kalmak mecburiyetindeydi. Odada bir köşeye serilmiş döşekten ve karton bir kolideki kitaplardan başka neredeyse hiç eşya yoktu.Yemek yapma imkanı olmadığı için çoğunlukla manavdan aldığı peynir ekmeği bir gazete kağıdının üstüne serip yiyordu. O akşam ise yiyecek hiçbir şeyi yoktu. Manava gidip iki yüz elli gram kadar beyaz peynir ve zeytin, iki ekmek ve belki biraz da helva almaya karar verdi.

Her zamanki gibi ağır adımlarla manavın yolunu tuttu. Manavın kapısına geldiği sırada duyduğu bağlama sesine eşlik eden yanık ses onu durdurdu:

Mapushane duvarları karalı

Dertler bende dizilmişler sıralı

Yüreğim feryad ediyor yaralı

Günüm geçmez ömür bitmez

Yıkılası mapushane

Kaldırım kenarına oturdu. Biliyordu bu türküyü. Bilmez miydi? On altı yılı,dile kolay on altı yılı geçmişti o mapushanede. Erzincanlı bir Muhsin Ağabeyi vardı koğuşun. O çalardı bu türküyü. Nefesini tuttuğunun farkında bile değildi. O an kendini türkünün kollarına teslim etmiş, yaşadıklarını düşünüyordu sadece.

 

Gardiyanım gardiyanım

Nerede sevdiğim dostlarım?

Aklıma gelir ağlarım

Yıkılası mapushane

Anamın gözyaşı dinmez

Sevdiğim el olmuş gelmez

Burada çile çeken gülmez

Ömrüm çaldı mapushane

Hakikaten de öyleydi. Mapushanede çile çeken gülmezdi. Ağlasa ağlayacaktı o an orada,ağlayamadı. Uzun yıllar boyu acı ve özlemden başka duygu tatma fırsatı olmamıştı. Mutluluk nedir diye sorsanız “küçükken yediğim kağıt helvadır” derdi. Hafızasında yer edinen pek mutlu anı yoktu. Burun kemerini sıktı sertçe. Ani bir hareketle dükkana dönmek üzere ayağa kalktı. İştahı kalmamıştı. Tam bir adım atmıştı ki yanık sesin sahibini duydu:

-Kardeş,bir çayımı içmez misin?

Resul döndüğünde manavın kapısında kendisinden olsa olsa birkaç yaş büyük bir adam gördü. Saçları yer yer ağarıp dökülmüştü. Kahverengi tonlarında, eski ama temiz bir gömlek ve pantolon giyiyordu adam. “İçerim” dedi Resul başını sallayarak. Kendini tanıttı adam:

-Yusuf ben, Muammer’in ağabeyiyim. Bir işi vardı bana emanet etti dükkanı.

Resul adamı elini sıktı ve konuştu:

-Resul ben. Buralarda bir kırtasiye dükkanım var.

İçeri geçtiler. Kasanın yanındaki masaya oturdular.Yusuf bir gazete serdi masaya. Biraz peynir,domates ve çay koydu masaya. Resul çayından bir yudum almıştı ki Yusuf sordu:

-Ne zaman beraat ettin?

O kadar şaşırmıştı ki Resul elindeki çay bardağını masaya bile koyamadı. Soran gözlerini Yusuf’a çevirdi.

Yusuf:

-Bakma öyle,gördüm seni. Herkes hüzünlenmez bu türküye.

Acılarına meydan okurcasına güldü ve devam etti:

-Hem kaç yıldır Silivri, Diyarbakır, Pozantı gezip durdum. İnsan sarrafı olduk sayılır artık, şimdi cevap ver bakalım.

Resul bardağı masaya bıraktı ve cevapladı:

– İki ay kadar oluyor.89’un Aralık ayında girmiştim.

Yusuf:

-83’de girdim ben, çıkalı beş yıl oluyor.

Çayından bir yudum aldı ve devam etti:

-Gençtik tabii. Kanımız kaynıyordu, her şeyi bildiğimizi sanıyorduk, tecrübesizdik.

Acı acı güldü ve gözlerini masaya dikti:

-Dava adamıydık nihayetinde. Yaşıtlarımız gibi diskoteklerde, parklarda ömür çürütmüyorduk, ama ne oldu biliyor musun? Benim ömrüm çürüdü. Tekrar o yaşta olsam o zamanlar kınadığım gençlerden biri gibi olmak isterdim. En azından bir aile kurardım, daha basit dertlerim olurdu. Neyse…

Bu sözleri Resul’den daha iyi kimse anlayamazdı. İçini dökme sırası ondaydı:

-Evet, dava adamı sanıyorduk kendimizi, birer kukla olduğumuzun farkında değildik.

Yusuf derin bir nefes alarak geriye doğru doğruldu gözlerini hafifçe kısarak sordu:

-Neden tutukladılar seni?

Resul bu adamı kendisine bir anda yakın hissedivermişti ama yaralarını deşmek gibi bir niyeti yoktu. “Uzun hikaye.” dedi sakince. Yusuf’un pes edecek gibi bir hali yoktu:

-Uzun bir gecemiz var.

Pes eden taraf Resul oldu:

-Pekala…1989’un Ekim ayıydı. Yirmi beş yaşında çiçeği burnunda bir avukattım. Bir hukuk bürosunda avukatlık yapıyordum. Genelde siyasi davalara bakardı bizim büro.Tabii bu sıralarda başka bir örgütte de çeşitli faaliyetler yapıyorduk. Dönemim nabzını bilirsin, dönüp baktığımda yaptıklarıma bakıp iyi cesaretmiş diyorum, cahil cesareti… O zaman böyle düşünmezdim tabii. Uğruna mücadele ettiğimi düşündüğüm dava ile, asıl mücadele ettiğim dava çok farklıydı. Bilirsin, sağı da solu da böyledir bu ülkenin. Kaba kuvvetle düzen değiştirmeye çalışırlar, oysa burası Türkiye, burası Güney Amerika ülkelerine ya da bazı Orta Doğu ülkelerine benzemez. Bir ülkede sözde de olsa bir anayasa, hukuk sistemi varsa, o ülkede silahla devrim yapamazsın. Ortak bir payda da, gerçekten tam bağımsız Türkiye fikrinde buluşmak yerine bir iç savaşa giriştiğimizin farkında değildik. Neyse. Bir gün bizim örgütün üst merciilerin birinden bir telefon aldım. Benimle konuşmak istediklerini söylediler. Bir saatlik öğle aramda buluşacağımız yere gittim. İzlendiğimi ve yaptığım işlerin onları ziyadesiyle memnun ettiğimi söylediler, sırtımı sıvazladılar. Müthiş bir gurura kapılmıştım, ülkeme hizmet ediyordum neticede. Konuşmaya devam ettik. Bir emanet var dediler, birine ulaştırman gerekiyor. O an bu emri sorgulayacak durumda değildim. Masanın altından uzattıkları paketi alıp iç cebime yerleştirdim. Büroya döndüğümde paketi açıp baktım. Bu glock marka yarı otomatik bir tabancaydı. Teslimat yarın gece yarısı olacaktı. Önce nereye koyacağımı, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi yanımda taşımak herhalde diye düşündüm. O gece gözüme bir gram uyku girmedi. Yaptığım işten rahatsızlık duymaya başlamıştım ama çok geçti. Sonraki gün bitmek bilmedi. Nihayet gece olduğunda buluşma noktasına gittim. Adamın ne giyeceğini biliyordum. Ona da beni tarif etmişler. Adamla buluştuk. Tabancayı vereceğim anda bir silah sesi patladı. Şoka girmiştim, kulaklarım çınlıyordu. Silahı vereceğim adam gözümün önünde yere yığıldı. Elimde silah kalkaldım. O sırada silahı ateşleyen adamla göz göze geldik. Anın verdiği heyecanla tetiği çekip ateşlemem bir oldu. Rüyada gibiydim, davranışlarıma ben karar vermiyordum. Deli gibi nereye gittiğimi bilmeden koşmaya başladım. Sokaktaki köşeyi döneceğim sırada önümde bir araç durdu. Açık camdan bana “Atla” dediler. Dediğim gibi, ne yaptığımın, kimin arabasına bindiğimin bile farkında değildim. Tabancanın metalinden sızan soğuk ölüm hissi tüm bedenimi ele geçirmişti. Birkaç dakika sonra şoktan çıktığımda konuşmayı akıl edebildim. “Siz kimsiniz, nereye gidiyoruz. Sizi örgütten mi gönderdiler?” Cevap alamadım tabii ki. Çırpınmaya, tepinmeye başladım, arabadaki adamlardan biri enseme sert bir şeyle vurunca bayılmışım. Gözlerimi depo tarzı bir yerde açtım. Sandalyeye bağlanmıştım. Önce işkence göreceğim, benden isim almak isteyecekler diye düşündüm. Öyle olmadı, oldukça düzgün giyimli yapılı bir adam geldi, karşıma bir sandalye çekip oturdu. “Evet, başlıyoruz. Eminim kim olduğumu merak ediyorsundur. İsmim ve cismimin senin için bir önemi yok, ben senin yol ayrımınım. Sana iki seçenek sunacağım. Ya bizimle anlaşma yoluna gidersin ve sana verdiğimiz ufak görevi yaparsın, ya da üstünde parmak izlerin olan tabanca ve cesetlerle seni polise teslim ederiz” dedi. Umutsuzca “Beni bırakın” diye çırpınmanın bir yararı olmayacaktı bana, anlamıştım. Yaşanılanlar kötü bir kabus gibiydi. Ateş ettiğim adama ne olduğunu bilmiyordum ölmüş müydü yaralı mıydı?

Sadece küçük bir çocuk olmak ve annemin yanında olmak istiyordum. Perişandım. “Ne yapacağım ?” dedim. Adam memnuniyetle gülümsedi. “Aslında çok basit bir iş. Sadece kamyon kullanacaksın.” Şaşırmıştım: “Anlamadım?” dedim. Adam cevap verdi. “Biraz daha açayım öyleyse, sana vereceğimiz güzergah üzerinden Kapıkule sınır kapısını geçeceksin. Bulgaristan’a girdikten sonra yaklaşık doksan beş kilometre daha yol gidip Dimitrovgrad’da sana vereceğimiz adrese varacaksın. Kalanı ve kamyonette ne olduğu seni ilgilendirmiyor, yolculuk yarın akşam. Ha tabii tüm bu hizmetin karşılıksız kalmayacak,kanıtları yok olmuş bil”. Yaşadıklarıma inanmak istemiyordum. Daha iki gün önce sabahları büroya gidiyor akşamları sıcak evime dönüyordum. Ne kamyonu ne silahı neler oluyordu? Gerçekleri idrak edemeden kendimi bir kamyonu kullanırken buldum. Bana sınırda problem olmayacağını söylemişlerdi. Orada da adamları olmalıydı diye düşünüyordum. Kapıkule’ye yaklaştıkça nabzım da artıyordu. Derken hiç hesaba katmadığım bir şey oldu,kamyonet çevrildi. Bulgar olduğunu tahmin ettiğim bir gümrük görevlisi cama yaklaştı:

-Dobre Vecher.Kakvo ima v kamiona?

Elim ayağım birbirine dolaştı tabii,elimi kolumu sallayıp bir şeyler anlatmaya çalışırken işler karıştı. Sonuç olarak ben sekiz yüz seksen adet 7.62 kalibre mermi, yedek lastikler içine siyah poşetler içinde gizlenmiş, Kalaşnikof marka silahlar, bu silahlara ait susturucu ve şarjör ve elli dört adet 711-61 mermi ile yakalandım. Sonrasını anlatmama gerek yok sanırım… Anlattıklarım kanıtlarla desteklenemediği için on altı yıl yattım. Sonradan öğrendim, meğer ben Dimitrovgrad’a kamyonu ulaştırabilseydim oradan bir başkası Romanya’ya götürecekmiş silahları. Benim tutuklandığım tarihten bir iki hafta sonra Romanya’da devrim oldu zaten. Sosyalist rejim yıkıldı. Nicolae Ceauşescu idam edildi. Yani kanlı bir darbeye istemeden de olsa yardım edecektim. Neyse…

 

Yusuf ne diyeceğini şaşırmıştı. Hoş, ne dese boştu zaten. Böyle bir adama kim, nasıl teselli verebilirdi ki? Ayağa kalktı ve sordu:

-Bir çay daha içeriz değil mi?

Bir cevap yazın