Hikaye

YUNUS’A SELAM – DUYGU FIRTINA

 


      Minik kalbimdeki afacan bir delik yüzünden ailemle Siyami Ersek’in yolunu tuttuğumuzda henüz beş yaşındaydım. Aralık ayıydı, eni konu hissedilen ayaz çocuk bedenime ağır gelse de onlara belli etmemeye çalışıyordum. Dışarıda mavi yeşil kuru boyalarımla çizdiklerimden çok farklı bir resim vardı. Durmaksızın yağan kar bu rüya kenti beyaza boyuyordu ve İstanbul; hafta sonları anneannemle dolaştığımız vitrinlerin önünde taklitlerini yapmaktan tuhaf bir keyif aldığım, bembeyaz gelinlikli cansız mankenler gibiydi.

     Koridorda bizi tanıyormuşçasına gülümseyerek önümüzden geçen adamın adını annemden öğrenmiştim: Esin Engin. Rahmetlinin o sıcak ekmek gibi gülümsemesi hafızama öyle bir kazındı ki, biraz sonra anlatacağım “ilk ölüm” dahil tüm ölümleri hüzün çeşnili bir gülümsemeyle karşılamayı öğrendim. Öyle güzel gülen insanlar ölmezlerdi, ölemezlerdi sanki. Ah çocuk aklım…

      Hasta olduğumu biliyordum, bunun geçeceğini de. Kapısını çaldığımız onlarca doktordan en sonuncusu, kahraman “Labup Dedem” anlayıvermişti kalbimin delik olduğunu. Dilim dönüp de bir türlü “Rauf” diyemediğim için “Labup” kalmıştı adı. Onun “Bu çocuk ölüyor, ameliyat şart!” demesiyle Bandırma’dan kalkıp apar topar gelmiştik buraya. Tamamen iyileşip yeniden çıkacaktım karşısına Aslan Labup Dede’min, biliyordum.

      Ben koğuştaki şanslı çocuklardandım. Hepimiz delik kalpli şanslı çocuklardık aslında, birimiz hariç: Yunus. Üvey anne elinde büyümüş, hastalıktan ve bakımsızlıktan tüm vücudu mosmor kesilmiş bir garip Yunus. Yaşlı babasının yorgun gözlerle, olacakları hisseder gibi çaresizce seyrettiği oğul Yunus.

      Koğuşta akranlarımın olması benim için hasta olmanın iyi tarafıydı. Şimdiki utangaç halimin aksine, çocukken iletişimim hayli kuvvetli olduğu için kısa zamanda hepsiyle kaynaşmış, bir eksikle de olsa Voltran’ı oluşturmuştum bile: Yunus, Ebru, Nurullah ve ben. Dört kafadar, dört “kader arkadaşı”, buram buram ilaç kokan bu odada eğlenmenin yollarını arar dururduk. Sanırım başarıyorduk da… Annemin bizim için hazırladığı çikolata sürülmüş ekmekleri gecenin köründe afiyetle götürürdük. Yunus genelde bitiremez, bir iki ısırık aldıktan sonra babasının kucağına gidip orada derin bir uykuya dalardı.

       Bazen aramızda yarışmalar düzenlerdik. İlk kimin serumu bitecek? Yemeğini en çabuk kim yiyecek? İğne yapılırken ağlayan kaybeder! Bu yarışmaların değişmez kaybedeni, Voltran’ımızın asi çocuğu Nurullah idi. Sebze sevmediği, bilhassa pırasadan nefret ettiği için yemek yarışını; iğneden ödü koptuğu için metanet yarışını her seferinde kaybederdi. Bunun hırsından olacak, babamın bana aldığı legoları yere fırlatıp beni hüngür hüngür ağlatırdı.

       Evet, oyuncaklarımız da vardı elbet. Benim legolarım, renkli tavşan balonlarım, masal kitaplarım ve o zamanlar için beni teknolojinin doruklarına çıkaran bir walkman’im vardı. Babam Barış Manço’nun “Nostalji” albümünü almayı da ihmal etmemişti; Barış Ağabey’imi gazeteden kestiğim resmiyle uyuyacak kadar çok sevdiğimi biliyordu zira. Kaseti sarıp sarıp dinliyordum: Ali Yazar Veli Bozar, Halhal, Eski Bir Fincan, Bal Sultan, Aman Yavaş Aheste, illaki Dönence… Bütün şarkıları ezber etmiştim bile.

       Bazen Ebru’yu ihmal ederdim Barış sevgimden. Oynayalım diye çağırırdı, gitmezdim. Aslında biraz da oyuncaklarını kıskandığım içindi bu nazlanış. Mesela Ebru’nun konuşan bebeği vardı. Arkasındaki düğmeye basınca bir şeyler söyler, bense bu “mucize”yi ağzım açık izlerdim. Benim de bebeğim vardı. Sabiha teyzem getirmişti, rahmetli. Kıvır kıvır sarı saçları, masmavi gözleri, öykündüğüm vitrin gelinlerindeki gibi beyaz elbisesiyle hastanenin en güzel kızıydı belki. İyiydi, hoştu ama konuşmuyordu işte. Ebru’nun oyuncak dikiş makinesini gördükten sonra, yatırınca gözlerini kapatması o kadar da ilginç gelmiyordu artık. Hıh, bebeğine elbiseler dikecekmiş! Ne yapayım, kıskanıyordum işte.

       Nurullah ise türlü silahlarla, renk renk araba ve kamyonlara meftundu. Bunlarla hayal gücünü birleştirerek çok iyi bir polis olup hastanemizi ve tüm dünyayı kötülüklerden kurtarırdı, hem de her gün. Kavgalı olmadığımız günler benim legolarımla da oynardı. Ben bilhassa Yunus legolarımla oynasın istiyordum. Yunus legoları eline alır; bazen ağzına sokup bırakır, bazen babasına götürüp heyecan içinde anlamsız bir şeyler söylerdi. Babası oğlunun söylediklerini onaylarmış gibi başını sallayıp mutluluğuna ortak olurken simsiyah saçlarını okşardı, düşünceli.


     Yunus’un oyuncakları sadece iki arabaydı; biri kırmızı, biri mavi. Onlar da bir kenarda dururdu zaten. Bir gece Ebru’yla arabaları gizlice alıp içlerini tuzla doldurduk. Yunus anlayıp tepki gösterecek, biz de eğleneceğiz sandık. Yunus tuzlu arabaları fark etmedi bile. Anneme sordum; hastalığı bizimkinden daha ilerideymiş, vücudu o yüzden mosmormuş. Yunus’a iyi davranın, dedi. Biz ona kötü davranmadık ki, sadece arabalarına tuz koyduk, hepsi bu. Gerçekten hepsi bu muydu?

      Ameliyattan bir önceki akşam ne oldu, nasıl oldu, hatırlamıyorum. Yunus’u var gücümle ittirdim. Az kalsın yere kapaklanıyordu, sendelerken güldü bana. Ona vuran arkadaşına güldü Yunus. Ebru ve annesi Ayşen Teyze, ellerindeki böreği yemeyi bırakıp suçlar gibi bakmaya başladılar bana. Sen kötü kalpli bir kızsın, der gibi. Belki ben öyle anladım, belki de sahiden kötü bir çocuktum. Hatice Teyze, oğlu Nurullah’tan alışkındı kriz durumlarına. Hemen yanıma koşup bu kez oğlunu değil, ondan daha hırçın arkadaşını teskin etmeye çalışıyordu. Annem neredeydi? Çikolatalı ekmeğin sırası mıydı şimdi?

       Pişmanlık, yalnızlık, utanç… Hepsi birbirine karışmıştı. Kendimi yere atıp bağıra çağıra ağlamaya başladım. Tüm koğuş sesimle çınlarken annem geldi, yüzümü şefkat dolu göğsüne gömüp ağladım, ağladım, ağladım… Sonra her çocuk gibi sustum. Yarın büyük gündü, hepimiz ameliyat olup sonra “özel odalarımıza” alınacaktık. Dört kafadar birlikte son gecemizdi yani. Yunus hangi odada kalacaktı acaba? Bugün geç olmuştu ama yarın mutlaka odasına gidip yaptıklarım için ondan ve babasından özür dileyecektim. Biraz Barış Manço dinleyip uyumaya karar verdim.

      Ertesi gün benim için, gerçek ve hayal arasındaki o hep bahsi geçen çizginin tam üzerinde geçti. Verilen narkozu reddedişim, başaramamış olacağım ki uzun bir karanlığın ardından tuhaf bir yerde uyanışım, burnumdaki hortumlar, göğsümdeki korkunç dikişler, annemle babamın başımda eş zamanlı hem gülüp hem ağlamaları, anneannem ve hatırlayamadığım bazı kişilerin bana yaşlı gözlerle el sallamaları, sonra bembeyaz bir odaya alınışım, pencereden görünen beyaz gelinlikli kocaman ağaç, televizyondaki Red Kit ve köpeği Rin Tin Tin… Hepsi birkaç dakika veya birkaç yıl önce olmuştu sanki.

    Arkadaşlarımı çok merak etmiştim, babama sordum. Nurullah çarşamba, Ebru ve ben cuma günü taburcu olacakmışız. Yunus ölmüş, ameliyat masasından bir daha kalkamamış. Çok ağlamış babası, bizlere ömür dilemiş.

Yunus ölmüş.

Arkadaşım ölmüş.

Son bir kez göremeden, o son yaptığım için özür bile dileyemeden ölmüş.

Yunus ölmüş…

      Ben yunusları çok severim. Her şeye, belki en çok da ölüme inat daima gülümserler, Esin Engin gibi. Ne zaman yunusları görsem, dalgaların arasında neşe içinde bir görünüp bir kaybolmalarını seyretsem aklıma Yunus gelir. O da hayat denen bu ummanda bir görünüp sonra kayboldu. Yüzündeki kocaman tebbesümüyle, beş yaşında mutlu bir çocuk olarak kaldı zihnimde, zihinlerimizde.

       Üzerinden çeyrek asır da geçse, zaman bizim efsane dörtlüyü ayıramadı. Ben hayal ettiğim gibi öğretmen oldum, Nurullah hayal ettiği gibi polis. Ebru terzi ya da modacı olmadı. Uzak Doğu, Avrupa, Amerika derken pek çok ülkeyi gezip dünya mutfaklarını öğrendi. O artık insana parmaklarını yedirten mükemmel bir aşçı! Yunus’umuz ait olduğu gökyüzünde bulutlarla lego oynarken bizi yine kocaman gülümseyerek izliyor, biliyorum. Üçümüz her yıl onun vefat yıl dönümünde buluşup, kendisine duyduğumuz uçsuz bucaksız özlemi anlattığımız notları bir şişeye koyup denize attığımızda; çok geçmeden yanına giden babacığına heyecanla bizi gösteriyor. Biliyorum.


       Yıllar sonra ziyaretine gidip mübarek ellerini öptüğüm Labup Dede’m gibi, Barış Ağabey’im de doğru zamanda doğru şeyi söylemiş: “Ölüm, yaşam denen uykudan uyanmaktır.”


     Biz de senin gibi uykumuzdan uyandığımızda… İşte… işte o vakit kavuşacağız Yunus’um. Gittiğin diyarda bekle bizi, bir kuşun kanadına binip geleceğiz yanına. Benim ölü arkadaşım, şahit olduğum ilk “uyanış”ım… Seni çok özledim!

"Mançoliçe" / sonsuza dek BARIŞ / 12.11.1985 / Dante gibi / Bandırmalı'yız beyaaa / şampiyon BJK / Darülfünun / "örtmen" / 90'lar profesörü / Suriçi aşığı / tiyatrosever / musikişinas / "Mizah, en iyi savunma mekanizmasıdır."

Bir cevap yazın