Hikaye

DENİZİ SEYRETMEK – DUYGU FIRTINA

 

Adım Ertan, yaşım kırk sekiz. Ben söylemesem en az altmış yaşındayım sanıyorlar. Yılların yorgunluğu kar olup yağdı saçlarıma, bir daha da erimedi. Neyse ki Gültepe’de taksicilik yapmak için genç görünmek şart değil. Dikkat, sabır ve biraz cesaret yeterli. Bu üçü olmadı mı tutunamazsın İstanbul’da. Aksi halde klişe gerçek olur; ömür biter, yol bitmez.

O yollarda neler geldi şu başa neler… Çok şükür, bugüne dek öyle üçüncü sayfalara haber olacak türden tehlikeli bir olay yaşamadım. Ama her çeşit insanı taksimde ağırladım; profesörü de bindi mafyası da, iş kadını da bindi hayat kadını da, akıllısı da bindi delisi de… Taksimetrede yazanla birlikte her biri, cebime birçok anıyı da koyup ardından sessizce İstanbul’un kalabalık sokaklarına karıştı. Fakat içlerinde öyle biri var ki…

Geçen yıl bu zamanlardı. Levent’ten, o hep önünden geçip hiçbir zaman içinde vakit geçir(e)mediğim şaşaalı alışveriş merkezlerinden birinin önünden,  elinde renk renk poşetlerle bekleyen bir kadını aldım. Yüzündeki ve saçındaki boyalar olmasa benim Çiğdem’imden daha güzel değildi. Ulus’a gitmek istedi. Vardığımızda poşetlerini kapısına kadar taşımamı da istedi, kıramadım. Döndüğümde karşılaştığım manzara, en az Fenerbahçe’min derbileri kadar heyecanlı geçecek bir günün başlangıç düdüğüydü âdeta…

Yetmiş yaşlarında bir kadın aracımın ön koltuğuna oturmuş, bir şey ararcasına etrafa bakınıyordu. Başındaki kırmızı fötr şapka neyse de, ağustos sıcağında üzerindeki o kürkü neden giydiğini anlamaya çalışıyordum. Beni görünce belli belirsiz gülümsedi. Bir yere yetişmesi gerekiyor sandım, hemen direksiyonun başına geçtim:

     – Kusura bakmayın teyzeciğim, bir müşteriye yardım ediyordum.

     – Merhaba yavrum, adın ne senin?

     – Ertan, teyzeciğim. Sizin adınız nedir?

Sanki dünyanın en zor sorusunu sormuştum. Ben klasik bir tanışma olacak sanarken kadın uzun uzun düşündü de adını bir türlü söyleyemedi. Şaşkındım, daha çok şaşıracaktım:

     – Attila’nın oğlu değil misin sen? Ne zaman döndün yurt dışından?

     – Değilim teyzeciğim. Attila kim?

     – Yönetmen Attila Bey. Bir keresinde “Asiye Nasıl Kurtulur”un provasını alıyorduk. Annemi oynayan kadın o gün nezle olmuştu da yerine Attila benim annem olmuştu. Gül gül ölmüştük.

Şaşkınlıktan nereye gitmek istediğini bile henüz soramamıştım. Az önce adını bile unutmuşken, şimdi yıllar önceki bir anıyı nasıl bu kadar net hatırlayabiliyordu?

     – Ben taksiciyim teyzeciğim. Sen aracıma bindin. Gitmek istediğin bir yer varsa götüreyim.

     – Öyle mi yaptım? O zaman Kanlıca’ya götür beni yavrum, Rıza’m orada beni bekliyor.

     – Rıza kim teyzeciğim? Eşiniz mi? Kanlıca buraya epey uzak, çok yazmasın sana?

Bekleyen kimse olmadığına emindim. Yakınlarda mı yaşıyordu, kimi kimsesi var mıydı? Hakkında hiçbir şey bilmediğim için ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. En doğrusunun polise haber vermek olduğuna karar vermiştim ki kadın, sımsıkı tuttuğu kahverengi el çantasından tedavülden kalkmış bir tomar banknot çıkardı:

      – Önemli değil yavrum, bak benim çok param var. Hem yoğurt da ısmarlarım sana, bizimle birlikte sen de yersin. Sahi, adın neydi senin?

     – O paralar artık kullanılmıyor teyzeciğim. Adım Ertan. Senin adın ne?

     – Çamlıca Tepesi’ne de çıkarız, değil mi? Ah, o kadar kırgınım ki o Nevzat’a! Zülal’i ben oynayacaktım, gitti rolü Belgin’e verdi.

     – Çok ayıp etmiş. Sizin gibi önemli bir sanatçıdan imzalı fotoğraf almak isterim.

     Yaşadığım ikilem yüzünden dakikalar içinde hiç olmadığım kadar kurnaz biri olmuştum. İmza için kalem alma bahanesiyle çantasına baktım, geçersiz paralar ve kesilmiş gazete kağıtları arasında nüfus kağıdı hemen dikkatimi çekti. Adı Selver imiş. Ah be Selver Teyze, nasıl da iki arada kalmıştım o gün. Anılarını canlı tutmaya çalışan böylesine sevimli bir kadına, geçmişe dair özlemini gidermesi için yardımcı olmak istiyordum. Diğer yandan koca bir günü kendisine ayırıp akşam eve beş kuruş kazanmadan gidersem aileme ne derdim? Gerçi bu hayatta en çok annesinden yaralı olan Çiğdem’im beni takdir bile edebilirdi. Kanlıca epey uzaktı, karakol ise yürüyüş mesafesinde. Ne yapmalıydım?

Sonunda bir çılgınlık edip bastım gaza, köprüye doğru sürmeye başladım. Boğazdan geçerken Selver Teyze’nin kara gözleri heyecandan yakamoz gibi parıldıyordu. Öylesine katıksız bir mutluluk…

     – Kimin kimsen var mı Selver Teyze? Çocukların, torunların falan?

     – Olmaz mı? Gökyüzü uyurken üzerimi örten annem, güneş yolumu bulmama yardım eden babam. Şu neşeyle uçan kuşlar da evlatlarım. Hepimiz birer göçmen kuş değil miyiz zaten?

Bazen işte böyle boyumu aşan cümleler kuruyor, bazen basit bir sözcüğü bile hatırlayamıyordu. Gün sonuna kadar elimden geldiğince tanımaya çalıştım onu. Bölük pörçük de olsa dinledim biraz tatlı, biraz buruk öyküsünü. Anlattıklarından eski bir tiyatro oyuncusu olduğunu, rahmetli eşiyle aynı kumpanyada çalışırken birbirlerine aşık olup evlendiklerini, turneye giderlerken kaza yaptıklarını ve eşinin oracıkta öldüğünü öğrenmiştim ama o kadar. O talihsiz gün burnuna gelen kan kokusunu hâlâ duyumsuyordu fakat daha dün ne yediğini hatırlamıyordu. Günümüze dair sanki hiçbir şey yoktu zihninde. Gerçi dünyanın gidişatını düşününce belki böylesi daha iyiydi.

Doğduğumdan beri İstanbul’da yaşamama rağmen Kanlıca’ya  ilk gelişimdi. İşim zaten karşı tarafta ve yıllardır tatil nedir bilmeden direksiyon sallıyorum, fırsat olmadı diyelim. Yoğurtlarımız geldiğinde ailemi düşündüm, üçü de beni yollarda sanıyordu. Bense yeni tanıştığım bir kadınla karşılıklı oturmuş, denizi seyrederek yoğurt yiyordum. (Başka türlü olsa “boyum posum devrilirdi” kesin!) Evet, bana da tuhaf geliyordu; ancak diğer yandan kırk küsur yıllık hayatımda bunu ilk kez yaptığımı düşünüp mutlu oluyordum. Tıpkı çocukluk ve gençlik yıllarımda hülyalara dalarak izlediğim Yeşilçam filmlerinin doğal stüdyosu Çamlıca Tepesi’nde ilk kez denizi seyrederken çayımı yudumladığım gibi…

Madem bugünü Selver Teyze için feda etmeye karar vermiştim, hakkını vermeliydim. Bizim yakaya dönerken yolda bana, büyük aşkı Rıza Amca ile İstiklal Caddesi boyunca yürüdükten sonra ara sokakları aşıp Karaköy’de balık ekmek yemeyi çok sevdiklerini söyleyince kafamda bir ışık yandı. Karnım da epey acıkmıştı zaten. Hem balık yerse unutkanlığı azalır diye düşündüm kendimce. Hatta bizim memlekette futbolun nedense bir “erkek sporu” olduğuna inanıldığı için, Selver Teyze yemekten sonra Fenerbahçe muhabbetine başlayınca balığın kerametine hepten inanmıştım. En az yirmi kez adımı soran, yoğurduna şeker yerine karabiber dökmeye çalışan, çay bahçesindeki bir adama –hem de karısının yanında- Rıza Bey sanıp sımsıkı sarılan Selver Teyze miydi; şaşkın bakışlar arasında ellerini masaya vura vura “Ver Lefter’e, yaz deftere!” diye son ses bağıran?

Hava tamamen kararmış, biz yeterince yorulmuştuk. Bu saatten sonra Selver Teyze’nin yerini yurdunu bulmaktansa bizde bir geceliğine ağırlayıp ertesi gün gündüz gözüyle durumu polise bildirmek en mantıklısıydı. Belki de mantıklı değil, duygusal bir karar vermiştim; çünkü asla kopmayacağını hissettiğim bir bağ oluşmuştu aramızda. Sadece benim değil, onun da hissettiğine inandığım bir bağ… Çiğdem’in her şeyi anlayışla karşılayacağına emindim. Onur ve Yağmur zaten misafire bayılırlar, hele böyle Tanrı misafirine… Yola çıkmadan evi arayıp haber verdim ve canım ailem beni –yine- yanıltmadılar. Çiğdem’im her zamanki kocaman gülümsemesiyle hemen terliklerini giydirip koluna girdi Selver Teyze’nin. Oğlum ve kızım ise sanki babaanneleri gelmiş gibi heyecanlıydı. Selver Teyze de aynı atmosferde hissetmiş olacak ki, ikisine de şu tedavülden kalkmış banknotlardan verdi:

     – Torunlarıma harçlık olsun.

Kolundan tutup en yakın koltuğa oturtacaktık ki, Selver Teyze pantolonunu çıkarmaya çalışmasın mı! Tuvalete götürene kadar olanlar oldu, kadıncağız tutamayıp altını ıslattı. Melek karıcığım, zor durumdaki bu Tanrı misafirini güç bela banyoya  götürüp bir güzel yıkadı; kendi temiz kıyafetlerinden seçip sabırla giydirdi onu. Kendisini doğururken bu dünyadan göçen annesine yapamadıklarını Selver Teyze için yapıyordu belki. Selver Teyze döndüğünde mis gibi zeytinyağlı köy sabunu kokuyordu. Yüzünde, kendisini gördüğüm o ilk anki belli belirsiz gülümseme vardı yine:

     – İyi misin Selver Teyze?

     – Rıza buranın adresini biliyor mu yavrum?

     – Yarın gelecekmiş Selver Teyze. Bak Çiğdem içeriye mis gibi nevresimler serdi, sen şimdi güzelce uyu. Yarın Rıza Amca da gelince hep beraber kahvaltı yaparız, olur mu?

Selver Teyze uyuduktan sonra ailem merak içinde etrafıma toplandı ve onlara her şeyi olduğu gibi anlattım. Onur, ben anlatınca hemen anladı. Selver Teyze’de alzaymır hastalığı olabilirmiş. Okuldan bir arkadaşının dedesine alzaymır teşhisi konmuş, belirtilerin aynı olduğunu söyledi. Hasta yavaş yavaş her şeyi unutmaya başlarmış, hastalık gittikçe ilerlediği için son evrede hiçbir şey hatırlamazmış. Bunu duyunca Çiğdem’in gözleri doluverdi:

     – Öyle unutuveriyor demek, ah kıyamam… Sucuk gibi terlemiş insancık o kürkün içinde. Bir şey de yemedi garibim.

     – Yedik biz hanım, sağ olasın. İştahı yerinde maşallah. Kendi balık ekmeğini yedikten sonra ben daha bitiremeden elimdekini de kapıp yedi, afiyet bal şeker olsun.

Hepimiz birden kahkahayı bastık, hatta korktuk kadıncağızı uyandıracağız diye. Dünyanın en mükemmel kadınıyla evli olduğum için, eve beş parasız geldiğime kızmadığı gibi bir de tatlı tatlı takıldı bana:

     – Demek başka kadınlarla Kanlıcalarda yoğurt yersin, filmlerdeki gibi Çamlıca tepelerine çıkarsın, birlikte denizi seyredersiniz, öyle mi? Seni çapkın seni!

Hooop, bir kahkaha krizi daha! Özellikle dokuz yaşındaki kızımız Yağmur; kendini yere atmış, ayaklarıyla boşluğu döve döve, katılarak gülüyordu. Annesinin alışık olmadığı bu sempatik çıkışı belli ki epey hoşuna gitmişti. Aslında benim de…

     – N’affet beni Nalan, açıklayabilirim. Şaka bir yana, bugün size karşı biraz mahcubum. Fakat… Ah be Çiğdem, imkanınız olsaydı da bugünkü sevincimi görseydiniz. Ne güzel bir şehirde yaşıyormuşuz meğer! Geçim derdinden bunca zaman Gültepe’ye çakılıp kalmışız. İstanbul’da yaşamak başka şeymiş, “İstanbul’u yaşamak” ise bambaşka bir şey… Bir de ne güzel bir ailem varmış benim! Zor zamanda nasıl da kenetleniyormuşuz şikeyet etmeden. Size söz, bundan sonra haftada bir günüm sizin. Pierre Loti, Ortaköy, Çengelköy, Moda… Gezdireceğim her yeri, denizi beraber seyredeceğiz.

Selver Teyze birçok şeyi unutmuş olabilirdi; buna rağmen bana unuttuğum pek çok şeyi hatırlatmış, saatler içinde hiç bilmediğim şeyler öğretmişti.

Meğer ne kadar uzun zaman olmuş denizi seyretmeyeli, iyot kokusunu içime çekmeyeli kaç koca yıl geçmiş.

Kanlıca yoğurdu ne kadar lezzetliymiş! Çamlıca Tepesi ne kadar nostaljik…

Akıllı oğlum; okuyup araştırmak, kendini geliştirmek için nasıl da istekli… Annesini hiç görmeyen karım, kızımızı ne de güzel “görüyor”!

Bunca vakit yeterince vakit ayıramamışım onlara. En çok da kendime… Selver Teyze’nin unuttukları da bir şey mi? Yıllardır ekmek peşinde koştururken yaşamayı unutmuşum ben!

Selver Teyze koskoca oyuncuydu sonuçta, ne çok seveni vardı kim bilir… Evet, unutulmaz bir gün geçirmiştik ama o esnada yakınları muhtemelen yana yakıla onu arıyordu. Bunun vicdanımda yarattığı hafif sızıyla, ertesi sabah kahvaltı bile etmeden ivedilikle karakola gidip Selver Teyze’nin kimlik bilgilerini verdim.

Kısa bir araştırma sonucunda anlaşıldı ki; eskiden aranan bir oyuncuyken, eşinin vefatından sonra kendini alkole verince kariyerinde büyük bir düşüş yaşamış. Ruhsal durumu sahneleri ve setleri kaldıramamış; o zamana dek kazandığı paralar da hep içkiye gitmiş. En sonunda sıfırı tüketince kıymetli eşyalarını satmaya başlamış. Evliliklerinin onuncu yıl dönümünde eşinin hediye ettiği kürk manto… Bir tek onu satmaya kıyamamış. Aç kalmamak için kâh Kadıköy’deki eğlence mekânlarında ceviz satmış, kâh Şükrü Şaraçoğlu’nun önünde kartondan yaptığı sarı lacivert taraftar şapkalarını. Birkaç yardımsever taraftarın desteğiyle, yıllardır Nispetiye taraflarında bir huzurevinde yaşıyormuş. Hiç çocuğu olmamış, başka kimsesi de olmadığı için kimse ziyaretine gelmiyormuş. Bir de alzaymır belası gelmiş başına; ilk evre sona ermiş bile, orta evre başlamış. Sonra bütün geçmişi yavaş yavaş silinecekmiş zihninden.

Demek Selver Teyze’nin gazete kağıdından da olsa harçlık vereceği torunları yoktu, hatta anıları bile yalnız bırakacaktı onu. Kalbim acıdı, boğazımda bir yumru… Belki onu her şeyi unutmaya çağıran, sahnelerden kalabalıklara alışık bir insana acı verecek o yalnızlık hissiydi. Yine yalnız başına, anlaşılmayan bir şekilde o binadan çıkmayı başarıp sanki sırf hayatı algılayışımı tılsımlı bir dokunuşla değiştirmek için bana gelmişti; kalabalık yolları aşıp hiç ummadığım bir anda bulmuştu beni. İyi ki…

O günün üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Bir yıldır fırsatını buldukça Selver Teyze’mizi ziyaret ediyoruz ailemle. Bazen görevlilerden özel izin alıp gezmeye götürüyoruz onu. Unutkanlığı çok daha fazla artık, fakat bir tek anı hâlâ taptaze: Rıza Amca. Yine onu anlatıyor uzun uzun, Çiğdem’i salya sümük ağlatıyor. Saydığım tüm yerleri gezerken yanımızda idi, dilerim hep olsun. Haftaya planımız şimdiden belli: Gülhane Parkı. Ceviz ağacı olup denizi seyretmek için…

"Mançoliçe" / sonsuza dek BARIŞ / 12.11.1985 / Dante gibi / Bandırmalı'yız beyaaa / şampiyon BJK / Darülfünun / "örtmen" / 90'lar profesörü / Suriçi aşığı / tiyatrosever / musikişinas / "Mizah, en iyi savunma mekanizmasıdır."

Bir cevap yazın