UMUT YOLCULARI – ZİCAN GÖKSU
Dipsiz karanlık deniz, çalkalanıp durdu bir sağa bir sola vurdu tokatını, her vuruşunda çarpan soğuk sular, keskin cam gibi canlarını acıtırken çarptığı yerleri yakıp kavurdu. Çocuklar, genç toy delikanlılar, kadınlar, adamlar… Evini barkını ardında bırakıp bilinmezin yolcusu olmuş bedenler, botun içinde sallandılar bir o yana, bir bu yana…
Yüreklerinde bir umut işte, dağların ardından denizlerin ötesine yolları…
Kulakları sağır eden silah sesleriyle ölen insanların olmadığı, çocukların gülüp oynadığı memleketin hasretiyle, doğduğu büyüdüğü topraklardan dili ayrı, yaşayışı ayrı topraklara gitmek için yola düştükleri daha dün gibi… Varacakları yerlerin bilinmezliğiyle yola revan oldular. İhtiyar anasıyla babası, gözleri dolu dolu yolcu etti oğulları Jamal’la gelinleri Ruksan’ı. Yılların lekelediği titrek yaşlı elleriyle dokunup üç beş dişli ağızlı dudaklarıyla son kez öptüler kuzularını, ille de kuzularının kuzusu Esma’yı… “Güle güle oğul güle güle, yolun açık olsun, Allah yar ve yardımcın olsun… Razıyız, gurbetin sızısı düşsün yüreğimize, yeter ki evlat acısıyla yanmasın ciğerimiz.”
Memleketten getirdiği üç beş kuruşun üstüne dişinden tırnağından artırdığı parasıyla günlerce süren pazarlık sonrası nihayet onları denizin ötesine geçirecek botu buldu ama kedileri Gece’yi yanlarında götürme isteklerini bir türlü anlatamadı onlara, onu arkalarında nasıl bırakacaklardı? Gece onlara bırakılmış emanet bir evlattı, yok mümkünü yok, arkalarında sahipsiz bırakamazlardı, kafesinin içinde kucaklarında dahi olsa gidecekti onlarla. Sonunda “Tamam parası neyse veririm.” dedi de ikna etti adamları.
Kıyar mı ona? Anası gelip sığınmıştı el memleketinde barakadan yuvalarına sarı tüyleri, bal gözleriyle Güneş koydular adını, Güneşçik doğurdu bir gece üç beş enik, emzirip ele avuca gelince bıraktı yavrularını emin ellere alıp başını gitti, kim bilir nerelere? Ardından dağıldı hepsi birer birer kala kala kara tüylü, bal gözlü Gece kaldı onlara, onunla yemeklerini, yataklarını paylaştılar onlar nereye Gece oraya…
Hava kararınca sessiz, boş sahilde buluşup geçeceklerdi karşıya, sözleştiler saat en geç gece iki buçukta orada olacaklardı, üç gibi de denize açılacaklardı.
Hava kararır kararmaz geldiler sözleştikleri yere, onlardan aceleciler de varmış oturup beklerken bir bir geldi umut yolcuları, hep beraber beklediler gecenin iki buçuğunu…
Pazarlık yaptıkları adam, beraberinde iki üç kişiyle üçe doğru çıktı, geldi. Kafasına geçirdiği bereyle kulaklarını ve anlını kapatıp üstüne giydiği montunun fermuarını boğazına kadar çekmişti, ağzında sigarası sağa sola emirler yağdırıp durdu. Onun söylediklerini yerine getirme telaşı içindeki adamlar ellerindeki can yeleklerini tek tek dağıttılar.
Can yeleğini alan Jamal, Ruksan’la Esma’ya verilen yeleği beğenmedi, adamlara kızdı, “Karımla kızımın can yeleğini değiştirin pek sağlam görünmüyorlar, anlaşmamız böyle değildi” adamlar “Elimizdeki bu kadar senin var ya, onlara göz kulak olursun, haaa istemiyorsan geçmeyin karşıya…” çocuklarıyla karşıya geçmeliydi, isteği sadece buydu, yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi, şunun şurasında ne kadarlık yol ki, sabaha varırlar, biraz daha dişini sıkacaktı artık. Adamların çemkirmesinden çekinen diğer yolcularsa bir şey demeden eksik tamam artık neyse, onların verdikleri yelekleri giymeye çalıştılar. İşinin ehli adamlar, yeleklerin hepsini tek tek tekrar açıp bağladılar, sağından solundan tutup baktılar, pazarlık yaptıkları adam bir şeyler anlatmaya başladı. Onu anlayan sadece birkaç kişiydi, diğerlerinin anlamamış olmasının önemi yoktu istedikleri bir an önce yola çıkmaktı.
Yirmi kişilik lastik bota otuz kişi bindiler, çoluk çocuk, bir bebek, bir de kedi…
Gecenin bir yarısında denizdeler şimdi, yüzüne vuran soğuk hava gözlerini yaşarttı. “Ne çok ağladı anam ardımızdan. Epey zaman oldu haber salmayalı, fukaralar merak içindedirler şimdi. Hele bir yerleşelim, bak gör o zaman sen oğlunu yanıma gelirsiniz belki, belli mi olur? Otururuz hepimiz birlikte, az bulur az, çok bulur çok yeriz.”
Jamal ağzına burnuna çarpan soğuk havayı derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu, ısınan havayı ağır ağır üfledi. Öğrendim gayri anam, açlık terbiye ediyormuş insanı, etsin hem valla hem billa yeter ki arsız etmesin, hırsız etmesin.
“Kaderimiz memleket memleket gezmekmiş, doğduğumuz yerde ölmek bize yazılmamış. Deniz kurbanın olam, yol ver gidelim, bilirsin memleket dar bize, yaşamak ağır ve meşakkatli, insanlık düşmanı insanların zulmünü yaşamaktansa, el olduğun topraklarda aç açıkta yaşamak evladır. İnsanın insana ettiği kötülükle baş edemedik biz, buluruz elbet bir çare, açık et yolumuzu, varalım bir hele, gerisi Allah Kerim.”
İnancı lanet okumayı, beddua etmeyi yasak etmişti ama yasak mıydı, günah mıydı, karıştı gerçekle inandıkları. Aslolan yaşadıkları değil miydi? Jamal, yaşadıkları savaşın suçlusu değildi ama çoluk çocuk bu yükün altında kalmışlardı işte, çok kızgındı, bütün ahı, hıncı bunaydı.
“Lanet olsun. Lanet olsun böylesi insanlığa! Savaşı kim icat ettiyse hasret kalsın irem bağlarına cennetin, gürül gürül akan sularında bir yudum suya yansın kavrulsun yüreği, çıkamasın cehennemin kızgın ateşlerinden bize dünyayı dar edip cehennem od’unda yakan, kendi yansın alevlerin en harında.”
Jamal’ın sitemle karışık isyanı döküldü dilinden mırıl mırıl… “Dünyayı ve üzerindeki her şeyi var eden, bize gördüğün bu zulüm reva mı? Ver zulmünden bir parça gayri, bize bunu hak görene… İsyan olur mu, Allah’a?” İsyanından korkup pişman oldu. “Sen günah yazma, isyanım sana değil, beni bağışla…”
Denizden vuran bıçak misali keskin soğuk, yüzünü, ellerini acıttı, huzursuzlukla oturduğu yerden kımıldadı, en az kendisi kadar yorgun yolcuların üzerinde dolaştı gözleri, insanların birbirleriyle ne konuşacak takati, ne de sabrı vardı, herkes kendi dünyasında sessiz yol almaktaydı. Kırklı yaşlardaki adam elindeki telefonu karıştıran on dört, on beş yaşındaki erkek çocuğuna kızdı “Kapat telefonu.” çocuk fütursuz “Resimlere bakıyorum.” adam başını sağa sola sallayıp sabır çekti.
Esma başını annesinin dizine koymuş uykuda, çocuk işte uykusu gelmeye görsün her yerde her şekilde kapatıveriyor gözlerini, Ruksan’nın elleri uyuyan yavrusunun saçlarında gidip gelirken gözleri karanlık boşluğa dalmıştı. Hayat dolu şen şakrak karısı gitmiş yerine hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, yorgun, bir o kadarda umudunu kaybetmiş biri gelmişti. Esma’nın dudaklarında çocukça tebessüm, hangi güzel uykuların, tatlı rüyaların peşindeydi bilinmez. Babası küçük kızın uykuya teslim haline gülümsedi. Kuzum işimiz çok zor, dil bilmez, yol-iz bilmez el memleketinde üstte başta yok, nasıl olacak, ne edeceğiz? Zor ama bunca giden nasıl kalktıysa altından ben de kalkarım, onlardan neyim eksik, hele bir geçelim karşıya gerisi kolay. Barakadan da olsa bir ev yaparım başımızı sokacak, çalışır çabalarım, ne iş olsa yaparım, hele bir geçelim karşıya ötesi kolay. Tabakta aşımız, çatımız altında olsun başımız, hele gidelim ötesi kolay…
Jamal bunca iyimserliğine rağmen kendisini hiç bu kadar çaresiz hissetmedi, elindeki avucundaki her şey birer birer kayıp gidiyordu. Ona kalan arkasında bıraktığı güzel günlerin hatırasıydı, taşıyabildiği sadece buydu.
Uyuyan dev uyandı adeta dönerken bir yandan bir yana, altlarındaki örtü misali deniz öyle çalkalandı öyle çalkalandı ki, tam karşısında oturan kadın artık dayanamayıp kusmaya başladı, kusarken öğürmesi midesini bulandırdı başını çevirdi, oysa midesini bulandıracak onca şey yaşamıştı, öğürme ne ki… Hemen onun yanında, can yeleğinin önünü açarak çıkardığı boş memesini bebeğinin ağzına dayayan kadına gitti gözleri, bir suçlu gibi kaçırdı bakışlarını. Dedesinin, atasının hatta anasının, babasının doğduğu topraklardan çok uzaklarda doğmuş nice bebekten sadece biriydi, adı yoktu, onlardı, yabancıydı, ötekiydi… Zavallı biz, zavallı bizler… doğduğu topraklarda huzuru, ekmeği bulamayanlar, bizim gibi daha nice insan düşecek yollara, vardığı el topraklarını memleket bilmek için, ta derinden bir ‘Ahh!’ çıktı ağzından.
Azgın dalgalar yükseldikçe yükseldi, iyiden iyiye sağa sola yalpalamaya başlayan bota sıkı sıkı yapıştılar, yıldızsız gece kafalarını çıkarmaktan korkup hayallerinin üstüne örttükleri kalın bir yorgan oldu onlara, ellerine, yüzlerine vuran soğuk sular canlarını acıttı tedirgin, ürkek dillerinde dualarıyla geçmesini beklediler bu azgınlığın.
Yükseldi dalgalar, çarptı bacaklarına, sırtlarına soğuk tokadıyla, salladı bir o yana bir bu yana, bir yukarı kaldırdı bir aşağıya çekti, çocuklarına sarıldılar analar, babalar; birbirlerine sarıldı karı kocalar deniz çok kızdı çok… Alabora oldu lastik bot, gecenin zifirinde savurdu denizin ortasına onları, kurtulmak istedi onlardan belki, kim bilir? İnsanlığın taşıyamadığı yükü taşıması için bir sebep yoktu.
Her birinin ellerinin, ayaklarının altından kayıp giderken yer ve zaman, deniz gökyüzüne; gökyüzü denize karıştı. O neydi öyle, o ne tufan? Alıp çaldı denizden gökyüzüne, gökyüzünden denize… Ana baba günü, çığlıklar, ağlamalar, dualar, kendi seslerinde boğuldular, can pazarı, ederi değeri yok, ucuza…
Ağzında burnunda tuzlu suyun geniz yakan tadı, öksürdü ardı ardına birkaç defa, iyiden iyiye ağırlaşan ıslak pantolonu bacaklarına yapışıp onu aşağıya çekerken yürümeye çalıştı denizin içinde tuzlu su acemisi bacaklarıyla, üşüdü çok üşüdü, kulaklarında kontrolünden çıkmış dişlerinin sesi… Tutunabildiği tek şey Gece’nin kafesiydi ona sıkı sıkı yapıştı.
Denizde miydi, gökyüzünde mi? Bilemedi, neredeydi? Dünya, koca karanlık bir boşluk olmuştu. Ölü müydü, sağ mıydı? Bütün gücüyle seslendi, Ruksaaan, Ruksaaan, Esmaaa, Esmaaa, Ruksaaan… dinledi, bir inilti olsun bekledi denizden gelecek sesi.
Uğultulu bağırışlarda aradı karısıyla kızının sesini yok, hiçbir ses tanıdık değildi. Birer birer çıktı derinliklerden suyun yüzüne ölü bedenler… Tüm korkusuyla aradı gözleri Ruksan’la Esma’yı.
Sönmüş can yeleği vücuduna yapışmış Ruksan’ı gördü ilkin, boylu boyunca uzanmıştı suyun üstüne eteği dalganın her vuruşunda üstünden aşıp bir o yana, bir bu yana gitti geldi. Esma’nın ufak bedeninden kurtulan can yeleği başıboş yüzerken suyun üstünde, dalgalara teslim küçük bedeniyle yapışıp kalmıştı Esma, adeta can havliyle annesinin eteğine. Onları gören Jamal bilemedi, sevinsin mi, korksun mu? Her şeye rağmen var gücüyle seslendi, Esmaa, Ruksaan, imkanı yok onu burada bırakıp gitmezlerdi, bir daha seslendi, Esmaaa, Ruksaaan, Esmaaa, Ruksaaan, sesine ses gelmedi, Jamal’ın umutları lastik botla ağır ağır suya gömülüp yük oldu omuzlarına.
Kafasını kaldırdı, dipsiz gökyüzüne baktı, sesini duyurmak ister gibi bağırdı, çağırdı, ağlamaya başladı. “Eee Allahım zulmün bana galiba, sevdiklerimi bir bir elimden aldın, bir canım var sana verecek, onuda al kurtulayım.”
Daracık kafesinin içindeki Gece sağa sola hareket etmeye çalıştı, ne zaman, niye tutmuştu bu kafesi? Hatırlamadı. Islanmış tüyleriyle sıçan yavrusuna dönen kedi, hırçın bakışlı vahşi bir kaplan gibi dişlerini göstererek hırladı, Jamal şaşırıp korktu, yapıştığı kafesi elinden bıraktı, serbest kalan kafese çarpan dalga alıp götürdü onu az öteye, ardından bir dalga daha… Gecenin sesi her dalgada biraz daha yükselip Jamal’ın isyankar feryadına karıştı. Koca adam ağladı, bağırdı… “Sen de nereden çıktın? Yaşaması gereken sen değilsin ki, sen niye hayattasın? Ben niye hayattayım? Allahım al canımı yeter…” ağladı, bağırdı, ağladı… Kafesin içindeki çaresiz kedi, denizin ortasında korkuyla çırpındıkça ıslandı, ıslandıkça çırpındı, miyavladı miyavladı…
Jamal dayanamadı artık Gecenin sesine, yorgun bacaklarıyla adımladı denizi, sırtından vuran dalga uzaktaki kafesi yakın etti ona, uzandı yakaladı. “Bağışla beni, bıraktım diye seni, iki canız işte, ya ölür ya da yaşarız, Allahım ne yazdıysa artık…” Sıkı sıkı yapıştı Gecenin kafesine, çırpınan kedi bir nebze sakinleşti Jamal’ın sesine. İkisi de zamana bıraktı, kazananı belli olmayan yaşam savaşını.
Jamal iliklerine kadar üşüdü, suyun üstünde kalma çabası dermanını iyiden iyiye tüketti, yorgunluğun verdiği tatlı rehavet sıcak günlerin düşüne alıp götürdü onu…
Dut ağacına kurduğu salıncakta Esma’yı salladı, Esma kuş oldu kanat açıp uçtu kollarıyla, onlara mutfaktan seslendi Ruksan, “Hadi gelin artık, yemek hazır.”
Uzaktan gelen ince ışığa karışan motorun gürültülü sesi karanlığı deldi. Taka taka taka, taka taka taka, taka taka taka…