Hikaye

MADALYONUN İKİ YÜZÜ – ÖZGE KINASAKAL

Pencerenin demir parmaklıklardan süzülen ışık huzmesi daha az evvel aralanan gözlerini yaşartırken yeni günü selamladı genç kız. Yavaş yavaş uykunun verdiği mahmurluktan sıyrılmaya başladı. Geceleri yatak işlevi gören çekyatta rahatsızca kıpırdandı, kalın yorganın ucuna iliştirilmiş iğneden yayılan soğukluğu hissedebiliyordu artık. Doğruldu ve karşı çekyatta yatan küçük kardeşi Mehmet’e bakmaya başladı. Yüzünün bir kısmı yastığa gömülüydü, ufak ağzı açıktı. Dokuz yaşındaydı Mehmet, ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydi. Gülnihal, düşüncelere dalmadan kalkması gerektiğinin farkına vardı. Hızlıca doğrulup yataktan çıktı.Mehmet’in yattığı çekyatın önünde durdu ve kardeşinin kolunu sarsarak dingin bir ses tonuyla konuştu:

-Mehmet, hadi uyan ablam.

Kardeşinin biraz olsun ayılabilmesi için cümlesini birkaç defa daha tekrarladı. Nihayet Mehmet uyanıp tuvalete girdiğinde, yorganları ve yastıkları toplayıp anne babasının odasındaki maun sandığın üstüne yerleştirdi. Mehmet’in tuvalette işi bittiğinde kendisi girdi. Hızlıca suratına birkaç avuç soğuk su çarptı. Uzun ve gür siyah saçlarını ıslattığı tarakla hızlıca taradı ve her zamanki gibi ördü. Kırık ve üstünde siyah lekeler oluşmuş aynadaki simasına takıldı gözleri. İri gözleri bal rengindeydi. Bir ceylan kadar naif ve korkak bakardı çoğu zaman. Buna tezat kaşları neredeyse kavissiz bir biçimde yay gibi gergindi. Sinirden köpürse bile çatılmazdı bu kaşlar. Gözlerine büyük yaş damlacıkları yerleşir, siz göremeden de başını çevirirdi. Yine oyalandığını fark edip banyodan çıktı. Bir kapısı dahi olmayan salona bitişik mutfağa geçip dün akşamdan kalma bulamaç çorbasını ocağın üstüne koydu. Çorba biraz katılaşmıştı, üstüne biraz su ilave edip hızlıca karıştırdı. Çorbanın başında durması gerekiyordu ama vakti yoktu. Anne babasının odasına girip okul üniformasını giydi. Yerde duran defterleri ve kitapları bez çantaya yerleştirdi, Mehmet de hazır görünüyordu. Beraber mutfağa girdiler. Gülnihal, ocağın altını kapatıp iki kaseye çorbaları koydu. Kendi hakkından feragat edip Mehmet’in kasesine biraz daha çorba koydu.Kanlı canlı, gürbüz bir çocuktu Mehmet. Bu çorba onu doyurmazdı. Mutfakta masa ve sandalye yoktu, sığamayacak kadar küçüktü. Mehmet’e kaşıkları verdi, kendisi de kaseleri aldı ve salondaki masaya geçtiler. Tam kaşığını çorbaya daldıracakken kapı açıldı. Annesi soluk soluğaydı. Gülnihal masadan fırlayıp annesinin elindeki ekmek ve gazete dolu sepeti aldı. Annesi ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi.

Gülnihal:

-Günaydın anne, aç mısın? Sana bir şeyler hazırlayayım.

Midesini bastırmak için bir parça ekmeğe maydanoz koyup yiyen kadın mükellef bir kahvaltı yapmışcasına gülümsedi:

-Hayır kızım yedim ben sağ ol.

Çorbayı hızlıca içmek istediği için yanaklarını şişirip dudaklarını büzerek çorbaya üfleyen Mehmet bir hayli komik gözüküyordu. Gülnihal onun bu sevimli haline gülüp çorbasını hızlıca içti. İçinde on dört ekmek, gazete ve birkaç şey daha bulunan sepeti aldı, okula gitmeden önce apartmanın servis işini halletmesi gerekiyordu. Kardeşi Mehmet süper kahraman figürlü çantasını sırtına geçirmiş, hazır bir şekilde kapıda duruyordu. Gülnihal de hızlıca servis işini halledecek, gelip çantasını alıp okula gidecekti. İki kardeş kapıdan çıkarken anneleri mutfaktan “Allah’a ısmarladık” diye sesleniyordu. O sırada Gülnihal bir şey unuttuğunu fark etti. Eğilmeden bir ayakkabısının ucuyla öbürünün topuğuna bastırarak ayakkabılarını çıkardı ve çekyatın kenarındaki kitabı aldı. Annesinin şaşkın bakışlarına aldırmadan kapıyı kapatıp çıktı. Merdivenlerden yukarı çıktılar. Giriş katına geldiklerinde Mehmet’le vedalaşırken babasını gördü Gülnihal. Belini kırmış, iki büklüm bir vaziyette apartmanın önünü süpürüyordu babası. Yüreğinin ezildiğini hissetti. Hızlıca bakışlarını oradan çekti ve üst kata çıkmak için merdivene yöneldi.

 

Zengin bir semtte kapıcıydı Erbaş ailesi. Baba Kazım, apartmanın temizlik ve çöp işleriyle ilgilenirdi. Anne Fidan ise evlere gündeliğe gider, çocuk bakardı, hoş son zamanlarda bu sosyetik aileler minik yavrularını bu köyden indim şehre havasındaki gariban kapıcıya değil, İngilizce veyahut Fransızca bilen dadılara emanet ediyordu. Sonuçta çocuklarının iyi bir biçimde yetişmesi her şeyden önemliydi. Evin kızı Gülnihal’in göreviyse, anne babasına yardım etmek ve servis yapmaktı. Gülnihal her sabah kapıları çalar, saten sabahlıkları içindeki kadınların küçümseyen bakışlarına aldırmamaya özen göstererek ekmek ve gazetelerin yanında özel olarak istenen magazin dergilerini dağıtırdı. Apartmandaki herkes değil, ama büyük çoğunluk ona böyle davranırdı. Bu kadınların çoğunun hayatta sosyal statüleri dışında övünecek pek bir şeyleri yoktu ama bu sınıfsal fark onlara bu kızı küçümseme hakkı tanıyordu. Bu sabahın öteki sabahlardan bir farkı yoktu. Ekmek ve gazetelerin büyük bir çoğunluğunu dağıtmıştı. Sadece üç ev kalmıştı uğramadığı. Selim Bey ve eşi Özlem Hanım’ın dairesinin önüne geldi. Özlem Hanım’ı çok severdi Gülnihal, sık sık kendisine okuması için kitaplar verirdi. Evden çıkarken son anda aldığı kitap da bunlardan biriydi. Tolstoy’un “Gençlik Yıllarım” adlı eseriydi kitap. Gülnihal üç gün içinde kitabı adeta yutarcasına okuyup geri vermek üzere yanında getirmişti. Kitap okumak en büyük tutkusuydu. Kitaplar onu yaşadığı kapıcı dairesinden uzaklaştırıp farklı dünyalara götürüyordu. Kimi zaman orduda bir asker, kimi zaman asil bir soylu oluyordu. Gülnihal Kapıyı çaldı. Kapıyı her zamanki gibi gülümseyen yüzüyle Özlem Hanım değil, eşi Selim Bey açtı. Donuk, gri takım elbisesi, ağarmaya başlayan saçları ve sevimsiz surat ifadesiyle kasvetli bir uyum içerisindeydi. “Günaydın” diyerek gazete ve ekmeği uzattı Gülnihal. Adam ufak bir baş selamı verip kapıyı kapatacakken Gülnihal sepetteki kitabı aldı ve konuştu:

-Bir de Özlem Hanım’dan ödünç bir kitap almıştım, onu getirdim. Teşekkür ettiğimi söylersiniz.

Adamın hal ve hareketleri karşısında zaten kısık çıkan sesi iyice kısılmıştı. Selim “Tamam, kolay gelsin” dedi ve kapıyı kapattı. Gülnihal bozuntuya vermemeye çalışarak servis işini bitirdi ve çantasını alarak okul yolunu tuttu. Hava soğuk ama güneşliydi. Ufaktan geç kaldığını fark edip adımlarını hızlandıracakken kendi adını duyması onu durdurdu. Sesin sahibi komşu apartmanlarından birinin kapıcısının kızı Zeynep’ti. Yarım yamalak bağladığı başörtüsünü eliyle çekiştirerek kendisine doğru koşuyordu. Severdi bu kızı Gülnihal, okuldaki birkaç arkadaşından biriydi. Geldiği gibi Gülnihal’in koluna girdi Zeynep. Günaydın faslının ardından direkt okuldaki ve apartmanlardaki dedikoduları anlatmaya başladı Zeynep:

-…Zaten anlamıştım ben canım, o adamın Sedef Hanım’a bakışları hiç hayra alamet değildi…

Gülnihal duyuyor, ama bu içi boş dedikodularla ilgilenmiyordu. Okula varmak üzereydiler. Zeynep Gülnihal’i durdurdu:

-Beni şuracıktaki pastanede iki dakika bekleyiver olur mu?

Gülnihal insalara kolay kolay “hayır” diyemezdi. Bu sefer de öyle oldu. Zeynep pastaneden başörtüsünü ve üstündeki bol gömleği çıkarmış, altındaki şalvar tarzı etek yerine okulun izin verdiği ölçülerde bir pantolon giymiş olarak çıktı. Hala kahverengi dalgalı saçlarını düzeltmekle uğraşıyordu. Gülnihal Zeynep’in bunu yapmasına alışmıştı. Ne zaman birlikte eve ya da okula gitseler Zeynep mutlaka bu pastaneye gelir ve üstünü değiştirirdi. Tekrar yürümeye başladılar. Zeynep çantasından çıkardığı dudak parlatıcısını sürdü ve Gülnihal’e uzattı. Bir an için tereddüt etse de alıp azıcık sürmekten kendini alıkoyamadı. İki genç kız gülüşerek yola devam ettiler. Gülnihal belli etmese de yaşıtlarına özeniyordu esasen. Okulundaki kızlar gibi saçlarını kıvır kıvır yapmak, okul üniformasının üstüne renk renk kazaklar giymek istiyordu. Hele bu kızların kulaklarına,bileklerine ve boyunlarına taktıkları parıltılı aksesuarlar yok muydu, içi giderdi baktıkça. İstemsizce elini kulağındaki anne yadigarı ufak altın küpelere götürdü. Zengin bir muhitte yaşıyordu sonuçta. Devlet okuluna gitse bile öğrenci ailelerinin maddi durumları bir hayli yüksekti.

 

Okula geldiklerinde Zeynep ve Gülnihal ayrıldılar. İkisi de lise üçüncü sınıfa gidiyordu ama farklı sınıflarda okuyorlardı. Gülnihal sınıfa geldiğinde sıra arkadaşı Sevim dışında kendisine pek bir selam veren olmadı. Sevim adı gibi sevimli bir kızdı. İyi anlaşıyorlardı. Annesi öğretmen, babası gıda mühendisiydi. İlk ders edebiyattı. Öğretmenleri Işıl Hanım’ı severdi Gülnihal. Yirmi altı yaşında, yeni sayılabilecek bir öğretmendi. Bu şımarık ve haylaz çocuklarla uğraşmaktan yorulmasına rağmen içindeki eğitim aşkı sönmemişti. Öğretmen sınıfa girdiğinde sıraların etrafında oluşan gruplar zoraki bir biçimde dağıldı ve herkes sırasına oturdu. Konuları şiirdi. Gülnihal şiir okumayı çok severdi, hatta birkaç defa kendisi de bir şeyler yazmaya kalkışıp beğenmemişti. Dersin ilerleyen dakikalarında Işıl Öğretmen her şiir türüne örnek olarak şiirler okumaya başladı:

Seni düşünmek güzel şey,

ümitli şey,

dünyanın en güzel sesinden

en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…

Fakat artık ümit yetmiyor bana,

ben artık şarkı dinlemek değil,

şarkı söylemek istiyorum… *

Yana eğdiği başını avucuna yaslayan Gülnihal düşüncelere dalmıştı. Mısralarda adeta kendini bulmuştu. Oydu, oydu bu çaresiz aşık! Biricik aşkı da sınıfın en hayta çocuklarından Caner… Hayır, onunki yaşıtlarınınki gibi yapmacık bir aşk değildi. Sanki Caner’in eline bir tabanca vermiş, kendisi de önünde diz çökmüş gibi çaresizce seviyordu onu.Bu duruma bir şiir bile adamıştı:

Herkes herkesi seviyor…
Hepsi de başka türlü seviyor.
Herkes herkesi sevmesin, gerek yok.
Adam azaldı, sevgi de elden gidiyor.”**

 

Onun için Caner, herkesin gördüğü Caner değildi. Çoğu zaman uçarı kaçan davranışlarında bastırmak ve unutmak istediği hüznü görebiliyordu. Umursamaz görüntüsünün ardında yatan hassas kalbi görebiliyordu. Küçük ve savunmasız bir oğlan çocuğuydu özünde Caner. Bu duruma da adadığı bir şiir vardı aslında:

*Nazım Hikmet **Özdemir Asaf

 

İkimiz de herkes gibiyiz.
Neden kendi bakışlarını bırakıp
Yapmacık gözlerle bakar,
Neden çerçevesini bozarsın dudaklarının.
Allı pullu tavırlara kim kanar.

Söz aramızda,
İkimiz de herkes gibiyiz
Çırıpçıplak olduğumuz zaman.
Yinlerimiz doğru söyleyor,
Elbiselerimiz yalan.*

 

Daldığı hayal aleminden sıyrıldı Gülnihal. Öğretmenleri lirik şiiri çoktan bitirmiş, başka bir şiir okuyordu:

 

Gün gelir Oğuz olur aleme haykırır

Gün gelir Göktürk olur taşları dile getirir

Gün gelir çift başlı olur Al-i Selçuk’a can verir

Gün gelir Osmanoğlu olur üç kıtaya hüküm verir…

 

Gülnihal için adeta bir şiir dinletisi havasında geçen ders bitmişti. Sıradan bir okul günü genç bir aşığın farkında olamayacağı kadar ağır işlese de nihayetinde bitmişti.

Eve dönüş yolunda aşkı düşündü Gülnihal. Acaba okuduğu şiirlerden veya kitaplardan çok etkilenip kendine hayallerinde bir aşık oluşturmuş, sonra da ona bir beden mi armağan etmişti? Henüz onu tanımıyordu bile. Ayrıca Caner kötü biriydi, tembeldi, uçarıydı… Bir kez olsun onu bir kedinin başını okşarken bile görmemişti. Belki de hormonları onu ele geçirmişti. Nihayetinde o bir ergendi. Bir psikoloji kitabında okuduğuna göre gülünç olmamak şartıyla fena tanınmış her erkek bu yaşlardaki genç kızların ilgisini çekmeye oldukça müsaitti. Ünlü ressam Marie Bashkirtseff’in on üç yaşında tuttuğu günlüğe yazdığı bir bölüm bu durumun canlı örneği niteliğindeydi: “Tanrım, acılarımı dindir. Dualarımı dinle, senin lütfunun sonsuzluğuna inanıyorum. Yalnız sen beni ona sevdirebilirsin. Onu seviyorum, bana ızdırap veren şey de budur. Beni bu ızdıraptan kurtarınız. Bin defa daha bedbaht olurum. Benim mutluluğumu yaratan şey işte bu acıdır. O kararsız, deli, alık, mahvolmuş, kötü gelip geçici heveslere sahip aptallaşmış biri…”

*Özdemir Asaf

 

Böyle ince mevzulara karşı oldukça sert, dindar ve geleneklere bağlı bir çevrede büyümüştü Gülnihal. Aşka korkuyla karışık bir merak duyuyordu. Düşünce aleminde kaybolmuşken eve vardığını fark etti.Annesi temizlikte olmalıydı. Kardeşi Mehmet ondan önce eve gelmişti, eski tüplü televizyonun başında bir çizgi film seyrediyordu. Hemen mutfağa geçip ona ekmek arası bir şeyler hazırladı. Babası bir-iki saat içinde evde olurdu, yemek yapması lazım geliyordu. Teyzesinin köyden gönderdiği tereyağından kaşığın ucuyla alıp bulgur pilavı yapmak üzere kavurmaya başladı. Tereyağını idareli kullanıyordu çünkü bittiğinde eve margarin alınacaktı. Margarin sağlıksız olduğu gibi yemeklere asla tereyağının verdiği lezzeti ve kokuyu asla veremeyecekti. Pilavın yanına cacık yapayım diye düşündüğü sırada annesi geldi. Yemek neredeyse hazırdı, annesi Gülnihal’i ders çalışması için mutfaktan gönderdi. Baba Kazım eve yorgun argın gelmişti. Sofrada ortaya konulan bulgur tenceresini birkaç defa kaşıkladı ve sofradan kalkıp çekyatların birine oturup ayaklarını uzattı. Yemekten sonra bulaşık faslı bitince zaten tuvalet hariç üç gözden oluşan evde herkes salona oturdu. Gülnihal bir köşede kardeşinin el yazısı çalışmasına yardım ediyor, Fidan gözlerini televizyondaki aşk dizisinden bir saniye olsun ayırmaksızın çekirdek çitliyor, Kazım ise yarı uyur yarı uyanık vaziyette çekyatta televizyona bakıyordu. Bir aralık Kazım sert bir şekilde söylendi:

-Bu diziler adamı dinden imandan çıkarır! Kapa şunu benim diziyi aç hanım.

Benim dizi dediği, ülkenin en popüler kanallarından birinde yayınlanan gerçeklikten uzak “tarih” dizisiydi. Televizyon artık sadece bir eğlence aracı değil, kamuoyu oluşturmak için kitleleri manipüle eden bir araçtı.

 

Gülnihal gece yatağında döndü dolaştı durdu. Babasının aşk dizisine verdiği tepki hala kulaklarındaydı. Suçluluk duyuyordu. Onun okuyup büyük işler yapması, büyük paralar kazanması gerekiyordu. Ona böyle öğretilmişti. Aşka ayıracak vakti yoktu. Düşünmüyor değildi, mezara yaşadıklarıyla girecekti, kazandığı paralarla değil. Bir yerde büyük insan olmak demek emeğinin sömürülmesine izin vermek değil miydi? “Para babaları” onun yaptığı işlerden büyük karlar sağlayacak, o da farkında olmadan aza kanaat getirmeyecek miydi? Beyaz yakalı bir plaza amelesi olmak istemiyordu Gülnihal, yatlara, katlara evlere sahip olmak gibi bir arzusu yoktu. Televizyonda gördüğü sahil kasabalarından birine yerleşmek ve sahaf olmak istiyordu. Eski, tozlu kitapların arasında olmak, okumak, alıcılarla güzel sohbetler kurmak istiyordu. Belki bir şeyler de yazardı.

 

Sabah kalktığında düşüncelerinin ağırlığıyla ezildiğini hissediyordu. Haşlanması için üç yumurtayı kaynar suya koyup rutin işlerini halletti. Bu gün her zamankinden daha ürkek ve dalgın gözüküyordu. Aşkı geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzını dayadığı musluktan içtiği suya benzetmemiş miydi şair? Oysa Gülnihal su bile içemeyecek kadar iştahsız ve mutsuz hissediyordu. Aşk bir madalyonun iki yüzünden farksızdı. Dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştı.

 

 

Gün devam ederken okulda felsefe dersiydi. Felsefe öğretmenleri Metin Bey eline bir tahta kalemi aldı ve beyaz tahtaya büyük harflerle “AŞK” yazdı. Gülnihal içinden “Bu kadar da olmaz.” diye geçirirken sınıftakiler imalı imalı gülüşüyordu. Bu gençlerin çoğu için aşk güzel yahut yakışıklı bir yüz, birlikte sinemaya gitmek ve belki de el ele tutuşmaktan ibaretti.

Metin Bey:

-Evet, bu kelime sizin için neler çağrıştırıyor? Sizce aşk ne demek? Dersimiz felsefe unutmayın. Bizim işimiz düşünmek ve konuşmak.

Hemen hemen herkesin söyleyecek bir şeyi vardı. Öğretmen bir erkek öğrencisine söz vererek tartışmayı başlattı:

-Bence aşk, şair ve yazar kimselerin şişirdiği bir balondan ibarettir. Bakın mesela Nazım’a, uğruna şiirler yazdığı Piraye’sini evli olan dayısının kızı Münevver’le aldatmadı mı? En sonunda da yanlış hatırlamıyorsam Rus bir kadınla evlendi. Demem o ki aşk edebi kişiliklerin ürünlerinin malzemesinden başka bir şey değildir.

Metin bu çıkışı şaşırmakla beraber epey de beğenmişti. Kaşlarını kaldırdı ve başını takdir edercesine salladı. Bu lafın üzerine ısrarla parmak kaldıran bir kız öğrencisine söz verdi:

-Böyle düşünen ruhlar Dostoyevski’nin dediği gibi sevmeyi başaramamaktan doğan acıyla cehennemde yanmaya mahkumdur.

Sınıftan bir uğultu koptu. Bu çağdaki gençleri zapt etmek epey zordu. Metin nihayet sessizliği sağladığında başka bir öğrenciye söz verdi:

-Bence aşk uygun bir yaşta uygun bir kişiyle tanışmak, onu sevmek ve mutlu bir yuva kurup bu yuvayı çocuklarla taçlandırmaktır.

Gülnihal’in içinden yüzünü buruşturmak geçti. Metin Öğretmen söz vermeye bir kız öğrencisiyle devam etti:

-Bence aşk çok romantik bir şey. Aşk bir erkeğin bir kadını koruyup kollaması, sahiplenmesi, kadının ona delicesine muhtaç oluşudur.

Metin genç kızın böyle düşünmesine üzülmüştü:

-Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde. Sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yoludur derler, aklında bulunsun.*

Kız aldırmadı. O sırada Metin’in dikkatini Caner’in parmak kaldırması çekti. Caner’e söz verdiğinde tüm sınıf suspus olmuş, bu çocuğun ne diyeceğini bekliyordu:

-Büyük ruhlar ve büyük işler aşkla uzlaşmaz. Hele bir erkek için, asla. Kadın beyninin doğal yapısı akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar karakterlerine uygun olarak edebiyat ve bilginin her türünden uzak dururlar, yine evrimlerinin gereği olarak zihinsel yeteneklerden muaftırlar. Bizler onları belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık içerisinde sadece basit ve önemsiz şeyler üzerine çene çalarken görürüz.** Dolayısıyla bu varlıklar biz erkeklerin değil sevgi ve aşk gibi mahrem duygularını, saygısını bile hak etmezler.

Sınıf oldukça karışmıştı. Gülnihal’in ağzı bir karış açıktı. Bu muydu biricik aşkı? Kendi cinsini aşağılık bir canlı olarak gören birine mi aşık olmuştu? Kendinden utanıyordu. Asıl bu kadın düşmanı kendisinin saygısını dahi hak etmiyordu. Fazlasıyla kızgındı.

O gün sınıfta kimse Caner’in bu sözlerinin altında ne yattığını aramadı, çünkü kimse Caner’in annesinin dört yıl önce babasını ve kendisini terk ederek bir adamla kaçtığını bilmiyordu…

Metin Bey normalde olsa bu sözlere karşılık verirdi ama sözlerin sahibinin Caner olması ve konuşurken sergilediği vücut dilinden fışkıran öfke duygusu, ağzının istemsizce aralanmasına sebebiyet vermişti. Bu münazarayı açarken hiç böyle tepkiler beklememişti. Buluğ çağındaki birkaç gencin aşk hakkında bu denli yorumlar yapmasını beklemiyordu. Kızışan ortalığı yatıştırmak adına boğazını temizledi ve tok bir sesle konuşarak konuyu kapattı.

Gülnihal dersin kalan kısmı boyunca karmaşık duygular içindeydi. İçten içe Caner’in akrabalarından hiçbir farkı olmadığını düşündü. Akrabaları da aynı Caner gibi düşünüyordu işin özünde. Kadın kısmı yalnızca ayak takımıydı. Hayata gelme ve varoluş amacı damızlık bir koyundan yahut mahsul beklenen bir tarladan farksız biçimde çocuk ve ev işi yapmaktı. Kalan mevzulara kadın “elinin unuyla” bulaşmamalıydı. Derin bir nefes alıp suyundan bir yudum içti genç kız. İçi daralmıştı. Kendinden iğreniyordu. Cahil, yobaz diye akrabalarını yaftalarken, onların bir kopyası bir gence tutulmuştu! İki yüzlülüktü yaptığı.

 

Gülnihal o gece ay ışığı hafif hafif yüzüne vuruken kendi içinde son  muhakemesini yaptı. Yaşamının farklı bir boyutuna onu taşıyan hem fiziksel hem de ruhsal zorlu bir dönemden geçiyordu. Hem bu yüzden hem de yaşıtları olan tüm genç kızların bu tarz ilişkileri olduğu için garip bir özenç içinde kendine bir kurban seçmişti: Caner! Ardından bu kurbana kendi içinde anlamlar yüklemişti. Bu anlamların boşa çıktığını da net bir biçimde de görmüştü. Bu da bir tecrübeydi diye geçirdi içinden. Kendini bu teselliyle avuttu ve “günahından” sıyrılmanın verdiği huzurla yavaşça uykuya daldı…

 

 

 

*José Saramago

** Huarte,Examen de ingenios para las scienzias,önsöz

Bir cevap yazın