Hikaye

BEDBAHT

Sıla duvardaki kabartmaları daha iyi hissetmek için sağ elinin parmaklarını daha bir kuvvetli bastırıyordu. Braille alfabesiydi kabartmalar ama Sıla’nın zihni tıpkı okuduğu satırları canlandıran bir hayal gücü gibi işliyordu hissettiklerini. Eskisi gibi orman ferahlığı alamıyordu artık kabartma kaplı metal rengi çelik duvardan. Ani ısı değişimlerinden etkilenmesin diye o metalden yapılmıştı şimdi sadece iki kızın yaşadığı 35 katlı, bir gemi kamarası gibi küçük, yuvarlak pencereli bina. O pencereler çok kalındı ve asla açılmıyordu.

Büyükbabaları KOAH hastalığı yüzünden intihar etmeden çok önce. Sıla’nın kardeşi Siren sormuştu bir keresinde Büyükbabasının dizinde yatarken, “Büyükbaba, orman nedir? Ağaç, çiçek… Hayvanların, böceklerin oyuncakları var ben de ama nasıl, nerede yaşarlar?” Demişti. Kum fırtınasında gözlerini kaybeden Büyükbaba da bir taraftan duvarlara ormanları, böcekleri, hayvanları kelimeler, cümlelerden diğer taraftan da anlatmıştı iki kıza; kabartmaları beyinlerine de kazır gibi. Sıla elini gezdirirken onun anlattıklarını, hem taklit ettiği hayvanların seslerini hem de Büyükbabanın duvarı kazıma seslerini duyuyordu. Sıla’nın zihnindeki orman Amazon’u sıkı bitki örtülü, çeşitli ağaçları, çiçeklerin, bütün renklerin doğa canlılığı ile görüyordu adeta; bazı çiçeklerin üzerinde taç gibi gökkuşağı vardı, serin bir yağmur yağıyordu canlıların üzerine. Her türlü hayvan ile böcek türleri Sıla’nın etrafını sarmış karşılıklı bakışıp o yağmur altında doğa şarkısı söylüyorlardı. Sıla’nın şarkıya kendi kaptırmış gibi eli duvarda ferah bir ritmle ilerlerken birden hepsi kesildi. Duvarın sonuna gelmişti ve orada sadece Siren’in odası vardı. Bir an baştan turlamayı düşündü fakat oyuncaklarla dolu odasında ifadesizce durup, pencereye bakan sarı uzun saçları iki yana örülü, yeşil gözlü, zayıf Siren’i gördü. Sıla ile Siren aralarında 2 yaş olmalarına karsın ikiz gibiydiler. Aynı giyinip aynı saç şekilleri yaparlardı; sadece abla olan Sıla yarım karış uzundu. Siren yine dışarıyı merak ediyordu, yasak meyveye arzu duyar gibi. Tek istediği de dışarıda oynamaktı. Belki o duvarda büyükbabanın işlediği şeyleri de canlı görebilirdi. Büyükbabaları onlara, “Artık bu canlıları görmek zor.” dediyse de. Hem bir keresinde Büyükbabası ağızından kaçırmıştı çocukların dışarıda oynadığını. Bunu Sıla da duymuştu fakat Siren daha çok etkilenmişti. Sıla, Siren’e bakarken bir anıya daldı.

Büyükbabasının onlardan ayrılırken söylediği söz geldi aklına, “Ben gidiyorum şimdi. Siz birbirinize bakın, biri gelip sizi alana kadar evden çıkmayın. Çıkarsanız da sadece bir kere çıkın ve sana gösterdiğim yere gidip söylediğimi yapın.” Siren küçük olmasına rağmen bu sözler ona işlemişti. Büyükbaba sözlerini öksürük krizleri arasında zor zar söyledi. Onların yanında ölmemek için evden kendini atar gibi çıktı gitti.
Sıla kapı deliğinden bir süre hüzünle izledi onu. Düşe kalka merdiven korkuluklarına zor zar tutunarak inişini ve gözden kayboluşunu.

Sıla, Siren’i izlerken hem kardeşinin haline hem de hâlâ çocuk oluşundan gelen merakla, “Hadi…” dedi Siren’e ve uzun zaman sonra ilk defa yüzünün gülüşünü gördü böylece. “Oley…” dedi Siren. Eskiden Büyükbabasının hayvan taklitlerine gülüşleri kadar neşeli değildi belki fakat heyecanı çok yüksek olan bir gülüştü işte. Hazırlandılar, heyecanlarını bastırmak için senkronize halde derin bir nefes alıp çıktılar evden. Merdivenleri inerken çürük et kokuları geliyordu etraflarından. Bu koku diğer her şeyi bastırıyordu, kusmamaya çalıştılar. Beton zemine inip apartmanın şifreli, uzay gemisivari kapısını açtıklarında artık çürük kokusu yoktu ve ilerlerken aldıkları her nefes tozlu, ağır ve can yakıcılığı hissediliyordu. Yüksek, boş binaların arasından kurumuş, çatlaklarla dolu toprağın üzerine geldiler. Bitki örtüsü olmayan tozların uçtuğu, sarı ile gri karışımı bir gökyüzü olan dünyaydı bu. Uzakta bir yerlerden göz ucuyla görünen bir kum hortumunun sesi dışında sessizdi. İkisi de gördüklerine şaşırdılar. Büyükbabası onlara çoraklığı da anlatmıştı ama yine de görmek farklıydı. Her şeye rağmen heyecan ve mutluluk korkuya üstün geldi ve iki küçük çocuk olan Siren ve ablası farklı ortam yüzünden özgürlük hissini ilk kez tatmışlardı. Ne de olsa dışarıdaydılar. Oynamaya, zıplamaya başladılar.
Bir süre sonra Siren bir iki kez öksürdü, kendi de hafif yorgundu. Giderek ikisinin yorgunluğu artmaya başladı, Sıla biraz ileri de yığılan kardeşinin yanına zor zar gitti. Siren yerde yatıyordu ve dudakları mordu. İkisi de derin derin nefes alıyor fakat aldıkları nefes onlara yetmiyordu. Sıla çok yorgun bir halde Siren’i kaldırdı. İkisi de çok korkuyorlardı. Sıla zorlanarak, “Eve…” dedi. Düşe kalka boğulmak üzere halde eve girip çadırın olduğu odaya girdiler. Sıla çadıra girerken Büyükbabasının öğrettiği gibi oksijen tüpünün vanasını açtı. İki kardeş çadırda rahat nefes almaya başlarken Siren’in yüzünde umutsuzluk vardı. Sıla kardeşini neşelendirmek için Büyükbabası gibi hayvan ve doğa taklitleri, çadırın ışığında gölgeler yaptı. Sıla kahkahalar duymayı umdu Siren’den fakat onun yüzünde bedbaht gerçeği görmenin umutsuzluğu vardı sadece.

Bir cevap yazın