Dördüncü günden…
Sonunu getiremediğim bir hikayem var. Kaybım, kendimi kaybetmişliğimle baş başa vermiş de ağlayamıyor. Susmanın inceliği bıçak kesiği gibi kesmiş tümlüğümüzü. Büyüsünü bozmuşlar, kabayız artık konuşurken gizlediğimiz bağlılığımızla ve el-vedayız artık kıyamadığımız buluşmalarımızla… İki kişiden yarattığımız tek dünyada felaketler silsilesidir gidiyor. Gidiyor… Tutamıyorum diyemem. Gidiyor… Bakamıyorum diyemem. Gidiyor… Sade bir husus var sonunu getiremiyorum bu hikayenin. Çünkü tutulacak bir yasım var benim.
Dördüncü günden yazıyorum evet. İlk üç günüm kayıp. Ve daha kötüsü artık ona nasıl sesleneceğimi de bilmiyorum. Hala konuşmaksa niyetim, boynumun borcunadır artık yazamadığım şiirlerimin…
Aşk dediklerini güneşten sonra yağan kara benzetmiştim ben. Sadece belirli koşullarda kendini gösteren, yağdıkça içinde o tuhaf heyecanla yaklaştıkça elleri sıcak, buz kesmenin yanığında o çocuksu, yine de dokunmak isteyen…
Şimdi evine dönüyor çocukluğum, gençliğim ve kadınlığım. Elleri buz kesiği acıyor evet. Kalmadı hevesi, pencerelerin ardından izlerken o karları, bir sel aldı götürdü, bir yel aldı götürdü tüm izleri. Yine de bitmedi hikayesi. Yazıyor da yazıyor…
Kıyamamaktan sonlara ramak kala, insan sevdiğini kaybedince kırk mum yanarmış gönlünde. Her gün bu mumlardan biri söner ama kırkıncı mum sonsuza dek yanık kalırmış.
Dördünce günden yazıyorum: Havalar çok soğuk…
“Mumların biri bile sönmedi; yanıyorum…”