Caner Özyurtlu’nun senaryosunu kaleme aldığı ve aynı zamanda yönetmenliğini üstlendiği “Biz Böyleyiz”; 10 Ocak’ta vizyona girmesinden aylar sonra, 12 Haziran itibarıyla popüler kültürün kutsal (!) bölgesi Netflix’e de hızlı bir giriş yaptı. O esnada İzmir’deydim; kaldığım evde Netflix varken ve hâlihazırda ülkemizde yasaklanmamışken, hikayesinin İzmir’de geçtiğini okuduğum ve sırf oyuncu kadrosuyla bile umutlarımı perçinleyen bu filmi izlemeye karar verdim.
Daha ilk dakikalarda, Ferzan Özpetek’in “Bir Ömür Yetmez” (bkz. “Saturno Contro”) filmi tadında; kahramanlarımızın yıllar sonra bir araya gelip kola reklamlarındaki Ramazan sofralarında olduğu gibi sımsıcak sohbetler eşliğinde yemek yediği ve fakat şarabın da etkisiyle eski defterler bir bir açılmaya başladıkça, zamanında ifade edemedikleri tüm kalp ağrılarını masanın ortasına kustukları bir hikayeye şahit olacağım hissine kapıldım. Bilhassa Fransız sinemasında bolca kullanılan bir şablondur bu. Ancak üzülerek itiraf etmeliyim ki, kendi ülkemde çekilen bir filme bu denli Fransız kalacağımı ben de tahmin etmezdim. Bunun sebebi, filmde Fransız kalmak için dahi bir “konu”nun bulunmaması olabilir.
Caner Özyurtlu’yu çok severim, normal hayatta arkadaşım olmasını isteyecek kadar çok (kalpler bi’ şeyler). Kendisi asla boş bir adam değil, hatta bilirkişi geçinen pek çok entelektüel (!) bünyeden daha fazla bilgisi ve geniş bir sanat vizyonu olduğunu -hâlâ- düşünüyorum. Hele mizah kafası tam benlik! Etrafında benimle aynı fikirde olan “çokomelli” insanlar olacak ki; “Biz Böyleyiz”in oyuncu kadrosu ben diyeyim Samanyolu, siz deyin Şampiyonlar Ligi: Hümeyra (Nezihe), Barış Yıldız (Doktor), Özge Özpirinççi (Efsun), Şebnem Bozoklu (Dolunay), Engin Öztürk (Gökçe), Berrak Tüzünataç (Emre), Boran Kuzum (Emrah), Meriç Aral (Beril), Serkan Keskin (IMDb: “man asking for dog food” 🙂)… Bu kıymetli isimleri, hem de konusu olmayan bir film için bir araya getirebilmek her babayiğidin harcı değil.
Fakat aklıma gelen kötü bir ihtimal var: Caner burada ikna eden değil, bir anda yakın arkadaşlarının gazına gelip “ikna edilen” taraf olmuş sanki. Filmin hikayesini (?) oluşturan ekibe baktığımızda; Caner’in yanı sıra, oyuncu kadrosundan Berrak Tüzünataç’ı ve sinema üzerine yazılarıyla bilinen, bilhassa Bartu Küçükçağlayan ile “Mücbir Sebepler” adı altında yaptıkları ve karantina sürecinde pek çoğumuza terapi gibi gelen Instagram canlı yayınlarından sonra ününe ün katan (bkz. söke söke alınan mavi tik :)) cağnım Melikşah Altuntaş’ı görüyoruz.
Hislerim beni yamultmuyorsa olaylar takriben şöyle gelişmiş: Normal hayatta da çok iyi dost olan bu üçlü bir akşam yine dost meclisindeyken, Berrak kızımız geçmişte yaşa(yama)dığı bir aşk hikayesini anlatmış. Gördüğüm en duygusal adamlardan biri olan Melikşah dertlenip ortaya “Aslında bunun filmi yapılsa süper olur kuzum!” gibi dâhiyane bir fikir atmış. Sonra ikisi birden heyecanlanıp, o esnada onları dinliyormuş gibi yapan, ama aslında tüm donanımına rağmen neden hâlâ “Maide’nin Altın Günü” gibi filmler çektiğini sorgulamakta olan Caner’in iç hesaplaşmasını yarıda keserek fikirlerini beyan etmişler. Bunun kara bahtı kem talihi için bir dönüm noktası olabileceğinden pek de emin olamayan iyi niyetli Caner, -bakın burası çokomelli- arkadaş hatırına projeye inanmayı seçmiş. Ekibin diğer sevimli üyelerini de alelacele toplayıp mevzuyu özet geçmişler. Kadıköy’den “@enistesigelmis”, ekipte bir bayram havası… İki gün sonra hep birlikte İzmir taraflarına tatile gidilecekmiş zaten, kırk sekiz saat içinde Caner bir şeyler karalayıverirmiş nasılsa. Onlar için de unutulmaz bir anı olurmuş işte.
Hem tatil yapıp hem de ileride çocuklarına, torunlarına bir nevi miras bırakarak bir taşla kuş sürüsü vurmayı kendine ilke edinen ekibimizin, koskoca Hümeyra’yı büyü yaparak mı yoksa rekor ücretle mi ikna ettikleri ise koskoca bir muamma. Üzülerek belirtmeliyim ki, aslında gayet iyi niyetlerle “yola çıkılan” filmi Hümeyra’nın olağanüstü performansı bile kurtaramamış maalesef 🙁 Kendimce filmde eksik/fazla/mantıksız/gereksiz vs. bulduğum detaylara naçizane az sonra değineceğim. Ama önce iki sorum olacak:
1) Arkadaş, nedir bu Kadıköy tayfa düşmanlığı? Kadıköylü milletin efendisidir bi’ kere! Yapılan bir işe, sırf bünyesindeki insanlar görece daha iyi şartlarda yaşadığı için direkt ön yargıyla yaklaşmak azıcık vicdansızlık olmuyor mu? Yaşadıları/takıldıkları koordinata göre insanların dertsiz tasasız, güllük gülistanlık hayatlar sürdüğüne bu kadar emin olmak ne derece mantıklı?
2) Melikşah Altuntaş’ın üzerine gereğinden fazla gidilmiyor mu? Bir insanın kendisiyle çelişme, geçen ayki şiirimde de yazdığım gibi “saçmalama joker hakkı”nı kullanma lüksü olamaz mı? “Söylediklerimi yapın, yaptıklarımı yapmayın.” mesajı vermek gibi gayet insani bir hakkı kendinde bulamaz mı? Peki, kaçımızın söyledikleri ve yaptıkları istisnasız her daim birbirini tutuyor? Hangimiz sıfır dilemma? Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?
(Not: İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz ama daha sonra, çünkü zurnanın zırt dediği nokaya gelmiş bulunmaktayız. Dikkat!!! Yazının tam da bundan sonrası fena halde “spoylır” içerir 🙂 )
“Biz Böyleyiz”in kanımca en temel problemi şudur: Filmin belirli bir teması yok! Dostluk? Aşk? Ölüm? En başından beri karakterlerin dilinden düşmeyip en sonunda düşmeye düşmeye havada kalan ve hiçbir sonuca bağlanmayan “En yakın arkadaşına aşık olma!” mottosu? Hepsi olsun derken hiçbiri ol(a)mamış. Demek ki neymiş: Çok tema, hiç temadır! Pırıl pırıl bir yaz filmini kışın ortasında vizyona koymaktan çok daha elim bir meseledir bu. Elbette hiçbir film mesaj kaygısı gütmek, illaki bir şeyleri dert edinmek zorunda değil. Ama film boyunca izleyiciye “Eee, n’oldu şimdi?”, “Yani?” vs. dedirterek dertsiz başları ağrıtmak, onların zekalarıyla dalga geçmek zorunda da değil.
Diğer bir temel problem: Fimdeki karakterlerin derinliği yok ve bu yüzden yaşanan her şey samimiyetsiz bir “atmosfer”den ibaret kalıyor. Ben ki; en yakın arkadaşını ihbar edip onun hayatından otuz beş koca yıl çalan, yetmezmiş gibi parasını ve sevdiği kadını da elinden alan Berfo’yla bile empati kurmaya çalışacak kadar iyi niyetli bir seyirciyim. Çünkü yaptığı tüm çirkinliklerin sebebi olan aşkına ikna oldum. Keje uğruna çoktan cehennemde kendisi için kral dairesi ayırttığına bir şekilde inandırdı beni. “Biz Böyleyiz” filminde ise çizilen karakterler o kadar karikatürize (hatta bildiğin itici), aralarındaki güya dostluk o kadar yapay ki; hiçbir karakterle tam olarak bağ kuramıyorsunuz. Ölmek üzere olan bir kadını ziyaretten çok -şıkır şıkır giyimlerine bakılırsa- tatil yapmaya gelip “Gelmişken Nezihe Teyze’ye de uğrayalım -bari-, çocukken o kadar kahrımızı çekti yazııık.” demek suretiyle insafa gelmiş (!) gibiler. Sevmeyi zaten geçtim, nefret bile edemiyorsunuz hiçbirinden. Özgür kadın Efsun, gelenekçi kadın Dolunay, ergen Emrah vs. karakterler maalesef karakter olamadan üstünkörü çizilen bir tip olmakla yetiniyor. Melikşah Altuntaş sinemayla ilgili görüşlerinde, bilhassa yan karakterlerin filme katkısına bolca değinir. Keşke değinilmekle kalmasaydı, diye düşünüyor insan ister istemez. Zira aralarındaki fikir ayrılıklarının, filmin gidişatına en ufacık bir katkısı olmuyor.
Filmin genel hikayesini şöyle özetleyebiliriz: Çocukken her yaz birlikte Nezihe Hanım’ın İzmir’deki evinde kalan, büyüyünce hayatın koşuşturması içinde dört bir yana savrulan Dolunay, Gökçe, Efsun, Emre ve Emrah; Nezihe’nin çok hasta, hatta ölmek üzere olduğunu öğrenir ve apar topar onun yanına İzmir’e giderler. Gökçe’nin kız arkadaşı Beril, Dolunay’ın eşi Mesut ve Efsun’un eşi Candaş hatta oğlu “Bebiş” (!) de onlara katılır. (Başta Emre ve Gökçe olmak üzere her biri, ıslak odunla dövülmeseler bile en azından sahile kadar kovalanmaya sonuna kadar müstahak olan birbirinden yüzeysel bu karakterlere tek tek değineceğim, azzz sonra!)
Sırf bunu okuyunca bile ülke genelinde mendil satışlarında gözle görülür bir artış olacağı hissine kapılıyor insan. Hele ki oyuncu kadrosunun gerçek hayatta da sıkı dostlar olduğu düşünülünce, sıcak ekmek gibi içimizi buram buram ısıtacak bir film izlemek işten bile değilmiş gibi geliyor. Fakat ne yazık ki karakterlerimizin arka planı, burun kıvırdığımız yaz dizilerindeki fakir ve şapşik kız ile illaki yakışıklı ve zengin holding patronundan -bile- daha boş, bomboş olduğu için; ne geçmişteki ve şimdiki yaşantıları hakkında fikir sahibi olabiliyor, ne yıllardır sürmekte olduğu iddia edilen dostluk bağlarının sağlamlığına inanabiliyor, ne de ellerinde kurukafa eksikmişçesine oynanan zoraki çatışma ve sonunda çözülme sahnelerinde içlerinde patlayan anlaşmazlıkların sebeplerini tam olarak anlayabiliyoruz. Hiçbir şey seyircinin kafasında tamamlanmıyor. Oysa ekibimizin tüm bunlara basit de olsa cevaplar sunmak için koskoca iki saati vardı.
Sanmayın ki 116 dakika sürdüğü için film bitmiyor! Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi “Kış Uykusu” 3 saat 16 dakika sürüyor ama şahsen bi’ üç saat daha sürse izlerdim. “Biz Böyleyiz” ise neyi nasıl anlatması gerektiğine, yani bir film çekerken mantıken ilk düşünülmesi gerekene kafa yormadığı için filmin sonu gelmek bilmiyor ve film tam üç kez final yapıyor! Havuzda cümbür cemaat dans etmek yetmiyor, önce Nezihe’nin yardımcısı Yulduz’u (bkz. “Bir Yulduz kaydı.” 🙂) akabinde Nezihe’yi öldürmek yetmiyor ve nihayet son sahnede tüm ekip ellerinde şarap kadehleri ve gülüşlerinin ucundaki müstehzi kıvrımlar ile adeta “Evet sayın seyirci, hayatından iki koca saat çaldığımızın farkındayız. E ama n’apalım işte ‘biz böyleyiz’! Nasıl olduğumuzu biz de anlamadık gerçi ehehehe.” dercesine kameraya baktığında film kendine artık bir yerde bitmesi gerektiğini hatırlatıyor da huzura eriyoruz.
Oysa elde yüz on altı tane dakika varken, karanlıkta kalan birçok nokta pekâlâ aydınlatılabilirdi. Mesela, Nezihe’yi ölüme götüren hastalık nedir? Garsonluk yaptığı kafede kırılmadık cam bırakmayıp üstelik hâlihazırda müşteriler oradayken mekânı apar topar terk eden Emre’yi, haberi aldığında bir veteriner olarak ona getirilen yardıma muhtaç bir köpeğin bile tedavisini yarım bırakan Gökçe’yi böylesine paniğe veren bu hastalığın hiç olmazsa adını duymak seyirci olarak hakkımız değil miydi? Bilhassa TRT’nin son güzelliklerinden “Tutunamayanlar” dizisindeki “Şair Lütfü” karakteriyle kendisine hayran bırakan Barış Yıldız’a (yoksa Yulduz’a mı:)) keşke birkaç tıbbi terimi aynı cümle içinde kullanabilen, bir de mümkünse küfür etmeyen bir doktor karakteri yazılsaydı. Ayrıca Nezihe’yi bu kadar sevip de yanına ışınlanarak geliyorsanız ve fakat doktor size iki kez kalp krizi geçirmesi dışında hiçbir şey söyle(ye)miyorsa, farklı bir doktora danışmak neden ve nasıl aklınıza gelmiyor? Gerçi takla atan arabanın içinden başı kanlar içinde kurtulan Emre’yi hastaneye götürmeyen de sizdiniz, değil mi? Benimki de soru işte!
Çiçeklerinin her birine sizin adınızı veren Nezihe’nin size olan sevgisinin aynısını, hatta daha fazlasını sizin de ona göstermenizi bir seyirci olarak film boyunca nafile bekledim; ama olmayan bir şeyi görmek hâliyle imkansızdı. Keşke aranızdaki bağlar bu kadar naylondan olmasaydı; inanın, Nezihe’nin evinde yaşananlar yerine veterinerdeki zavallı köpeğe ve epey maddi zarara uğrayan kafe sahibine üzülmeyi ben de istemezdim. (Bir kere karaoke sahnesinde benim gibi Orta Doğu ve Balkanların en büyük 90’lar aşığının yüreciğinde bile bahar çiçekleri açtırmayı başaramadıysanız çok büyük bir samimiyet problemi var demektir, çok üzgünüm.) Keşke geçmişe dair çocukluk ve gençlik anılarından biraz daha fazla dem vurulsaymış. Tabii bunu yaparken tutarlı olunsaymış da mesela filmin başından beri çocukken kilolu olduğu için adı “şişko” olarak kaldığı iddia edilen Emre’nin bisikletten düştüğü çocukluk sahnesinde, en miyop insanın bile fark edeceği denli zayıf bir kız çocuğu oynatılmasaymış.
Sonra, Nezihe gençliğinin en güzel yıllarını, gürültü patırtının eksik olmayacağı gayet öngörülebilir bir ambiyansta bu kadar çocukla geçirmeyi nasıl ve niçin mutlulukla kabul ediyor? Bu kadının kendine ait bir hayatı yok mu? Eşiyle beraber “çıkıp çıkıp gezmek”, bir mimar olarak kendi evi gibi başka muhteşem evler tasarlamak istemez miydi? Hadi Dolunay ve Gökçe’nin babaannesi olarak torun sevgisinin her şeyin üstünde olduğunu farz edelim. Peki diğer çocuklar? Nerede bu Efsun’un, Emre ve Emrah’ın aileleri? Nezihe ile nasıl bir tanışıklık halindeler ki; utanıp sıkılmadan her yaz çocuklarını kadına bırakıp kendileri orada burada fink atabiliyor? Diyelim ki her şey samimiyetten; e peki şimdi, tam kadıncağızın size en fazla ihtiyacı olduğu zamanda neredesiniz, fink atamayasıcalar!? En başta da siz, Dolunay ve Gökçe’nin bu hale nasıl geldiklerinin aleni müsebbipleri olan anne ve babası. Seyahatin sırası mı şimdi???
Nezihe’nin bir travması olsaydı mesela; ne bileyim, ilk çocuğu bir ihmal yüzünden vefat etmiş de bu yüzden kalan hayatını ulaşabildiği ne kadar çocuk varsa onları mutlu etmeye adamış olsaydı. Hiç olmazsa “Çocuklarını kronik olarak başkalarının başına atmakta en ufak bir beis görmeyen bencil ebeveynlerin çocukları işte böyle egolu ve tuhaf olur. Dünyanın sadece kendi etraflarında döndüğüne inanmakla kalmazlar, havuz başında oturup sırf kendileri gibi düşünmediği/hissetmediği için birbirlerine ergence laf falan çarpıtırlar.” minvalinde kamu spotuna bağlayarak dev bir amme hizmeti verilebilirdi.
Filmin kendisi gibi, cevaplamadığı sorular da bitmek bilmiyor. Mesela arkadaşları Emre’yle bir dönem görüşmemişler, tamam da neden? Gökçe’yle birbirlerini daha fazla üzmesinler diye mi? Biri(leri)nin kalbini kırdığı için mi? Kendisi o dönem kabuğuna çekilmeyi seçtiği için mi? Sebebi açıklanmayıp sadece görüşülmediği söylendiğinde ve bunun olayların akışına en ufak bir etkisi olmadığında o kadar eğreti duruyor ki, ve filmde bunun gibi o kadar gereksiz bilgi var ki…
Sonra, aslında gayet sevimli bir karakter sayılabilecek Emrah’ın bu telefon bağımlılığı, hiçbir şeyi -en azından görünüşte- umursamaması, en olmadık yerde ve zamanda yaptığı (ki benim çok hoşuma gitti) iğrenç espriler… Keşke bu ergenlikten çıkamadığını düşündüren tavırlarının altı ufak ipuçlarıyla doldurulsaydı. Ne bileyim, Emre’yle daha fazla ilgilenen ailesi onu ihmal ettiği için kendince ilgi çekmenin yollarını aramış ya da yaptıkları yeterince takdir edilmediği için zamanla içine kapanıp bu şekilde bir savunma mekanizması geliştirmiş olsaydı. Belki o vakit kendisinin bitmek bilmeyen ölüm şakalarına karşı daha tahammüllü olabilirdik.
Ha, şu malum soruyu bir de ben sorayım: Yulduz nasıl öldü? Sırf Nezihe’nin öldüğünü sanalım diye kadıncağıza son dakikalarda pat diye kıydınız, bari sebebini bilseydik. Şahsen sık sık avize silmesini göz önünde bulundurarak merdivenden düşme ya da elektrik çarpması ihtimallerini yüksek görüyorum; fakat hangisi olursa olsun, ters köşe yapayım derken filmin sarktığı gerçeğini maalesef değiştirmiyor.
Absürt komedi olduğunu iddia eden pek çok filmde/dizide bile olmayan saçmalıklara gelecek olursak: Ömrümüzü yedin be Emre Tepesi! Emre adlı sakar bir kız her yaz aynı yerde kaza yapıyor diye arkadaşları tahtadan uydurma bir tabelaya “Emre Tepesi” yazıp olay mahalline bırakıyor ve ilgili yerin yetkilileri bu söylenceye inanıp “Emre Tepesi” yazan resmî tabela koyuyor! Evet evet, bildiğimiz mavi fon üzerine beyaz punto ile. O zaman ben de çok sevdiğim İstiklal Caddesi’nin “Duygu Caddesi” olmasını istiyor, hatta hızımı alamayıp İstanbul Havaalanı’nın “Barış Manço Havaalanı” olmasını, Ayasofya’daki kediye de bundan böyle “15 Temmuz Demokrasi Kedisi” denmesini talep ediyorum. Bu kadar kolay mı yani?
Sonra, Nezihe’nin çözemediğimiz bir hastalığı var ama en azından bunun alzaymır olmadığı, hatta kadının zihinsel açıdan bizimkilere taş çıkardığı apaçık ortada. Barda tanışılan oyuncu bir adamı, koskoca kadına eski aşkı Tunç diye kakalamaya cesaret edebilecek kadar ne yiyip içtiyseniz aynısından istiyorum. (Bu Tunç meselesinin DE hiçbir yere bağlanmaması ziyadesiyle üzdü. En yakın arkadaşına aşık olmanın bedelini kendince ödemiş sevgi dolu bu kadın ölüme giderken, orijinal Tunç ortaya hiç çıkmasa bile; büyük aşkı ile gençlik heyecanıyla yaşadıkları, film bitmeye yakın üç beş cümle ile brifing verir gibi aktarılmamalıydı. Çok daha vurucu bir hikaye yaratılıp, Emre ve Gökçe’nin aşk zannettikleri saçma ötesi çocukluk “takıntı”larını izlerken geçirdiğimiz buhranlar “Aşk öyle olmaz, işte böyle olur.” dedirte dedirte telafi edilebilirdi.)
Evet, Emre ve Gökçe; bunu size birinin söylemesi şart: Tülin ve Caner’den bile bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı hatta Bihter ve Behlül olur; ama sizden ı-ıh! Yıllara meydan okuyan, uğruna nikah masasından kaçırtan bir aşk diye yutturmaya çalıştığınız şey; yaşayamadıklarınızın sizde dönüştürdüğü takıntılardan ibaret ki bu büyük aşkın (!) neden imkansız olduğunu, niçin bir türlü kavuşamadığınızı bile anlayabilmiş değiliz. Bir ara gereksiz uzunlukta bi’ Melisa muhabbeti geçti ama… O sırada Beril’e üzülmekten ve sizin adınıza utanmaktan tam dinleyemedim. Siz öpüşmek istiyormuş gibi yapıp yapıp sonra şakaya vurdukça, bende zoraki ve son kertede itici kahkahaları ile Emre’nin ağzına vurma isteği hasıl oldu; sonra ülkemizde kadına şiddetin had safhada olduğunu üzülerek hatırlayıp silkelendim.
Bu arada Allah herkese Berrak Tüzünataç şansı versin, amin! Ortalamanın bir hayli altındaki oyunculuğuna rağmen “Elveda Rumeli”, “Fi”, “Muhteşem Yüzyıl”, gibi ses getiren dizilerde hatta Zeki Demirkubuz’un “Kıskanmak” filminde rol alan güzel (çok güzel!) kızımız; yaver giden bahtıyla “çevre” faktörünü çok iyi değerlendirdiğini hissettiriyor. Beni de çevreden sayarsa kendisine tüm kalbimle sesleniyorum: Berrak Hanım, muhtemelen aşırı sigara tüketiminden mütevellit sesiniz kulağa o denli hırıltılı geliyor ki, maazallah gırtlak kanseri olmuş ve üzülmeyelim diye bizden saklıyorsanız, ülkece elele verip tedaviniz için ne gerekiyorsa yapalım. Çünkü inanın, sizi dinlerken ve aynı anda abartılı mimiklerinize maruz kalırken çok daha fazla üzülüyoruz. Karşılıklı acı çekeceğimize siz de kurtulun, ülke de kurtulsun.
Benim asıl anlamadığım; filmin belki de en aklı başında, görece en “normal” karakteri Beril, kendini playboy zanneden Gökçe’ye neden bu kadar bağlı? Kendisinin Nezihe gibi mimar olduğunu dahi bilmeyecek kadar ilgisiz, gözünün önünde saplantılı aşkına yürüyecek kadar daldan dala, üzüp kırıp özür dilemediği gibi bir de zeytinyağı gibi üste çıkacak kadar hoyrat, kendisini geçtim ezeli rakibi Emre’ye bile kaba davranan, ikisini de değerli ve özel hissettirmeyen bir adamcıkta sahiden ne buluyor? Adam Nezihe’nin dediği gibi “büyümeye üşenen bir Gökçe çiçek”, minnacık hasta köpeğe acımayacak kadar bencil, sizi mi takacak? Hadi Emre kafadan çatlak dedik; ama Beril gibi makul ve gururlu bir insanda, iki yıl içinde kız arkadaşının ne iş yaptığını dahi öğrenemeyecek kadar ilgisiz biriyle evliliği düşünmesini geçtim, bu tarz adamlarla birlikte olan kankalarını ilişkiden vazgeçirmeye çalışacak potansiyel yok mu? Gerçi aynı Beril bir bakıyorsun, kimse ona kötü davranmadığı (hatta görümce Dolunay resmen bağrına bastığı) halde evdekilerin onu yalakalık (?) yapmakla suçladığını iddia ediyor. Yetmiyor, gizlice Nezihe’nin odasına girip kadına ait eski fotoğrafları izinsiz yürütüyor!
Fakat bizi Beril’in geçici akıl tutulmalarından daha fazla şaşırtan ise; iki saat boyunca en modern, en özgürlükçü, en “herkesin hayatına kimse karışamaz” karakter olduğunu gözümüze sokmaya çalışan Efsun’un Beril’e en ufacık bir tepki vermemesi. Kız -iyi niyetli de olsa- ev sahibinin odasından ona ait özel bir şeyi aşırmış. En azından bunun yanlış olduğunu söyleyebilirsin ama belli ki gücün sadece zavallı Dolunay’a yetiyor. Dolunay zavallı; çünkü mutlu olmayı becerememiş, beceremiyor. Huzuru kendi içinde değil, diğer insanların huzursuluğunda arıyor. İçindeki boşluğu “başka”larıyla doldurmak isterken bambaşka biri haline dönüştüğünün farkında ama yiğitliğe de herhangi bir madde sürdürmüyor. Yolunda gitmeyen bir evliliği var ve filmdeki her şey gibi bunun da sebebi meçhul. Kocasının adı Mesut ama göbek adının bahtiyar olmadığı apaçık ortada. Dolunay Mesut’u öyle bir sindirmiş ki adam film boyunca hiç konuşmuyor! Önce dilsiz falan sanıp üzülüyorsunuz ama çok geçmeden Caner’in ona replik yazmayı unuttuğunu anlayıp bu sefer daha çok üzülüyorsunuz. Dolunay’ı güçlü dominant kadın olarak göstermenin, Mesut’a tuzluk muamelesi yapmaktan başka yolu olamaz mıydı? Ah be Burak Altay; “İkinci Bahar” dizisinde Hanım’ın yaptığı köpoğlu mancası kadar bile rolün olmadığını bilerek mi kabul ettin bu projeyi, yoksa sana da mı bize olduğu gibi sürpriz oldu? Umarım ikincisi değildir.
Efsun, the papucumun feministi, ilk eleştiri yazım diye lafa dalıp seni unuttum sanma. Dolunay, törpülemesi gereken pek çok yönü olmasına rağmen en azından -sonradan da olsa- gelenekçi bir kafa yapısı olduğunu inkâr etmiyor. Sen ise başkalarının hayatına karışmakla suçladığın Dolunay’ın lisede erkeklerle yediği haltları, kocası ve erkek kardeşi de varken herkesin içinde haykırırken özel hayata ne kadar da saygılı (!) idin öyle? Mesut’a replik yazılmadığı için karısını korumak adına sana hiçbir şey söyle(ye)medi; Gökçe’nin de ne kadar omurgasız olduğunu bildiğin için arkadaşını rahat rahat rencide edebildin, bravo sana!
Zaten bu ekibin dostluk anlayışını çözemedim gitti. Dolunay eşiyle bir türlü çocuklarının olmadığını söyleyemiyor, Emre hayatını garsonlukla kazandığını saklamak zorunda hissediyor. Çünkü kibir dolusunuz ve o kadar üstenci bir diliniz var ki; birbirinize batıyor, iğneyi de çuvaldızı da hep o anı beklemiş gibi keyifle batırıyorsunuz. Dost dediğin birbirinin yarasını sarar, saracak bir şey bulamasa da en azından üzerine tuz dökmez ki canı daha fazla yanmasın. Dolunay anne olamadığı için birinizin omzunda ağlayamıyorsa, Emre maddi durumundan utanıyorsa ortada Yulduz’un şivesinden bile daha anlaşılmaz durumlar var demektir. (Bu arada garson olduğu için ağlayan Emre; çalıştığı kafeyi herkesin başına yıkıp ardına bakmadan gidebiliyor, İzmir’de kaldığı süreçte ne kafe sahibi ne polis peşine düşüyor, üstelik şıkır şıkır giyinip en ufak bir maddi hesaplama yapmadan gönlünce gezip eğleniyor. Yani üzülme sevgili okur, bu ülkede ekonomik kriz falan yok (!), asın bayrakları!)
Fakat Efsun’cuğum; ben seni, çikolata dolgulu bisküvi reklamında oynayan ecnebi oyuncu edasıyla üstü çıplak halde odun kırmak suretiyle klişenin dibine vuran kocan Candaş’ın, eski sevgilisiyle “iş gereği” (!) yemek yiyip akabinde onun evinde kalmasına -cool görünmeye çalışsan da- fena bozulmanla vurmayacağım. Ama şu “Bebiş”ini yetiştirme tarzın hakkında iki çift laf etmeden de duramayacağım. Oğlunuza, ismini ileride kendi seçmesi için “Bebiş” diyorsunuz. (Hatta ataerkil sevgi nidalarına tahammül bile edemiyorsun ki orada sonuna kadar yanındayım.) Fakat bu “Evladım her şeye kendisi karar versin.” diyen, “öz denetim”/“öz düzenleme” meftunu ebeveynleri hem takdir ediyor, hem de çabalarının bir noktadan sonra mantığımla bağdaşmadığını fark ediyorum. Şöyle ki, her şeyden evvel siz onu kendisine sormadan dünyaya getirerek -ki evet, bu teknik açıdan imkansız- bazı şeylerin onun kararı, bizzat onayı olmadan da gerçekleşebileceğini ta en başında göstermiş olmuyor musunuz? Bu “müdahale etmeme” halinin bir sınırı olmayacağından emin misiniz? Mesela, gördüğüm kadarıyla seküler bir yaşam sürmektesiniz. “Bebiş”iniz üniversitede tanıştığı türbanlı bir kızla evlenmek istese, en ufak bir beis görmeksizin tüm kalbinizle “hayat senin hayatın” diyebilecek misiniz?
(Kendimden bir örnek vereyim: Tam bir Barış Manço hayranıyım ve ileride çocuğumun da onu sevmesini, şarkılarını dinlemesini, öğütlerini şiar edinmesini elbette isterim. Bu arzum; onun hayat görüşüne müdahale, müzik seçimine dair bir yönlendirme midir? “Aman Allah’ım, ne yapıyorum ben? Evde son ses Barış Manço şarkısı açmışım ve bu şekilde onun ileride, belki sıkı bir Ciguli hayranı olmasını engellemiş oluyorum!” kafasıyla yaşanmaz ki! 🙂 O zaman Beşiktaş formamı giyip “Siyaaaaah! Beyaaaaaz!” diye bağırırken de suçlu hissetmem gerekir; çünkü maazallah bilmeden içindeki potansiyel Çemişgezekspor sevdasına ket vurmuş olabilirim. Demem o ki bunun bir sınırı yok; o yüzden bir çocuğum olursa, dünyaya getirirken izin almadığım gibi adını da ona sormadan “Barış” koyacağım. Barış’lar iyidir ya (çoook kalp) 🙂 Ha, adını mahkeme kararı ile değiştirmek mi istedi? İşte tam orada “bebiş”ime saygı duyacağım, olması gerektiği gibi. Neyse, Ciguli’yi ve akordiyonunun sesini çok özlediğimi belirtip kendisine bu vesile ile rahmet dileyerek parantezi kapatıyorum.)
Peki o kadar gömdüm de, bu filmde hiç mi güzel şey yok? Olmasa zaman ayırıp bu kadar uzun bir yazı yazmazdım her şeyden önce. Bir kere iki dakikalığına da olsa Serkan Keskin’i izlemek muhteşemdi, tadı damakta kaldı diyebilirim. Yine halkın içinden birini oynadığı sevimli halleri yüzümde tatlı bir tebessüm bıraktı. Kendisini ilk kez izlediğim Boran Kuzum’u, oynadığı Emrah karakteri en fazla lise öğrencisi olduğu ve görüntü olarak biraz büyük kaldığı halde gayet başarılı bulduğumu söylemeliyim; bence umut vaat eden bir oyuncu. Emre’nin kaza yaptıktan sonra bile ters dönmüş arabanın içinde jelibon yemeye devam etmesi bana çok sempatik geldi, zira Emre çatlağından beklenen bir umursamazlıktı 🙂 Çatlaklıkta ablasından geri kalmayan Emrah’ın “Işığıma gel.”, “Bir Yulduz kaydı.” vs. esprileri normalde beni güldürmezdi ama işte “normal” durumlarda yapmadığı için güldüm zaten 🙂 (Demek ki bana göre de “her şeyin esprisi olur”.) Özge Özpirinççi’nin gerçek hayatta başına gelen bir kaza sonucu alnında oluşan yara izini Nezihe’nin, Efsun’un çocukken yaşadığı bir kazaymış gibi anlatması da sevimli bir detaydı. Teknik kısımlardan pek anlamam ama filmin çekimleri bence o kadar başarılı ki Nezihe’nin evine resmen aşık oldum! 90’lar karaoke sahnesinden etkilenmediğimi söylesem de; Haluk Levent’in “Yollarda Bulurum Seni”, Mansur Ark’ın “Maalesef”, Ozan Orhon’un “Saman Alevi” şarkıları 34 yaşındaki bendenize -her şeye rağmen- iyi geldi. Aynı şekilde Göksel, Nil İpek, Simge Pınar… Evet, hakkını verelim; filmin müzikleri, kendisinden çok daha iyi!
Bunca kelamdan sonra “Biz Böyleyiz” izlemeye değer mi diye sorarsanız… Bir kere otobüs yolculuğunda çok iyi gider! Yolcu değil hancıyım ve kafa dağıtmalık bir şeyler izlemek istiyorum, derseniz yine çok iyi bir seçim olacaktır. Oyuncularını seviyor, sosyal medya paylaşımlarını ve canlı yayınlarını muntazam takip ediyorsanız zaten ekranın başına filmi sevmeye programlanmış olarak oturacaksınız demektir. Hümeyra’nın varlığı bile herhangi bir filmi izlemek için yeterli bir sebep zaten (kalp kalp kalp). Ama naçizane fikrim, eğer iki saatiniz varsa, eve ya da sinema salonuna kapanmak yerine -hazır “yeni normal” (?) süreçteyken- Nezihe’nin film boyunca elli kez söylediği gibi yapın: “Çıkın çıkın gezin!” 🙂