Site icon Halley Dergisi

00.00’DAN ÖNCE 30’DAN SONRA – GİZEM ÇELEBİ ÇAMLI

Elindeki poşetleri masaya bıraktı. Montunu vestiyere asmak için bir iki adım hamle yapsa da geri döndü. Poşetlerin içine: “Bir şey unuttum mu?” merakı ile tek tek baktı. Kendi kendine konuşup belli belirsiz mırıldanarak poşetteki alışverişlerini saymaya koyuldu. Pijama, çorap, bant, jelatinli kağıt, kar küresi -Kar küresini eline alınca iki elinde tutup kalbine bastırmadan edemedi.- mum, pasta, kestane… Tamam, o kargaşada hiçbirini unutmamışım diye küçük başarısıyla gurur duydu. Yiyecekleri mutfağa götürdü. Diğerlerini kaldırma ihtiyacı hissetmedi. “Uzun bir duş vakti” dedi kendi kendine. “En sevdiğim.” Küvetin musluğunu açtı. Ne sıcak, ne soğuk. Ilık bir küvet ritimli şıkırtısıyla dolmaya başladı.  Birkaç damla vanilya esansı damlattı küvete. Şimdiden sımsıcak, şekerli, pembemsi bir koku kaplamıştı etrafı.  Üstünü çıkararak bornozunu giydi. Saçlarını gelişigüzel bir topuzla tepede tutturdu. “Küvet dolasıya kahvemi de yapayım, demlensin.” diye düşündü. Bornozuyla mutfağa geçti. Kahve makinesine tableti yerleştirdi. Banyo çikolatalarından birini çıkardı.

Güzel bir müzik listesi hazırladı kendine. Çok severdi banyo yaparken müzik dinlemeyi. Bazen şampuan şişesinibir mikrofon gibi tutar köpükten sahne kıyafeti ile şahane bir konser verirdi. Bazen bir yağmur altında yürür gibi hisseder, en sevdiği şiirleri okur, buğulanan duşakabin penceresine sudan buruşmaya başlayan parmağıyla bir şeyler yazar yazar silerdi.  Kalp çizerdi bazen ama sağ tarafı ile sol tarafını hiçbir zaman aynı büyüklükte çizmeyi beceremezdi. Kendince yorum da yapardı: “Sevdiğim gibi sevilmediğimden oluyor. Yoksa becerebilirdim eşit çizmeyi.”  Bazen de gözyaşlarına eşlik ederdi fıskiyeden çıkan su. Islak bir silgi gibi sildiğine inanırdı acılarının izlerini. Köpüklü, minik girdaplar oluşturarak onu acıtan ne varsa akıp gideceğine inanmak isterdi.  Küvetin içine bir taş gibi büzülerek çöker, su seslerine boğuk hıçkırıkları ile eşlik ederdi. Ağlayacak bir omzun yoksa eğer en iyi canlı yoldaşı oluveriyordu akıp giden su, is kokulu şömine alevi, yahut sokak lambasının puslu, loş, yalnız ışığı.

Küvetin dolmasına çok az kalmıştı. Bu kez nasıl giriyorum banyoya, diye düşündü. İçinden köpüklü kıyafetli şarkıcı olmak gelmiyordu. Buğulu duşakabin camına  yazı yazmak da istemiyordu. Küvetin soğuk taşında büzüşüp ağlamak da. Yorgun bir alışkanlık içinde yaptıklarının dışında bir şeyler yapacaktı bugün.

Musluğu kapattı. Demlenen kahveyi porselen demliğe güzelce aktardı. Banyo çikolatasını ve çok sevdiği kar tanesi desenli fincanını bir tepsiye koyup, banyoda küvetin yanındaki minik masaya bıraktı. Bornozu astı.

Müzik listesini, bugün karışık çalsın, diyerek başlattı. Birkaç parça çikolatayı yaldızlı kağıdından çıkarıp tepsiye koydu. Demlikten fincanına kahve aktardı. Küvetten yayılan vanilya esansına karışan taze kahve kokusuna karışınca eline bulaşan çikolatanın kokusunu bu koku demetine kattı.

Küvete girdi. Boynuna kadar battı köpüklü suya. Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“ Dayanamam ben bu son gidişine.

Alışamadım sensizliğe.”

“Yok, alışırım. Alışacağım. Arkadan itmekle neyi ne kadar götürebileceğim ki?

Bazı yollar iki kişilik.” dedi kendine yüksek sesle.

Vanilyanın tatlı kokusu, pamuksu hissiyle rahatlamaya çalıştı. Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Sen kendine aşıksın, sen yalancısın,

Hatta sevişirken bile yabancısın.

Sen kimsin, sen ne rahat insansın?”

Avuç içleriyle omuzlarını ovuşturdu, sonra dirseklerine kadar yavaş yavaş indirdi ellerini. Parça parça olmuş hayallerinin art arda görüntüleri geçti zihninden. Kendini ait hissettiği, kendini teslim ettiği, sığındığı adamın nasıl da sıradanlaştığı geçti ruhundan. Sevgisinin, tutkusunun, bedeninin hiç edilişi gelince aklına yutamadığı yumru yeniden boğazına çöküverdi. Gözleri doldu, birkaç damlası yanından dahi süzülemeyerek, eğik başındaki hüzünlü kirpiklerinden süzülüp küvete damladı.  Son birkaç aydır olduğu gibi, hıçkırıklarını içine ata ata ağladı. Bir yudum kahve, bir minik ısırıp çikolata.

“Her gün bir şey daha biter,

Giderek acı vermez biten şeyler.”

En çok da bunu bekliyordu, hem de uzun bir süredir. Kalp sızası bu, sadece üzüntü değildi bu. Fiziksel bir acı, işte tam şurası, göbek deliğinin az üstü. Bir tenekeyi alt ve üstünden tutup döndürmüşsün de acıyan yer bükülen iki noktanın tam arasında kalmış gibi, sanki ince, çok ince iğneler saplıyormuş gibi, sanki gözün ayrı, kalbin ayrı, orası ayrı ağrıyormuş gibi.  Birine bassan avuçlarını, diğerinden kanıyordu sanki, o gün bugün olmalıydı artık. Arınma günü… Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Sensizlik neler aldı, hayallerim nasıldı,

Senden bana ne kaldı?

Hiç, hiçbir şey kalmadı. Henüz on yaşındayken kaybedilen, kaybedilmeseydi de hiç olmayan bir baba. Silik bir anne, sağa sola çarpa çarpa büyüyen bir genç kız. Eksikleri yamamaya çalıştıkça beceriksizle sonuçlanan mağlubiyetler. Hayatı boyunca bulamadığı sıcağı yabancı birinin gözlerinde, kollarında çaresiz arayışı. İnsan, aynı zamanda hayal de edebilen bir varlıkmış. Sadece kendi hayal dünyasında mutlu olmaya layık bir kadındı yıllardır. Gözyaşlarının ruhunu anlattığı kadın. Öyle çok hayal kırıklığı vardı ki, ailesinin kıydığına herkes kıyabilir diyordu. Artık bundan emindi.  Kalbinin derinine sakladığı kırıklar, her batışında biraz daha kanattı yüreğini. Safça bir tarafı da olmalıydı ki onlarca kez izin verdi kalbinin kırılmasına ya da kendini önemliymiş gibi hissetmek isteme çabasıydı.  “Mış” gibi bir hayatın oyuncusuydu, rolünü de bugüne kadar çok iyi yapmıştı. Hayatta en iyi yaptığı şey buydu. Demlikteki kahveyi fincanına aktardı, suya kendini bir daldırıp çıkardı. Vanilya kokusunu doldurdu ruhuna. Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Dertli bağrımda camdan bir kalp var,

Artık dönsen de geçmez ki bu kırıklar.”

İlk hakaretini ne zaman duymuştu ondan? Önemi var mıydı gerçi ilk ya da ikinci olmasının? Bir defa kabul etmiş zaten, bir de aynıydı, bin de aynıydi. 30 yıllık ezik. Biraz da onun ezmesinde sakınca görmemişti. Başka ne denir? Gözleri doldu. Her birinin yaranın içinde açtığı derin onulmaz izleriyle çizdiği hüzün haritasını hissetti.  Yine tam orada, göbeğinin az üstündeki acıyan yerdi. Birkaç damla daha yaş boşaldı. Neye ağladığını bile bilmeden. Yapılan haksızlığa mı? Kendine yaptığı haksızlığa mı? Korusun, sarıp sarmalısın, yaralarını iyi etsin diye koştuğu insan daha büyük yaralar açıvermişti. En acısı da hepsinin “senin hak ettiğin bu” diyerek yapmasıydı. Ama bundan da acısı hak ettiğine inanıyor olmasıydı. Tutamadı boğazını kemiren hıçkırığı, yaralı bir hayvan gibi uğuldayarak bıraktı öylece, ağladı.  30 yıllık ezilmişliğine ağladı. Sesi kısılana, göğsü ağrıya kadar ağladı. Her zamanki gibi, hıçkırıklarını “o” duymadı. Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Ölüme özledim anne,

Yaşamak isterken delice.”

Kaç defa gitmek istediğini düşündü hayattan. Varlığın ağır gelmiyorsa yokluğundan bence gitmeliydi insan diye düşündü. Sayısız kes. “Can havli” lafındaki “can” dan dahi vazgeçebiliyorsa bu insana ne demeli? Değersizlik duygusu insanın en hassas noktası. Bir kere zedelenmeye görsün, sonra yerine gelmiyor, eskisi gibi olmuyor. Değeri başkalarından arayan dilenen kadın, o çaresiz çırpınışlarını hatırladı. Peki niye gitmedi? Yine aynı sebep: “Değersizlik”. Yok olmanın bile bir anlamı varsa bu yine gördüğün değerle alakalı. Kadın kendine ölmeye de layık görmemişti, kimsenin yüreğinde yer etmeyeceğini bildiği bir gidişi güzelleyemedi, vazgeçti. Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Doğarken ağladı insan,

Bu son olsun, bu son.”

Bugün hem yeni yıl, hem de 00.00’dan sonra doğum günü… Kimlerin doğum günü 1 Ocak olur bilir misiniz? Doğduğu günün hangi gün olduğunun hiçbir önemi olmayan insanlar… Gelişigüzel şekilde nüfus müdürlüğüne gidilir. Öyle önemsizdir ki “yazıverin işte” denir, 1 Ocak tarihi girilir. İsim konusunda da çok kafa yorulmamıştır zaten.

Bir saatli maarif takviminin en son bilmem ne vakit kopartıldığı bile belli olmayan sayfasındaki isim. Kızsa şu, erkekse bu. Oradan bakıvermişler: “Hale.” Öyle yazdırmışlar, anlamını bilmeden, yahut herhangi bir anlam yüklemeden.  Bir ismi olsun diye sırf. Çok düşünüyordu bunu. Neden dünyaya gelmişti? Hayata bu kadar ruhsuz, anlamsız, karşılıksız doğup da sürekli bir anlam arayışında olmak, ne kadar da yorucuydu. Hayata çokça adım geriden başlıyorsun ve ne kadar koşarsan koş asla yetişemiyorsun. Hep eksikmiş, yetersizmiş gibi, ya da hep bir yerlerde fazlalıkmış gibi. Yapbozun asla uymayan parçası, yük gibi, kambur gibi, hiçbir yere ait olamama, ait hissedememe. Hayatı yaşamak yerine hayata yamamaya çalışmak ruhunu, ne zor! Bir yudum kahve, bir minik ısırık çikolata.

“Gönlüm doluyor aşkla, barıştım bak hayatla,

Başladım yaşamaya.”

 

Vücudunu başıyla beraber küvete daldırdı, artık soğumaya başlayan aromatik suyun son kez tadını çıkardı, kalktı, durulandı. Yılın son gecesi için hazırladığı pijamaları giydi, şöminedeki kuru odunları tutuşturdu, kestaneleri hazırlandı. Köz üzerindeki tahtlarına kuruldular, çay demlendi. Ona da kestanelerin yanında yer verildi. Minik pastasına mumlarını özenle dizdi, üç tane, 30. yaşının üç rakamı. Şöminenin yanına koydu. Şöminenin yanına koyduğu minik sehpanın üzerine pastasını, demlenen çayını, pişmiş kestaneleri özenle yerleştirdi.

Pırıl pırıl parlayan jelatinli kağıtlardan sekiz tane kesti. Sekiz tane de beyaz küçük not kağıdı ve kalem getirdi. İlk kağıdı önüne çekti. “Sensiz yapamam.” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. İkinci kağıdı önüne çekti. “Ben ayrılamam, sen beni bırak.” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Üçüncü kağıdı önüne çekti. “Bir hayal en fazla kaç yerinden kırılır?” yazdı,  jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Dördüncü kağıdı önüne çekti. “Ben hiç sensiz kalmadım ki!” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Beşinci kağıdı önüne çekti. “Her battığında çok acıtıyor kırıklar.” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Altıncı kağıdı önüne çekti. ”Ölümün gölgesi yok.” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Yedinci kağıdı önüne çekti. “Ölü doğan ruhun isimsiz çocuğu.” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Sekizinci kağıdı önüne çekti. “Her gün aynı!” yazdı, jelatinli kağıda sardı, güzelce paketledi. Sekiz kocaman yılı, sekiz cümlede topladı. Yaldızlı pırıl pırıl paketlere sardı. Şöminenin kırmızılı, turunculu, sarılı sıcak ışığına yaklaştı. İs kokusunu içine çekti. Odunların şımarık çıtırtılarını dinledi. İki avucuna sığdırdığı sekiz yıla son kez baktı. Aynı anda bırakıverdi hepsini alevin kollarına. Birkaç saniyede siyah, ince bir duman bırakarak kül oluverdiler.

Kestaneleri dumanı üstünde çayıyla atıştırdı. Sallanan sandalyesine uzanıp yağan karı izledi. Yeni yılın ilk dakikasında pastasının mumlarını üfledi, bir dilek tuttu, gülümsedi. Kadın bir daha hiç göz yaşı dökmedi.

Exit mobile version