Bahariye Caddesi’ndeki 2+1 daireyi tuttum sonunda. İşe gidiş gelişler artık daha kolay olacak.
(Bugün karşıdaki sanatevinin kapısında bir kadın gördüm.)
Odalardan biri apartman boşluğuna bakıyor ama olsun. Orayı sigara odası yaparım.
(Aceleyle içtiği sigaranın dumanını havaya o denli şuh üflüyordu ki…)
Evde yemek ve sigara kokusuna tahammülüm yok.
(Bi’ an o sigaranın yerinde olmak istedim.)
Bir de erkek kokusuna.
(Beyaz tenli.
Bembeyaz.
Süt gibi.)
Annem, “Soğan kokan evde huzur vardır.” derdi, rahmetli.
(Soğan kabuğu renginde saçları var.
Beline kadar.)
Babam onu soğan kokmayan bir kadın için terk etmişti oysa.
(Bir yerde okumuştum.
Beyaz tenli kadınlar oryantal kokuları tercih etmeliymiş.)
Caddeyi boydan boya görebiliyorum.
(Zencefil, tarçın, kakule…)
Denizi ise kısmen.
(Gözleri mavi.
Yoksa yeşil mi?)
Yeni insanlar da görür müyüm? Şu sanatevinde bir kursa başlarım belki.
(Anlamak için onu yakından görmem gerek.)
Hiç değilse hafta sonları. Monoton hayatım biraz olsun renklenir.
(Resimle mi ilgili acaba ya da seramik?)
Reklamcılık dışında hiçbir şeyi beceremediğim hayatım.
(İnce parmaklı zarif elleri nice hünerler vadediyor.)
Aile, dostluk, ilişki… Hiçbir şey.
(Bir gün o elleri tutarım belki.)
Tek becerebildiğim insanlara yalan söylemek, üstelik bundan para kazanmak.
(Kim bilir?)
Bedenini satıyor diye bir hayat kadınını hor görenler, ruhumu sattığımda beni alkışlıyorlar.
(Fakat güzel.
Çok güzel!
Genç ruh.)
Bu ne yaman çelişki anne?
(Peki, hani benim gençliğim?)
***
Sanatevinden arkadaşım Nur, birkaç hafta önce bana taşındı. Çevirmen kendisi.
(Sonunda tanıştım onunla!
Öykü atölyesinde.
Gözleri yeşilmiş.)
Kursun ilk günü çıkışta Barış Manço Müzesi’ne gitmeyi teklif etmiştim. Hemen kabul etmişti.
(O da sıkı bir Barış Manço hayranı.
Tek ortak noktamız diyebilirim.)
Kısa bir süre önce eşinden boşanmış. Birlikte yaşamayı teklif etim. Onu da hemen kabul etti.
(Aslında iflah olmaz bir uyumsuz.
Olsun, çok güzel.
Yakından daha da çok.)
Hep aşçı olmak istemiş. Haftanın en az üç günü evde farklı lezzetler deniyor.
(Yoksa mutfaktan gelip salonun ortasına kurulan o ağır kokulara başka nasıl katlanırdım?)
Arka odayı pek sevdi. Karanlık bir enerjisi varmış. Yeni öykülerini orada yazacakmış.
(Sesi yaprak hışırtısına benziyor.
Çok sigara içmekten.
Günde iki paket.
Salonda.)
Birkaç öyküsünü okudum. Herkes yazmak zorunda değil bence.
(Dertli dertli içiyor bazen.
Kıyamam ben ona.
Ama o bana kıyabilir, kıyıyor da.)
Ne bileyim, resim kursuna gitseydi mesela. İçindeki renkleri dışa vursaydı.
(“Emel, bir gün seni şuracıkta çırılçıplak soyup yağlı boya resmini yapacağım.”)
Kelimeler onun için yanlış malzeme.
(“Bitirince de evliliği yeni bitmiş azgın bir azade olarak üzerine atlayacağım.”)
Dudaklarının arasındaki çizgide zaman zaman müstehzi kıvrımlar beliriyor, görüyorum.
(İnce dudaklarıyla dudağıma küçük öpücükler konduruyor bazen, konuşurken.
Eriyorum.)
Tahmininden çok daha zeki bir kadın olduğumun farkında değil.
(Her şeyin farkında.
Bir şey hariç.)
Ukala kadınları sevmiyorum. Ukala olsun olmasın, erkekleri de sevmiyorum.
(Onu seviyorum!)
Öykü atölyesindeki Kaan mesela. Herif yürüyen ego resmen.
(Gözümün önünde Kaan’la oynaşmasına,
o varken yokmuşum gibi davranmasına rağmen.)
Bazı akşamlar Nur bize getiriyor onu. Bana sormadan. Zaten neyi bana sorarak yapıyor ki?
(Onaylanma ihtiyacını hissedince,
yazdığı berbat öykülere methiyeler düzecek kadar.)
Birlikte cilveleşerek yemek yapıyorlar. Ev zaten duman altı. Şimdi hepten görünmüyorum.
(Yalan benim işim zaten.
Fakat bir gerçek var:
Nur, ruhumun yeni alıcısı.)
Gece olunca da arka odaya geçiyorlar, sabaha dek… Bıktım artık!
(O arka odada Kaan’ın bedeni altında inledikçe kahroluyorum ben.)
Yemek, sigara ve erkek kokusu bir arada. Bingo!
(Kızartma, nikotin ve tıraş losyonu kokuları birbirine karışıyor.
Ölüyorum!)
Soğan kokmasına rağmen Kaan onu bırakmıyor. Demek ki annemin beceriksizliğiymiş.
(Annem gibi, kendimi sekizinci kattan boşluğa bırakarak değil.
Yavaş yavaş ölüyorum.)
N’apalım anne, bizi de bu civara yazmışlar.
(Diğer yandan, Nur’a olan derin tutkum bana yaşadığımı hatırlatıyor.
Satılık da olsa bir ruhum olduğunu.)
Sevilmeyi, hâliyle sevmeyi bilmeyenlerin…
(Ne tuhaf, ölmeden yaşadığını anlamayabiliyor insan.)
Celladına âşık olanların…
(Hatırlamak için ölmesi, kendi benliğini öldürmesi gerekiyor bazen.)
Aşkı yaş, cinsiyet ve dahi nice ölçütle kategorize edenlerin…
(Boyunu aşınca aşk, küçülüyor.
Çocuklaşıyor.
Çocuk oluyor.)
Asık yüzlü koca koca adamların yönettiği mutsuz insanların civarına…
(Evin kocaman salonunda tek başına,
odalardan gelen sesleri dinleyen küçücük bir çocuk.)
***
Aylardır üzerinde çalıştığım reklam projesi nihayet AB onayı aldı.
(Umurumda değil.
Nur ve Kaan ayrı eve çıktılar.)
Ay sonunda ekibimizle Hollanda’ya uçuyoruz. Bekle bizi Amsterdam!
(Yeldeğirmeni’nde.
1+1.
Fazlasını istemezler zaten.)
Yeni bir ülke, yeni insanlar, yeni fikirler…
(“Ne zaman istersen gel. Şarap içer, eskileri anarız.” dedi bana.)
Bitişlerin gebe olduğu yeni başlangıçlar, yeni başarı ödülleri…
(O ödüllerden başka hiçbir şeyin, hiç kimsen yok Emel.
Kabul et.)
İnanıyorum, her şey çok güzel olacak!
(Olmayacak.
Olsa da Nur’suz her mutluluk biraz loşta kalacak.)
Nur ve Kaan, sizi seviyorum! Aynı evde birlikte geçen sekiz ay… Anılarımız hep kalbimde yaşayacak.
(Seni seviyorum Nur!
Ah keşke…
Keşke başka türlüsü mümkün olsaydı.)
Hoşça kal Kadıköy! Sırlarımı iyi sakla.
Anladım ki insan “iki” olamayacağını anladığında “bir” başına kalıyor ve…
Artık yaprakların hışırtısı ona daha melankolik geliyor.)