Ortalama iki insan boyu yükseklikte olan camdan gökkuşağının sarı, mavi, yeşil, kırmızı ışıkları yansıyor. Yeni yıkanmış kara beton üstünde kalan ıslaklıkta oynaşan ışıkları izliyorsun, akı karasından büyük gözlerinle. Kadınların çektikleri sigaralardan çıkan efkârlı duman bulutu tüm koğuşu sarıyor. Etrafta hüküm süren ölüm sessizliğini bozan pet şişenin içine atılmış mercan renkli tespih taneleri. Az sonra Döne kadının elindeki şişe sallandıkça çığ gibi büyüyen boncuk seslerine Duru bebeğin avaz avaz çığlıkları karışıyor isyan edercesine.
“Al kız artık bebeni, yetti gari, yapıştır şu dadayı memelerine,”
Öylece kalakalıyorsun. Bebeğin gözlerinden yanaklarına süzülen yaş tanecikleri içine akıttığın acılara karışıyor yavaş yavaş.
Döne kadın yalvaran gözlerle bakıyor. Yüreğinin çığlıklarına kulaklarını tıkayarak uzatıyor Duru bebeği kucağına. Yorgunluktan yaprak gibi titreyen bedenini incecik kollarınla destekleyerek yavaşça doğruluyorsun ranzada. Bir an nefesin kesilir gibi oluyor. Koğuşun duvarları üstüne üstüne geliyor. Kan kokusuyla karışık meni kokusu burnunun direğini kırıyor. Mideni bulandıran kahkaha sesi ile kendini acılardan taşlaşmış yastığına bırakıyorsun.
“Hadi kuzum, içi kurudu sabinin üç gündür şekerli su emmekten,” diyen Döne kadın ağladı ağlayacak.
Yemenisinin düğümlü ucunu şekerli suya batırıp Duru bebeğin düğme dudaklarına değdiriyor Döne Kadın. Dudaklarına ağız sütü değdiğini sanan günahsız aldatıldığını anlayınca yarım kundağının içinde tekmeyi basıyor. Ardından gene acı bir çığlık.
Koğuştaki kadınlardan yükselen çaresizliğin öfkesi daha da içini kanatıyor. Yok olmak istiyorsun o an. Aylarca içini kazımaya çalıştığın plastik çatala da taa ciğerlerini yakan kloraklı sulara da fincan fincan içtiğin maydanoz suyuna da lanet ediyorsun. Sen kurtulmak istedikçe o tutundu kaldı sana. Sıkıca.
Koğuşun aşçısı olan Emine Kadın usulca geliyor yanına. Küçük sahanda kaynattığı tarhana çorbası elinde. Kaşığa üfleyip soğutarak beslemeye çalışıyor seni. Anandan görmediğin analık yumru olup oturuyor iki göğsünün arasına. Ellerin sızlayan göğüslerinden taşan süt ile ıslamış kazağına gidiyor. İstemsizce bastırıyorsun göğüslerini acı sütlerin akmasın diye.
“Hadi annem,” diyor, Emine Kadın. Anne sesinin şefkati ile baba sesinin sertliği kulaklarını okşarken gene mideni kaldıran o koku.
“Emine anne, niye?” diye soruyorsun. Kaşığı ağzına sokmaya çalışan Emine Kadın’ın yerine kucağındaki bebeği avutmaya çalışan Döne Kadın cevap veriyor. “Günahsız kızım yavru. Niyesi mi var. O böyle uygun gördü,” diyerek gözlerini kaldırıyor koğuşun sigara dumanından sararmış tavanına. “Takdiri İlahi,” sesleri yankılanıyor, birbiri ardınca kaderine razı tüm pişman ağızlardan.
“Takdiri ilahi,” diyorsun; gardiyanın koğuşun demir kapısına vurduğu cop sesiyle irkilirken. Ağır ağır açılan kilidin sesi sarıyor tüm koğuşu. Suratından parça parça öfke dökülen kadın gardiyan ranzanın önüne kadar geliyor tek kelime etmeden. “Ağlatmayın şu çocuğu artık, rezil ettiniz nöbeti. İş açmayın benim başıma,” diyor yılan gibi tıslayarak. Döne Kadın sesi duyulmasın diye iki göğsünün arasına bastırıyor Duru bebeği. Gardiyanın öfkesinden nasibini alan kadınlar af dilercesine bakıyorlar eli coplu gardiyana.
Yalvar yakar bakışlar arasından onun yalvaran gözlerini görüyorsun. Yalvaran sesini duyuyorsun. “Aç kapıyı, inat etme kız,” derken inat ediyorsun. Günlerce, aylarca inat ediyorsun. Annen halana gidince o size geliyor. Senden yedi yaş büyük, halaoğlun. Haftada bir matematik çalıştırıyor sana. “Bu sene de kalırsan bu dersten, alırım seni okuldan,” diyor baban; rakısını yudumlarken. Kıt aklına akıl katıyor, halaoğlun. X’li Y’li denklemleri çözmeye çalışırken sen, masanın altında bacaklarında geziniyor eli. Annene söylemeye çalışıyorsun, buruyan etlerinin acısına aldırmadan. “Baban duymasın sakın,” mide bulantısı ile kıvranıyorsun ranzada.
“Kız Emine, koş, kriz geliyor gene,” diye bağırıyor Döne Kadın seni kıvranır görünce. Koğuştaki uğultuya bıkkınlıkla betonu döven naylon terliklerin sesi karışıyor. “Ahh, kolonya, su, açılın havasız kalmasın,” sesleri ile Duru bebeğin kesik kesik hıçkırıkları.
“Ana oldun kız. Yeter artık, başlarım senin krizlerine.” Koğuş ağası Jilet Nevin bu. Ters ters bakıyor Döne Kadın. Ot parası bulamazsa en yakınını çizmekten çekinmeyen Jilet Nevin. Koğuşun düzeninden sorumlu, gardiyan yalakası, otunu çekmek için ayaklarını sürüye sürüye koğuşun helasına gidiyor, dumanlı kafayla.
Başucuna astığın kâğıttaki çentiklere bakıyorsun. Yüz otuz üç çentik. İki ile çarpıyorsun hemen her bir çentiği. O verilen karardan sonra geçen günler. Adın gibi biliyorsun attığın çentiği de atacağın çentiğin sayısını da. Nefessiz kalıyorsun. Gözlerin Duru bebeğe kayıyor. Okkalı bir küfür geliyor dudaklarının ucuna. Yutuyorsun içini yaka yaka.
“Banyonun buharı biraz da olsa yatıştırıyor öfkeni. Bacaklarını ovuyorsun kabak lifiyle. Üçgenin iç açılarının toplamı geliyor aklına. Daireler çiziyorsun karnına, ovunurken. Halanın evinde mantı açıyor annen. Dış kapının üzerindeki anahtarın dönen sesini duymuyorsun. Dökündüğün tas tas sıcak sular ile pembeleşiyor süt tenin. Serin bir hava geliyor açılan kapıdan önce. Saçlarından süzülen köpükler gözünü yakıyor. Kovadan doldurduğun tası dökerken arkandan yaklaşıp ağzını kapatıyor sıkıca. İçine attığın çığlıklarının arasına karışan inleme sesleri ile acı delip geçiyor bedenini. Tezgâhın üstünde gözüne çarpıyor metalin parlaklığı. Evden çıkmadan arkasından yetişip saplıyorsun bıçağı defalarca. Kapının önüne yığılıp kalıyor.
Koklattıkları kolonya ile biraz kendine geliyorsun. Koğuşun iri yarı hükümlüsü Sultan, kuş kadar kalmış bedenini ranzadan kaldırıp banyoya götürüyor. Aynada çukura kaçmış gözlerine bakıyorsun. Buz gibi suyla yüzünü yıkıyor Sultan. Üzerindekileri çıkarıp, temiz kıyafetlerini giydirirken kolonyalı pamuklarla siliyor, bebekler gibi temizliyor seni. “Bu pislik temizlenir mi?” der gibi bakıyorsun soran gözlerle.
Koğuşun demir parmaklıklı küçücük camının önünden geçerken duruyorsun bir an. Gözlerinin önünden yol yol geçen ahlara, offlara bakıyorsun. Yirmi kadın, bir sabinin nefesi karışıyor koğuşun dışındaki taze havaya. Tavana yakın aralık duran pencereden guguk kuşunun sesi geliyor kulaklarına.
“Guugukçuk, guugukçuk,
Ne yersin? Buğdaycık,
Kim verdi? Ayşecik,”
Babaannenle söylediğin tekerleme geliyor aklına. Evinizin terasında halaoğlunun baktığı kuşları yemliyorsunuz. Elindeki buğdayları gören kuşlar kanat çırptıkça için havalanıyor sevinçten. Uzaktan seni izleyen bakışları görünce sevincin donup kalıyor öylece. Babaannenin pazen etekliğinin arkasına gizleniyorsun korkudan.
Titreyen bacaklarla Sultan’ın kolunda geliyorsun ranzana. Attığın her adımda hüküm giydirilen yılları sayıyorsun. Boğulacak gibi oluyorsun. Biraz maltaya çıksan hepsi geçer sanıyorsun. Geçer mi? Temiz patiskaların üstüne bırakıyorsun kendini. Yaralarını sarıp sarmalamaya çalışan kadınlara bakıyorsun tek tek. Pet şişedeki mercan boncuklara takılıyor gözlerin. Sonra Döne kadının yemenisini emen Duru bebeğe. Bebeğine bakıyorsun gözlerinden süzülen incecik yaşlarla. Taşan sütlerin memelerinin ucunu sızlatıyor. Titreyen kollarını uzatıyorsun Duru bebeğe. Kucağına bırakıyor Döne kadın yavaşça. Kokusunu çekiyorsun içine.Ciğerlerine doluyor cennet kokusu. Bastırıyorsun sıkıca göğsüne. Küçücük ağzıyla meme ucunu alıyor ağzına Duru bebek. Sütünü emerken kendinden geçercesine, yuvarlak yüzünden terler yuvarlanıyor gerdanına. Burnu tıkanıyor ak memelerine bastırdıkça. Nefessiz kalana kadar emziriyorsun. Yüreğine çöreklenen karanlık dağılıyor. Sen üç bin beş yüz elli beş gün sonranın hayalini kurarken, “Günahsız sabi,” sesleri yükseliyor dört duvar arasında.