Bugün yine canım sıkılıyor. Hatta apayrı bir can sıkılması bu. Ne yapayım artık eskisi
gibi değilim. Yorgun bir bedenden arta kalanlar sıkıntı, keder ve yeni yeni eklenen bir sürü
modern hastalık.
Yaşlılığa kızmıyorum yanlış anlamayın beni. İçerlediğim konu mahpushanenin
yaşlılara göre olmaması. Yoksa gençken bu kadar koymuyordu bana. Vız gelip tırıs giderdi.
Oysa şimdi dışarıda bol güneşli kavruk bir hava vardır. Papatya kokularının etrafa
saçtığı taze umutlar vardır. Ölümden çok uzak yaşayan, arada sevgilisine kavuşmak için
saatleri tepip gelen yağız alınlı gençlerin vuslatı vardır.
Ah ah! Kim bilir şimdi dışarıda ne güzel hatunlar vardır, en güzel esvaplarla
bezenmiş? Sarışın, esmer ve kumralın bin bir türlüsü… Her sokak başında bir seyyarın
tezgâhı vardır; bazılarında Bursa kokulu kızıl kestaneler, bazılarında insana acısını
unutturacak bol baharatlı ıslak kebaplar vardır.
Ah ah! Ne çok isterdim orada olmayı Caddebostan’da kahve içmeyi!
Şimdi bana düşen Latife’nin hayaliyle konuşmak, onunla avunmak. Aa sahi sana
söylemeyi unuttum Latife! Dün gece yastığımın altından cüzdanımı aşırmışlar. Giden paraya
değil, resmin vardı içinde en çok ona yanarım. Korkum odur paslı zihnim yakında seni de
unutur. Siyah zülüflerini yana sıyırıp bana durmadan gülen gözlerin resimsiz uğramaz hayal
dünyama bilirsin. Rica et de seni tanıyan birinden ödünç bir fotoğraf yollasın mahpushaneye.
Unutmadan en güzel esvaplarına bürün, doğallığın makyajın olsun; vaziyetin nedir
bilmem ama tebessüm kokulu bir resim yolla.
Karanlık dehlizin abislerinde sessiz çığlıklarda boğulmama ramak kaldı Latife. Bak
şaka yapmıyorum böyle giderse yanında yer ayırt bana. Yakında misafirin olacağım. Alınmana
gerek yok. Yerin darlığı ikimize de iyi gelecek. Makberin böylesi makbuldür Latife. Soğuk
çukurda dip dibe verip kıyameti bekleriz; arada ben sana, bazen de sen bana dünyadan
yaşanmamış bakir öyküler anlatırsın ne olacak?
Ah ah ilaçlarım nerede! Dostluğuna sığındığım klorlu su beni bekler. Öksürük bende
olmuş kronik bir sevda.
Kalkıp masanın üstündeki kitabı karıştırıyorum ve ancak üçüncü okuyuşumda idrak
ediyorum yazılan şu sözleri:
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…”
Yoksa bu Ahmed Arif’in şiiri mi? Kaç defa tembihledim çocuklara başucuma böyle
kederli kitaplar koymayın diye. Artık az da olsa güzel hayallerde boğulmak istiyorum.
İstemem kimse okumasın mahpushane şiirlerini. Küf kokan zindan türkülerini yakmasın
kimse. Hele ‘Sessiz istek’ anlamına gelen Krizantem çiçeklerinden bana ne? Gelirken
Latife’nin köy kokulu ellerinden arkadaşlara da yetecek kadar ev mantısı olsun kâfi. Bir de
sevgiyle kurutulmuş ıhlamur olsun yârin nefesini taşıyan.
***
Gece çöker mahpushaneye bilhassa habis koğuşa. Biraz horlama, çokça öksürük
seslerinin aksettiği rutubet kokulu, küflü bir zindanın ev sahiplerini oynuyoruz. Yerdeki
mermer zemin, grinin en soğuk ve en berbat tonlarıyla hayatımızın bir parçası olmuş. Çok
gece oldu uğur böceklerinin muştularına hasret kaldık. Bir yanımız uçurum, bir yanımız umut;
biz yaşam yolcularını oynuyoruz.
Nihayet yüksekçe yer edinmiş kibirli, küçük ve demir parmaklı pencereden içeri
destursuz ay ışığı giriyor. Umut istihkaklarını dağıtıyor kader mahkûmlarına. Bilmezler ki asıl
suçlular dışarıdadır!
Aaa Latife sen misin? Burada ne işin var, hangi vakit nasıl girdin buraya? Deme yahu
yakışıklı gardiyanlar birer birer uyumuş meğer. Aldatma beni artık. Ben de özledim Latife’yi.
Biliyorum selamsız ölüm olmaz, al hadi canımı ama vuslatına sevdalandığım yâre
benzemek de neyin nesi?
Ecel olsan da asla benzeme Latife’ye kendin ol emi?