Naftalin kokulu oda beyaz boyalıydı. Çocuk el izleri, beyaz girdabı eğlenceli kılıyordu. Sağ duvarda asılı saat dokuz buçuğu gösterdiğinde, kadranın üstünde açılan delikten uzanan kuş “cik” sesi çıkarıp aynı deliğe girdi. Saatin yanında asılı maarif takviminin orman manzarası basılı kartonunda, 1987 yazılıydı. Önceki güne ait alt alta 20 Haziran, Cumartesi yazan yaprağı, incecik, küçük parmaklı bir kadın eli kopardı. Takvimle saatin altında formika dolabın üstünde lambalı radyonun ışığı yanıyor, sesi duyulmuyordu.
Karşı duvarda, üzerlerinde biri kırmızı apoletleri kendinden büyük bir general kısık gözlerle, diğeri tombul yanaklarını kaplayan gözlükleri ardından çipil çipil bakan iki portre yan yana çerçevelerde asılıydı. Üzerinde türlü renkte çiçek açmış örtü serili divan, yüklendiği saman yastıklarla çerçevelerle aynı duvara dayanmıştı. Divan sol yanında pencere, sağ yanında duvara yaslanmış dolap arasında kalmıştı.
Raflarında rengi atmış, sırtları dönük, yazıları silinmiş kitaplar sıralanmıştı dolabın orta yerine; üstü dantel örtüyle kapatılmış televizyon, akşam sekizi bekliyordu.
Dolabın sağ yanında, kapısız pervaz boşluğunun ardına; tahta bacaklı, üstüne çiçekli muşamba atılmış, alüminyum altı sandalyesi içine kapatılmış masa duvara komşu duruyordu. Yer yer kırılmış, çizilmiş, zifti çıkmış ekru marleylerin üstüne; kenarları eşyaların altında, göbeği ortada, yıllardır ayak altında ezilmiş halı seriliydi.
Pervazın karşısındaki duvar boydan boya cam; demir parmaklıklarla hapsedilmiş sarı, kırmızı, pembe sardunyalarla perdelenmişti, kalorifer borusuna tıkıştırılmış kumaş yığını yerine. Sardunyalar içeriyi saklıyor, dışarıyı görünür kılıyordu bu haliyle.
Doğuya bakan pencereden güneş yükselmiş, içeriden ışığını çekmişti ancak pencerenin önünde birbirine dönük duran, birbirinin aynı iki koltukta oturan kadınla adama çiçeklerin gölgesini düşürmekteydi.
Gölgesi halının göbeğine çiçekli düşen kadın, kopardığı takvim yaprağını okuyup camın kenarına bıraktı. Topuz yaptığı saçlarını sımsıkı bağladığı oyalı yemeniyle kapatmıştı. Boynunda asılı duran küçük camlı gözlüğünü burnunun ucuna yerleştirdi. Parmaklarının arasında görünmez olan iğneyi elindeki ipek kumaşın kenarına batırıp çıkarmaya başladı. Arada iğnenin takılı olduğu ipliği gererek düğüm yapıyor, tekrar batırıp çıkarıyordu kar beyaz ipeğe.
Karşısındaki adamın kulakları kafasına taktığı dantel takke ile daha da kepçeleşmişti. Elinde katlanıp ufaltılmış gazeteyi koca burnuna kadar çekmiş, siyah kemik çerçeveli, kalın camlı gözlüklerinin arkasından okumaktaydı.
Pencere camları gelip-geçenlerin anlaşılmaz mırıltılarını, sokak satıcılarının çağrılarını, kuş seslerini içeriye taşıyor, saatin tik takıyla bu iki bedenin ince hırıltılı nefesine ekleyerek odada dolaşmasına imkân veriyordu. İkisi de seslere aldırış etmeden dikkatlerini burunlarının ucundakilere yöneltmişti. Güneş biraz daha yükselmiş, gölgeleri görünmez olmuştu kuşun saklandığı delikten çıkıp on kez “cik”leyip kaybolduğunda.
Adam, “More hacim, uzanıveresin. Açasın radyonun sesini. Ajansı dinleyelim” dedi kalın camların arkasında kocaman olmuş gözlerini kadına yönelterek. Kadın parmak arasında, görünmez olan iğnenin ucunu, bir iki kez kumaşa gömüp sabitledi. Oturduğu yerden uzanıp ışığı yanan radyonun düğmesini çevirirken; “Sanki hayırlı bir şey süyleyecek ajans, duyacakmış gibi açtırey her saat başı radyonun sesini kocamış herif. Duyay sadece bu cansız ciklemeyi ki nasıl duyay hayret? Ne zaman bu kutucuğu dinleyim; bir sabah ezanla asılan gencecik fidanlar geley aklıma, bir de benim can parelerim.”
Radyonun sesi içerinin, dışarının tüm seslerini bastırdı. Spiker bariton sesiyle dün akşam saatlerinde, Mardin’de on altısı çocuk otuz kişinin PKK’li teröristlerce öldürüldüğünü, katliam olarak nitelediği baskının yapıldığı köyün, korucu köyü olduğunu söyledi. Kadın yüzünü buruşturdu, yaşlı adama döndü. Gözlerinin burnunun ucundaki gazetede, sağa-sola gidiş-gelişini seyretti bir süre. Radyonun düğmesini kendinden yana çevirdi, “çıt” etti. Radyonun sesiyle beraber lambası da söndü. Odada yine içerinin, dışarının sesleri dolanmaya başladı.
Adam biraz sonra “Haci İkbal, açmaysin sesi. Dinleyem ajansi” dedi. Kadın eline aldığı iğneye bağlı ipliği gererken; “Takmamışsın kulaklığını. Duymaysın. Açmışidim. Kapadım. Te, oku sen gazatanı, radyogram sağır insan için değil” dedi bağıra bağıra.
İçeriden kapı gıcırtısı duyulunca, kadın işlediğini bırakmadan ellerini kucağına indirip koridora doğru baktı gülen gözlerle. Dört beş yaşlarında bir oğlan; altında beyaz don, sırtında çizgili fanila, çıplak ayaklarıyla koşup yanlarına geldi. Ağzını kocaman açıp gözlerini kırpıştırarak esnedi. Yaşlı adam ancak o zaman oğlanı fark etti, “Loçkam uyanmış mi, more?” diye sordu. Kadın; oğlanın gıdısını tutup bir lokma koparıp almış gibi yaptı. Dudaklarına sevgiyle götürdü o hayali lokmayı. Öptü. “Gün aydınlığı dolsun yüreciğine, loçka nonus” dedi. Oğlan “Acıktım ananeeee” dedi. Ekledi uykulu sesle “Annem aradı mı? Bugün arıycak demiştin.”
“Aramadı loçkam. Orada anca gün dogmiştir. Uyandıysa henüz uyanmiştir anacıgin. Ter içindesin loçkam. Git üstünü degiştir. Ben de kahvaltıni hazır edeyım” dedi. Elindeki işe iğneyi sabitleyip pencere kenarına bıraktı. Ağır ağır doğrulup mutfağa seğirtti.
Oğlan, anneannesi çıkınca yaşlı adamın kucağına sıçradı. Ağzını kulağının dibine yapıştırdı fısıltıyla “Dedeeee! Sabah namazından gelirken çikolata alacaktın. Aldın mı?” diye sordu. Adam işaret parmağını ağzına götürerek “sus” yaptı. Cebindeki kabartıyı gösterdi “Kahvaltıdan sonra” dedi usulca. Oğlan koşarak banyonun yolunu tuttu.
Kadın bükülmüş beliyle kahvaltı için hazırladıklarını bir tepsiye yerleştirdi. Bir cezveye süt, bir başkasına su ile kahve koyup ikisini ocağın üzerine yerleştirdi. Cezveleri ağır ağır bir iki kez karıştırıp kaşıkları tezgâha bıraktı. Birbirinin eşi iki fincanla iki küçük bardak suyu; yeşil yapraklar içine saklanmış pembe çiçekler basılı melamin tepsiye koydu aheste hareketlerle. Mutfaktan eve kahve ve süt kokusu hücum etti. Kahveyi kabarırken ateşten aldı. Fincanlara pay etti. Sütü dumanı tüterken bardağa boşalttı. Önce kahvaltı tepsisini alıp masaya bıraktı. Dönüp kahve tepsisini aldı. İçeriye seslendi “Loçkam de hayde kahvaltın hazır!”
Tepsiyle adamın önüne kadar geldi “Buyur Recep Efendi” diyerek kahveleri uzattı. Adam gazeteyi camın kenarına bırakıp kendine yakın olan fincanla suyu aldı. Suyu sardunyaların gölgesine koydu. Fincanı ağzına götürüp gürültüyle höpürdetetti. Henüz oturan kadına, kalın çerçevelerin üstünden bakarak “Ellerine saglıg İkbal’im. Ellerin dert gürmesin” dedi. Kadın “Yeysin. İçeysin. otureysin amma günül de aleysin haci Recep” dedi gülerek. Adam “Ne deysin?” diye sordu. “Hay boş ver. İçesin kavecagızını afiyetlen” dedi sustu kadın. Adam bunu da duymamıştı. Ses etmedi.
Oğlan; altında sarı şort, sırtında Tanju Çolak 10 yazılı, göğsünün sol yanında Galatasaray armalı bir tişörtle çıplak ayak koşarak geldi. Sandalyeyi çekip bacaklarını altına alıp tünedi üstüne. Tereyağlı, reçelli ekmek lokmalarını, sütle yumuşatarak şapırtılar eşliğinde iştahla yemeğe koyuldu.
Kadın kahvesini sardunyaların ardından gelip geçeni seyrederken içip bitirdi. Fincanı tabakla kapattı. Ağzını kıpırdatarak mırıltılarla kendine doğru çevirdi. Sardunyaların gölgesine bıraktı. Adam, pencereyi hapisleyen demirlerde katarakt bağlamış fersiz göz bebeklerini gezdirip küçük yudumları sesli içine çekiyordu hala. Radyonun yanındaki telefon oğlanın şapırtısını, dedenin höpürtüsünü bastırıp zır zır çalmaya başladı.
Oğlan“Annem” diyerek sandalyeden atladı. Ahizeyi eline aldı. Dinledi. Odaya döndü. “Anneeeemmm!” diye müjdeledi. Anneanneyle dede oğlanın yanına geldi. İçleri kıpır kıpır, ayaktaydılar. Oğlan ahizeye “Evet annecim..İyiyim… Evet…Hayır…Tamam… Hayır…Olur… Neeeeeee…. Geliyon muuuuu?” odaya döndü. Bir müjde daha savurdu “Annem geliyoooo!”
Kadın sağ elini göğsünün üstüne götürüp “Şükür” diyerek iç geçirdi. Adam “Ne dey?” dedi. “Recep Efendi git kulaklığını tak. Te, şimdi ugraşamayacagim senle” diye bağırdı. Oğlanın elindeki ahizeyi“Ver loçkam” diyerek kaptı. “Ne dey Sabuş oğlancık? Geley misin sahi? Kısmet ise ne vakıt?” dedi. Telefondaki kadının sesi “Evet anne. Eylül’de” diye çınladı odanın içinde. Kulaklığını takmış adam söyleneni işitmişti bu kez. Kadının elinden telefonu çekip “Kocan olacak anarşikte geley mi?” diye bağırdı. Kadın üst dişlerinin altına sıkıştırdığı alt dudağını koyverip “Vay bana” savurdu orta yere. Adamın elinden ahizeyi kaptığı gibi “Bakma sen babuşuna Sabuşum. Çok ehtiyarladi. Geley mi Tahir oglimda?” Oğlan, zıplayıp bir anda kadının elinden telefonu kapıp gelen cevabı çın çın bağırdı neşeyle “Babamda geliyooooo!” ve annesiyle konuşmasını sürdürdü. ”Peki… Olur annecim… Bende annecim…Sende annecim….Hayır… Ama Anneciiiim…” ve daha bir sürü “cim” den sonra ahizeyi kulağından indirip telefonun üstüne koydu. Omuzlarını düşürerek masaya oturdu. Tabaktaki lokmaları iştahsız yemeye koyuldu. Sonra aklına birden gelmiş gibi yaşlı adama dönerek “Annem babalar gününü kutladı dede” dedi. Akrep altının, yelkovan on birin üstündeyken yorulmak bilmeyen kuş “cik” dedi.
Adam yarım kalmış fincanı pencere kenarında bıraktı. Ayağa kalktı“Ögleni secde etmeye camiye yollanayım” dedi. Ayaklarını lastiklere geçirdi. Cebinden çıkardığı yumuşamış paketi ayakkabılığa bıraktı. Oğlana seslendi “Barış çikolatan te burada!” Kapıyı usulca çekti.
Kadın kapalı fincanı eline alıp kendi kendine söylendi “Pusto ehtiyar” . Oğlan sandalyeden atlayıp paketi aldı. Dedesinin sıcağı kalmış koltuğuna ayaklarını çekip oturdu. Sırtını yasladı. Açtığı paketten bir ısırık alıp sardunyaların arasından, geçip giden yazbulutlarını seyredaldı.