Mesaj sesi, her zamanki gibi sakin, sessiz, küçük bir melodi. Bazen olur, gelen tıngırtı her zamanki gibidir ama sizin karnınıza ağrı girer, kalbiniz hızla atar, gözleriniz kararır. Yere düşen bozuk para sesi. Dönüp duran parayı hayal ederken dünya yörüngesinden çıkmış başka bir gezegenin etrafında dönmektedir. Dünyanız alt üst olur, güneş sistemi, yıldızlarla karışıp, kara delikten içeri süzülür. Kalbiniz tanrıyla buluşur, ölüm meleği kapıyı tıklatır, başkasının canını almaya geldiğini anladığınızda sevinmekle acı çekmenin karmaşık ahengini yakalarsınız. O seste, her zamankinden başka bir mesajın geldiğini anlatan acı vardır.
“Melih: Roz, ölmüş. Linke tıkla!”
Roz ölmüş. Roz, kıvırcık saçlarının yüzünü yaladığı, rüzgârlı günde gözümün önünden kaybolan kadın.
Hepimize mi mesaj göndermişti, yoksa sadece bana mı? Üçüncü sayfa haberinin kocaman başlığında belli belirsiz yüzün Roz olduğunu görüyordum. Haber günler öncesine aitti. Cenazesi kalkmış, son duası okunmuş, sevdikleri ardından göz yaşı dökmüş, yasını tutanlar hayatına devam etmeye başlamış, belki saçları uzamış toprak altında, belki derisi çürümeye başlamış, belki bedeni tenime değdiği günkü kadar sıcak ve diri. Ama Roz’un hayat dolu atan kalbi durmuş.
Üniversiteye başladığım ilk gün onun lokantasına gittiğimde tek hissettiğim, güzel bir kadına baktığımdı. Kendi hazırladığı yemekleri -anne lezzetinde pişirip- bizlere sunuyordu. İlk gün yediğim tavuk suyu çorbanın bitmesinin ardından paramı hızlıca ödedim. Koşarak gittiğim odamda saatlerce ağlamıştım. Annemin elleri vardı çorbanın üstünde.
Günlerce yemekten sonra, odamda kendimle başa çıkmaya çalıştım. Bir daha orada yemeyeceğime yeminler ediyor, dersin bitimini iple çekip koşarak oraya gidiyordum. Roz benim için büyük bir tencere kuru fasulye, zaman zaman tepside izmir köfte, tereyağlı pilav, bazen irmik helvasıydı. Acaba cenazesinde irmik helvasını kim kavurdu? Belki de un helvası yaptılar ya da lokma döktüler. Herkesten farklı öleyim ben, derdi. Belki de cenazesinden sonra kınalar yaktılar, defler çaldılar. Ölümün adiliğini kovaladılar.
Roz, benim için sadece açken düşündüğüm kadındı. Ta ki yurdun bahçesinde sigara içerken o iki serserinin söyledikleri kötü sözleri duyuncaya kadar.
“Oğlum bu yurdun açıldığından beri o dükkânı işletiyormuş, buradaki birçok oğlanın ilk kadınıymış o!”
“Ben de duydum, öyle herkesle yatmazmış, gözüne kestirdiğini kaparmış dükkâna!”
“Beni de kapasın, tutarım saçlarından…”
“Nuriye Alço diyorlar, yemeklere ilaç katan kadın!”
Anne havası vardı Roz’da, nasıl yakıştırırlardı. Elimde sigara çıkış kapısına doğru ilerledim. Dükkânın ışıklarını kapamış, kapısına dayanmış sigarasını içiyordu. Sokak lambasının ışığı vuruyordu yüzünün yarısına, saçları esintinin ritmine katılmış savruluyordu. Dudaklarının hareketi belli belirsiz gözüme ilişti. Yanına gittim. Öylece durdum karşısında göz kırptı, ne var dercesine. “Yemekler finito delikanlı, sabah gel, yarın tavuk suyu çorba var. Çok açsan ekmeklerden vereyim.”
Birbirine bastırdığım dişlerimin, dudağıma verdiği güçle öpücüğe benzer bir “cık” sesi çıktı. Gülümsedi, kapıyı çekip, kepenkleri indirdi. “Sabah geç kalma çorba bitmeden yetiş.” Yürüyor muydu, hafif esintiye kapılıp dalgalanıyor muydu? Köşeyi dönüp kayboldu.
Gözleri güzeldi Roz’un, deniz ağaçların arasında kalıp yeşile çalmış, toprağın kahverengi parlaklığı gelmiş gözlerine yerleşmiş. Hepsinden biraz vardı. Saçları kıvır kıvır, yüzü ay parçası… Kalçasının kıvrılışı, göğüslerinin gerginliği, dudaklarındaki pembelik, ellerinin hafif kemikli hali, hiç bakmadıklarımdı. Bakıp görmediklerim! Narin göbeğini avuçlarıma alıp sıkmak, parmak uçlarımı üzerinde gezdirmek istedim. Köfteden kadın bedenine dönüşen Roz, gece rüyalarımı süsledi.
Bu herif niye attı bu mesajı? Roz hepimizin rüyalarının kadınıydı. Niye gruba değil sadece bana attı? Belki tek tek yolladı. Hepsinin Roz’la anıları vardı. Hepimizin ayrı yalanları, hiç dokunamayan puştların “sabaha kadar çaktım,” diye anlattığı fantezileri vardı. Roz’la geçen yıllarımı acaba biliyorlar mıydı? Ya Roz benden sonra anlattıysa, yaşadığımız uykusuz geceleri, aynı yastıkta sabahladığımız günleri… Saçlarını sevmekten uyuyamadığımı biliyorlarsa…
Roz, rakı sofrasını kurmuş evinin balkonunda oturuyor, oradan geçerken görüyor beni, “çorbacı çocuk” diye sesleniyor. Eliyle selam gönderiyor o kadar. Bahçede konuşan delikanlılar geliyor aklıma, gözüne kestirdi beni, diye geçiriyorum içimden. Yine rüyama giriyor, uyanınca dünya gerçeği kâbus olup çöküyor üstüme.
Kalkıyorum oturduğum yerden, babamdan kalma evrak çantasını çekip çıkarıyorum yatağın altından. İçinden koca bir zarf çıkıyor. Fotoğraflar. Tüm odayı onlarla kaplıyorum. Yerlere Roz’dan halı seriyorum. Kafama fırlattığı küllüğü çıkarıyorum, kenarındaki kırık, kafamdaki dikiş izine selam çakıyor. Alnım sızlıyor.
Basınca zart diye ötecek bir zil varmış gibi basıyorum fotoğrafların üzerine, hangisinde patlayacağımı bilmiyorum, kırmızı ışık nerede yanacak, ben oyundan ne zaman diskalifiye olacağım, derken burnumun üzerine düşüyorum. Koca burnum bir fotoğrafı işaretliyor. Her haltta kanayan deliklerden sızıyor kanlar, Roz’un yüzü ala boyanıyor. Yanında annesinin olduğu, benimle aynı yaşta olduğu tek fotoğraf! Annesi, ben, Roz. Yanlarına başka fotoğraftan kestiğim kendi yüzümü Roz’un yüzünün yanına yapıştırmıştım. Ben de yavaş yavaş kana bulanıyorum. Roz’la aynı yaşta olduğum fotoğrafı yok ediyorum.
Roz’un kırmızı fularını avucumdan başlayarak bileğime sarıyorum. Kokusu hala üstünde! Burnumdan incecik sızan kana bastırıyorum. Kokusunda dindiriyorum kanamamı. Roz’un söyledikleri çınlıyor kulağımın içinde. “O saf delikanlıların hayaliydim. Bir film kahramanı hayalleri gibi. Onlar için hep vardım ama asla onların olmadım. Annemin ölümünün ardından tek başıma kaldım. Dükkânı işletmek zorundaydım, bana sahip olamayan erkeklerin diline dolandım. Evet, sadece iki kişinin kadını olmuştum. Beni öyle bir anlattılar ki, her gelen yeni yetme giremediği gerdeğin gelini ilan etti beni.”
O pisliklerin anlattıkları hikayelerdeki bedende kocaman bir leke vardı. Bu hikayeleri ilk uyduran puştun yalanıydı. Roz’un teninde o lekenin olmadığını görene kadar, diline dolayanı kıskanıyordum. Neden Roz hepsiyle birlikte oluyordu? Ben neden sadece çorbacı çocuktum.
Bir akşam tesadüfen geçer gibi geçtim evinin önünden, yaz gecesinin sıcağı Roz kadar yakmıyordu tenimi. Balkona çektiği sehpada duran televizyonundan Dünya’nın Halil’e bağırışları yükselirken kendini “Gönül Yarası” filmine kaptırmış ağlıyordu. Filmin sonuna geldiğinde kafasını çevirip etrafa baktı. Göz göze geldik. O gece onu son görüşüm sanıyordum. Yanılmışım.
Geçen üç senenin ardından aynı yaz günü balkonunun altına dikildim. Aynı filme ağlarken yakaladım onu. Evinin kapısına dikildim. Bekledim! Geçenler dakika mıydı saat miydi, hatırlamıyorum. Zaman kavramını yitirip kapısında sızdığım o gecenin sabahında, sabahın kör vaktinde kapısını açıp çığlığı bastığında uyandım.
Uykuyla uyanıklık, puslu bir anı sonrası her şeyin düzeldiği ilk an benim evimde uyandığımız sabahtı. Onu tüm ergenlerin hayallerinden kurtarma fikrim hoşuna gitmişti. Kimsenin bizi tanımadığı bir şehre yerleştik.
Annemin hastalanıp aniden şifasını bulmaya geldiği büyük şehirde olmam yaşadığımız en büyük talihsizlikti. Sırf onun için hayatımdaki herkesten uzak durmuştum. Ailenden kaçamadığını o gün, geçmişinden kaçamadığını şimdi öğreniyorum.
Annemin gelişiyle Roz’un saçlarını savurarak gidişi aynı güne denk geldi. Tesadüf değildi. Bu yaşamın gazabı, mahalle baskısı, annelerin sorumsuz sevgisi, kadınların bu gerçeğe sessizce boyun eğişiydi. Ve biz erkeklerin gerçeğin bu olduğuna inanmamızdı.
Yeniden haberi okuyorum.
“Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde Paşa B., boşanma davası açan eşi Gülseren B. ile yanına sığındığı arkadaşı Selin D.’yi tabancayla vurarak öldürdü. Mahkemede ifade veren eş “Adreslerini boşanma davası için gelen tebligattan öğrendim” dediği öğrenildi.”
Solgun gazete yaprağından okur gibi bakıyorum habere, gerçek adını unuttuğumu fark ediyorum. Bu cinayetin gerçek azmettiricisi benim.