“Ali abi taze çay getirdim.”
Teşekkür ederim Tahir.
Kahvecinin çırağı bu, çayı tezgâha bırakırken “Sen de ister misin teyze?” demez mi? Koskoca valinin karısına. Münasebetsiz.
Ali de Gülsüm Hanımın saçlarını bigudilerle sarmış file ile bağlıyordu.
Kaç kere tekrarladı Ali abisi “Kahvede amca-dayı olabilir, burada teyze-abla yok; hanım var, bayan var, siz var…” Tahir, Ali abisinin gözlerindeki hiddetten karşı kaldırımdaki kahvehaneye kadar, arkasına bakmadan koşturdu. Gülsüm Hanımın “Teşekkür ederim istemiyorum.” dediğini bile duyamadı.
Bir kulağımı yol boyu çekiştirerek nasıl getirdi babam beni bu dükkâna? O da ne? Bekleme koltuklarının üzerinden tüm duvarı kaplayan fotoğrafıyla, saçları topuz, hem de yeşil gözlü bir kadın bana bakıyor. Bir kadın ilk defa bana böyle bakıyor. Bakakaldım. Elizabeth Taylor’muş bu. Gördüğüm ilk kadın. Tüm bedenimdeki sıcaklık, çekilen kulağımın acısından mı, kalbimin alazından mı bilemedim.
Bütün gün tezgâhta kök boyalı yazma dokuyan kınalı, belikli saçına kuaför eli değmemiş anamla Liz, o gece rüyamda dolaştılar. Anlatamazdım, anlayamazdım, anlaşılamazdım kördüğüm olmuştum. Annem ve Elizabeth Taylor.
“Al Şükrü bunu, eti senin kemiği benim, okumayacak bu”. Sonrası, Şükrü usta ne derse o, tekrarlatmadım hiç Tahir gibi.
Yarım küre kurutma makinesine aldı Gülsüm Hanımı.
Çayı içmedi keyfi kaçmıştı.
Ne demek teyze ya, kaç kere tembihledim, yok bu çocuk adam olmayacak.
Bekleme koltuklarının arkasındaki Liz’e baktı, gülümsedi.
Hayallerim kadar güzel, beşinci evliliğiymiş, benim hakkımı da o mu yedi acaba?
Sesli güldü. Utandı. Gülsüm Hanıma baktı, neyse gazeteye dalmış, makinenin gürültüsü de ona yardımcı oldu. Duymadı.
Tezgâhı toparladı, pensler, bigudiler, fırçalar, içi biralı su dolu plastik şişeler, saç fileleri yerlerini buldu.
Gülsüm Hanım dükkânın en heybetlisinin altında gazeteyi bitirmiş bekliyor. Liz topuzu istedi yine.
“Liz topuzu değil, Farah Diba topuzu derler buna.” demişti komutanın hanımı. Tabi nereden bilsin benim için her güzel şey Liz oldu on üç yaşından beri. Babamla ustam beni burada beklerken, tezkere de bırakamadım İstanbul’da. Her çarşı izninde, Harbiye’den Elmadağ, Gümüşsuyu, Dolmabahçe’ye indim ve karşımda Kız Kulesi; tutkulu hayranlıkla iki sene seyrettim.
Kurutma makinesi saçı kuruttuğunu haber verdi Ali’ye. Şahane Liz topuzuyla teşekkür ederek ayrıldı Gülsüm Hanım.
Hava kararıyor. Kararmadan evde olmalı hanımlar, yoksa laf olur, valinin hanımı bile olsa. Her Anadolu şehri kadar tozlu ve sözlüdür burası ama “Tozlu Burdur sözlü Burdur” sözü yine de bize söylenmiş.
Sıkıntılı. Arada böyle olur. Yalnızlığını yabana atmamak lazım, hava da basık, yatakta döne döne geceyi bitiremedi.
Gün yeni ağarıyor. Hemen çıktı.
Yukarı mahalleden her zamanki yolunu yürüdü, yollarda tek araba yok, kahveci de açmamış daha. Üç katlı apartmanının önüne geldi.
“Liz Kuaför Ali”.
Tabelanın rengi solmuş.
“Yenilemeli, Liz’le birlikte olduğum tek yer”
Kapıyı açtı içeri girip, akşam çıkarken kenara topladığı renkli plastik sinek engelleyici renkli şeritleri serbest bıraktı. Kovayı paspası ayarladı, temizlik başladı.
Yengeler, eltiler, kaynanalar, halalar, teyzeler, görümceler doluşacak yine, gelin başı var bugün. Bir de ufak kız çocuklarını getirirler, bayram yeri gibi olur dükkân.
En son Liz’in tozunu aldı.
Acelem var, hızlı hızlı yürüyorum, uzun saçlarım hızımdan havalanıyor. Gelin başına yetişeceğim. Bu bej rengi takımı nereden aldım hatırlamadım ama kahve mokasenlerim Okkalı Menekşe’den. Beyaz gömleğim de oradan. Bu cadde İstiklale benziyor derken, Taksim Meydanında cumbası süslü tarihi bir apartmanda duruyorum. “Liz Kuaför Ali” Çok güzel olmuş yeni tabelam, açtım kapımı girdim dükkânıma. Çırakla manikürcü kız temizliği bitirmiş. Kız Liz’in tozunu alıyor, halbuki ben almıştım. “Aliciğime” bir de imzası var, olacak tabi bunca yıl sonra. Kahvemi gazetemi getirdiler. Büyük puntolarla” Elizabeth Taylor gemiyle İstanbul’a geliyor” yazıyor. On üç yaşındaki kalp alazım yine başlıyor, saçını topuz yapmalıyım, görmeliyim onu. Dükkân kalabalık, gelin başı var. Film artistleri de geliyor. Hepsi ”Aliciğime”deyip imzalamışlar fotoğraflarını, ben de duvara asmışım . Hepsi beni öpüp teşekkür edip gidiyor. İşim bitiyor. Şimdi askerlik tutkum Kız Kulesinin içindeyim. Çok heyecanlıyım Liz’in gemisini bekliyorum. İşte geliyor, deniz kenarından el sallıyorum. Liz güvertede beni görüyor, el sallıyor. Beni çağırıyor, eliyle gel diyor. Geliyorum deyip denize atlıyorum. Yüzme bilmem ki ben. Ağzım burnum deniz doluyor. Batıyorum. Liz gelip kurtarır beni diyorum ama nefes alamıyorum.
“Ali abi, Ali abi uyan abi.”
Tahir ne arıyorsun oğlum burada. Liz nerede?
Toparlandı.
“Korkuttun abi boğuluyorsun sandım.”
Doğru sanmışsın, boğuluyordum.
“Sabah çayını getirdim, simit de var, peynir de alayım mı? Bugün erken gelmişsin.”
Boşuna yağ çekme bana, elimi yüzümü yıkayayım geliyorum, valinin hanımından kalan bir hesabımız var seninle.
Tahir kapalı askı tepsisini tezgâha bırakıp, başını önüne eğdi.
“Haklısın abi dalmışım dün.”
Heladan su sesinin içinden Ali bağırdı.
“Haklısın diyor bak utanmaza, tabi haklıyım lan, gitme sakın geliyo…
Birdenbire yerden bir canavar vurmaya başlıyor, yukarı mı çıkmak istiyor?
Bitmedi mi rüya? Liz gelecekti, beni kurtaracaktı. Ne oluyor ya?
Dükkânın içinde şiddetli bir uğuldama, yer yerinden oynuyor, yer yarılıyor, eşyalar gidip geliyor. Dükkânın en heybetlisi tekerlekli ayakları üzerinde gidip gelip, ilk devrilen oluyor.
Ali helanın kapısına yüklenip açarken bağırdı.
“Tahir kaç oğlum!”
Tahir başı önde mum gibi kasılmış duruyor, Ali kucaklıyor onu. Bina gidip geliyor, duvar çatlamış tezgâhın bir kısmı çatlaktan girmiş, üzerindeki rengarenk plastik şişeler bigudiler fırçalar pensler yağmur gibi yere akıyor. Tam o esnada sanki uğultulu bir hortum eve girip, hela duvarını yıkıp, Ali ile Tahir’i bekleme koltuklarının ayaklarına savuruyor. Önce koltuklar sonra büyük çerçevesiyle Liz, sonunda da Liz’in çok uzun senelerdir asılı olduğu duvar üstlerine iniyor. Her yer toz duman.
Yavaşlıyor ve bitiyor.
Orada kimse var mı?
Sesimi duyan var mı?