Sağanak yağmur sonrası gökyüzünde üç küme bulut kalana kadar beklemiştim
hava kararmadan vakitlice git artık diye kapanan penceremde. Çamurlu yolun
güzelliğini görmeyenlere nispet yaparcasına geçirivermiştim ayaklarıma beni
topraktan ayırmayan bir çift sandaleti. Hızlıca çiçek desenli bluzumu giyerken
gözüme çarpmıştı büyük bir kanat misali beni rüzgarda uçururken seleye
çarpacak eteğim. Sıra kavakları aşıp balık üretme gölü yakınlarındaki bekçi
kulübesine varınca çamura bıraktığım tekerlek izlerine eşlik eden yeni tekerlek
izleri gibi aklımda son bulurdu Metin Altıok’un Kavaklar dizeleri. Her hafta
ortasında fırından çıkan sıcak bir köy ekmeği götürürdüm yüzünde nöbet tutan
sert ifadenin yerini elimde dumanı tüten paketi görünce günün son ışıklarında
parlayan tebessüme bırakan yaşlı adama. Çocukluğumdan beri tekerlek sayısı
azalırken benimle büyüyen bisikletim genç bir kadın bisikletine dönüşmüştü
zamanla.
Akşamüstü esen poyrazın kollarına bırakmışken kendimi aniden bu keyifli
sessizliği bozan yaramaz bir çığlık duyunca ellerimle frenlere sıkıca tutunarak
durdum. Öncekinden daha şiddetli bir çığlık duyduğumda ileride yolun
kenarında bir evin önünde toplanan kalabalığı gördüm. Yardıma ihtiyacı olan
birileri olabileceğini düşünerek bisikletin direksiyonunu o yöne doğru çevirdim.
Çocukluk arkadaşım Mehmet’in evinin önüydü burası. Evin önündeki insan
barikatını geçince farkettim pencerenin önünde duran iki jandarmayı onlarla
konuşup farkında olmadan oğlunu geri getirsinler diye yalvarırken pencereden
sarkan Ahmet Amca’yı. Çok daha şiddetli bir çığlık duyduğumda ise Ayşe
teyzenin çoktan kapının önündeki mermeri konulamamış beton merdivenlere
çöktüğünü gördüm. Yüzüne baş örtüsünün gölgesi değil de ölümün karanlığı
düşmüştü. Şehit haberini duyan başka bir komşu aceleyle elinde bir Türk
bayrağı getirmişti. Rüzgar adamın elindeki bayrağı henüz yerine asılmadan
dalgalandırmaya başlamıştı bile. Çığlıklar, ağıtlarla birlikte söylenemeyen bütün
cümleler giriyordu evin naylon bir örtüyle kapatılmaya çalışırken bir köşesi açık
kalmış camı kırık diğer penceresinden. Evin henüz sıva görmeyen duvarları
çatlarken Mehmet okul üniformasını çıkarıp asker üniformasını giymişti. Ve
sundurmanın bu yaz beyaza boyanan duvarları gibi kefen giyemeden mayınlı
arazide parçalanan bedeniyle dünyadan gitmişti. Daima uçabilsinler diye
kafese kapatmaya kıyamadığı güvercinleri çok severdi. Biz de dedesinin
yaptığı beyaz bir güvercini uçururken uçurtma şenliğinde zeytin
yapraklarını sıralardık uçurtmanın ipine. Evin tek renkli yeri olan bahçedeki
gelincikler, papatyalar, hindibalar, çayırdikenleri de solmuştu yas tutarken
Mehmet’in gidişine. Kış gelmeden belki sıra gelecekti kiremitleri kırılan çatının
tamirine. Fakat Mehmet’in her sabah balığa giderken bahçedeki soğuk havaya
karışan nefesi, her akşam eve dönerken gülüşü sofraya gelmeyince hiç
onarılmayacak kırıklar bırakacaktı aynı çatı altındaki yüreklerde.