Rengarenk ışıklarını kuşanmış şehri her yönden görebilen, oldukça lüks otelin terasındalar Yiğit’le Oğuz. İlkokuldan sonra da hiç ayrılmayan iki arkadaş, şimdi de Dubai’de aynı şirketteler. Garsonun siparişlerini getirmesini sabırsızlıkla bekliyorlar.
– Kurt gibi acıktım, ya! Azizim, gel de arama adım başı karşımızda bitiveren simitçilerimizi.
– Simit, çatal, ekmek arası döner, oh! Okurken, yarı aç yarı toktuk, zır zıbıl acıkıncaya dek beklemezdik ki. Sistemin adamı olduk çıktık, şaka gibi! Eh, bekleyeceğiz artık saati, garsonu, servisi de.
Gülüştüler. Yiğit elindeki gazetenin sayfalarını çevirdi, ikiye katladı, ‘Soykırım mı Tehcir mi?’ başlıklı köşe yazısını okuması için Oğuz’un önüne doğru kaydırdı. Kaşları çatılan Oğuz, şöyle bir göz gezdirdikten sonra:
– Yüz yılların köle tacirleri, soykırımcıları, günümüzün hayvan severleri. Bugün bile romanlarla, filmlerle, ülke politikalarıyla biçim değiştirerek; mazlum toplumları yasla, acıyla, nefretle bezeyerek önce zihin sonra da bedenlerini esir alıyorlar.
Masayı donatan garson, servisi yaptıktan sonra geriye çekilerek beklemeye koyuldu.
– Sonunda güzelim dünya cehenneme döndüğü gibi, garibim insanlar…
Duraksadı, acı bir ifadeyle başını iki yana salladı.
– Bir de öte dünyadaki cehennemin korkusuyla zehir zemberek bir ömür sürerek göçüp gidiyorlar.
Yiğit, çatalını bıçağını tabağın kenarına özenle yerleştirdikten sonra başını kaldırdı, kaşlarının ortasında beliren derin çizgi yaşına uymasa da yaşanmışlıkların nişanıydı.
– Seninle ben de dahiliz bu kısır döngüye arkadaşım. Çoğu ülke insanları savrulmuş farklı kıtalara, haritada bile göremediği şehirlere. Kimi kariyer, kimi karın tokluğu, kimi de yıkanmış beyinleriyle örgütten örgüte, savaştan savaşa… Kimi varlıklı, elit kesim de artık ülkelerinde bulamadığı huzur ve güven için…
Oğuz arkadaşının sözlerini başını sallayarak onayladı, salatadan bir iki çatal aldıktan sonra:
– Sen de ben de evlendiğimizde ileride doğacak çocuklarımızı daha iyi koşullarda okutup büyütebilmek için olur dedik şirketin teklifine. Biz o Allah’ın unuttuğu dağ köyünden adam olup buralara gelebildiysek bizimkilerin Mars’a gitmesi mucize olmaz herhalde. Vallahi artık neyin doğru olduğunu bilemiyorum kardeşim. Dünya çıldırmış, güzelim ülkemiz ise sürekli kan kaybediyor.
Yemek sonrası bol köpüklü Türk kahvesinin enfes kokusunu duyumsadıkları anda yüzleri aydınlanıverdi, keyifle yudumladılar. Oğuz, uzun uzun çalan telefonundaki aramayı yanıtlarken gazete bulmacasının sayfasını açarak ters çevirdi, masanın üzerinde kaydırarak arkadaşının önüne ittikten sonra;
– Yiğitçiğim, en fazla kırk beş dakika, sen çözene kadar burada olurum, deyip hızla uzaklaştı.
Bulmacayı kısa sürede bitirdikten sonra gazeteyi itina ile katladı Yiğit. Gün batımının büyülü güzelliğinin seyrine dalmışken, terasın karşı köşesinde bebesi kucağında oturan genç annenin alçak sesle söylediği ninni çalındı kulağına. Ilık ılık bir şeyler aktı içine. Gözleri dolu dolu oldu. Ninninin sıcacık büyüsüyle içinde bulunduğu zaman silinmiş mekân yer değiştirmişti. Okula başladığı yıllar… Konuşmalar kulaklarında, taptaze:
– Dede olmak da baba olmak gibi…Ben öldükten sonra götürüler ancak o gavur ellerine torunumu. Avradının ağzına bakıp tutturuyor her seferinde oğlumu götüreceğim diye, sözde erkek olacak.
– Doğurmakla ana olunmuyor, dizini kırıp sahip çıkaydı oğluna. Dönmedi haspam. Alamanya’larda fink atsın o! Iıh! Ölürüm de vermem!
Torununun saman sarısı yumuşacık saçlarını, ıslak, alev alev yanan yanaklarını okşadı, gözlerindeki yaşları yemenisinin ucuyla sildi.
– Ölürüm de vermem seni.
Babasının havaya fırlatarak hoplatması, sırtına bindirerek at olması, annesinin göğsüne yaslayarak ninniler söylemesi ne kadar büyüse de hep hayalindeydi. Ne zaman düşünceye dalsa o hala onların bıraktığı yaşlarda hissediyordu kendini. Annesinin yeni doğan kız kardeşine söylediğini hayal ettiği ninninin sesiyle sıçradı. Boncuk boncuk terler birikmeye başladı alnında. Şimdi de birkaç ay önceki konuşmaları kulaklarındaydı, yeniden yaşıyor gibiydi:
– Köyümden kasabaya bile göçemeden gittim. Benim için ha uzay ha Alamanya. Böcek gibi hissettim kendimi yıllarca. Muhtar Hasan’ın mı?.. Ceylan bakışlı Fadime’min başlık parası mı?.. İşte canım ne bileyim ben bir el, ama öyle böyle değil, kocaman bir el…
Bir müddet sustu. Konuşmaya tekrar başladığında sesi çatal çataldı.
– Lavabonun altındaki yuvandan alır, atar bahçeye seni, debelenip durursun ayaklar yukarıda sırtın yere yapışmış. Kendini toparlayıp, sıfırdan başlarsın koca bahçede; gücün kime yeterse, kahırlanarak, börtüsü böceği, soğuğu sıcağı, açlığı tokluğu ile… Memleket türküleri kulaklarımızda, buraları bizlere dar edenlere öykünür dururuz dönemeyiz yine de.
– Ama sonra rahat ettin babacığım. Kaloriferli evlerin, bankada paran, altında araban, boy boy çocukların…
Sözünü keserek devam etti babası:
– Tezek yakmıyorum sobada. Ne keçiye ne ineğe değmedi elim. Buz gibi metal makinelerle sarmaş dolaş oldum yıllarca.
Romatizmadan boğum boğum, eğri büğrü olmuş parmak eklemlerinin nedenini şimdi anlıyordu Yiğit.
– Kimilerimiz de tezek yerine insan dışkısı temizledi kanalizasyonlarda. Senin anlayacağın oğlum el alem ne der diye her işi yapamazdık ülkemizde, tembeldik. Ne kafamızı ne de bedenimizi yormamıştık hiç.
Yiğit, babasını dinlerken annesi atıştırmalıkları daha sonra da çay tepsisini getirip masaya oturdu.
– Babalarımız o hayvan dışkısını samanla toprakla karıştırıp tuğla yapıp evimizi çatar, annelerimiz de duvarlarını, yerlerini sıvardı. Allı morlu motiflerle tezgahlarda dokunmuş kilimler, bir seki birkaç minderle ocağın az ötesinde kurulan sofrada sıcak çorbalarımızı yudumlarken huzurluyduk. Gelecek kaygımız yoktu. Ahmaklık mı? Cehalet mi? Bize yettiydi bir hırka bir yelek. Başımızı sokacak evimiz, sekiz on tavuk, iki inek, kapının önüne ektiğimiz zerzevatla geçirebilirdik ömrümüzü. Yatağımıza yattığımızda şehrin, şehirlilerin, okumuşların yerine kendimizi koyar, yün yorganların altında derin uykulara dalardık.
-Peki şimdi köye gitsen, orada yaşasan mutlu olur musun?
-Şimdi köyde yaşamaya ne var ki? Altı ay kalkmazdı kar yerden. Karıncalar gibi yaşardık. Hastalıkların, doğumların ölümle sonuçlandığı olurdu. Şimdi en ücra köyde bile elektrik, su, yol, televizyon, telefon, sağlık hizmetleri, okul var. Akrabalar, çocukluk arkadaşlarım… Didişsek bile bir düğün, peş peşe geliveren bayramlar, ölümler var olan kırgınlıkları kaldırıverir aradan. Haksızsan bile bir kayıranın olur. Ekerim de biçerim de. Dünya köyün içinde emme köy dünyanın dışında. Zaten durumu iyi olan şehirliler artık siteleri de bırakıp doğada yaşamayı seçiyor. Çıtkırıldım hanımlar, şık beyler Anadolu turları düzenleyip, bir zamanlar burun kıvırdıkları köy ürünlerini organik deyip kapışıyorlar. Beş yıldızlı otellerin açık büfeleri yerine yöresel yemekleri, sıcak insan ilişkilerini yeğliyorlar.
Atıştırmalıkla dolu tepsiyle tabakları sehpaya yerleştiren Fadime, kulağını konuşulanlardan ayırmadan, mutfaktan getirdiği buram buram kokan tavşan kanı çayları servis edip sessizce ilişiverdi koltuğuna. Deminden beri olduğu gibi hep sessizdi. Arada bir yanağından süzülen yaşları bile silemiyordu anlamasınlar diye.
– Orada öyle mi? Zaten bizi memleketlerine çağırırken hem ağır işlerini ucuza kapatmak hem de yedi düvelin yenemediği millet evlatlarını aşağılamak vardı hesaplarında. Gurbetçiler hep aynı mahallelerde otururlardı kendilerini güvende hissetmek için. Hükümetlerin de işine gelirdi bu. En kötüsü de Yiğit oğlum, doyduğun yere uyum için kendini çocukları getirecek olsan bizimkiler tarafından dışlanıp pespaye karakterlerin hedefi oluyordun.
Bardağını uzattı.
– Tazeleyiver Fadime’m! Oğlumla hiç bu kadar sohbet etmemiştim. Senin anlayacağın oğlum zamana, Alamanya’ya uyum sağlayamadılar.
Koltuktan inip yere halının üstüne bağdaş kurarak oturdu.
– Oh be! Dinleniverdi bacaklarım koca gün kan işlemedi ayaklarıma, şişti kırk üç nomera oldu, gel gel! Sen de otur yamacıma… Babasının dediğini yapan Yiğit, sırtını koltuğa yaslayarak uzattı bacaklarını, sağ koluyla da babasına sarıldı.
– Haklısın baba, bunu yapmak kendimi çok iyi hissettirdi. Sıkça yapmakta yarar var bence.
Fadime bardak tepsisini ikisinin ortasına koydu kendisi de ilişiverdi yanlarına. Baba sözüne devam etti:
– Lafın kısası, hoca cemaat baskısı altında eş ve çocuklarına yaşamı zehir eden çok oldu. Evde terör estiren babalarla onların dışarıdaki cehalet ve aczini gören çocukları arasında sürekli çatışmalar oluyor; evi terketmeler, bahanelerle devlet tarafından çocukların aileden alınmaları başlıyordu. Ya o korkular? Oğlum esrar kullanırsa, sarışın bir Alman kızına vurulursa! Okudukça, öğrendikçe kızlar akıllanıp, çizgiden çıkarsa. Kadınlar, büyüklerine ve gelinlere emanet ettikleri yavrularının mateminde, çoğu, annen dahil değil buna, köye döndüklerinde takacakları bileziklerin sayısıyla avutuluyorlardı. Babalar da bu ahmaklara ben de dahilim oğlum, iki dönümlük tarlalarına traktör, sonraları da ev alma hayalinde aç bilaç çalışıyor, para için çocuk doğuruyorlardı.
Fadime dayanamadı. O da söze karıştı,
– Aman be Yiğidim sanki beton döktüler ayaklarımıza… Yok canım! Silah dayamadılar ya başımıza. Kaynanamın kıskançlığı, aşağılamaları, eltilerle cebelleşme, ocak yak, kazanda su kaynat dağ gibi birikmiş bitli çamaşırları tokaçla, yıka, böyüklerin yanında ayıptır diye çocuğunu sevip okşama, karnın doymadan sofradan kalk, kocanla iki laf edemeden uyu, Ooo! Belki de içten içe istemedik dönmeyi, çünkü evimizde rahattık. Ne karışan ne görüşen, dışarıdaki sıkıntıyı da memlekette rahat edelim, kendi evimiz kazancımızla muhannete muhtaç olmadan yaşayalım diye çektik. Ah bir de sen yanımızda olaydın. Oğlum çok çektim çok. Babaannenle deden bırakmadılar ki. Başını eğip anlayış beklercesine oğlunun gözlerine baktı. Onlar da bizim canımız, yüze duramadık, nasılsa dönecektik. Bilemedik, harcadık seni, affet oğlum. Gene de en güvenebileceğimiz ellerdeydin, en iyi koşullarda yaşamanızı sağlayabilmek yüreğimize azıcık da olsa su serpiyordu.
Dönüp anlayış beklercesine oğluna baktı. Yiğit çocukluğunda yaptığı gibi annesinin yemenisini kaydırarak başını omuzuna dayadı, aşina hareketlerle saçlarının bukleleriyle oynamaya başladı. Fadime devam etti sözlerine:
– Kesin dönüş yapamadık bir türlü. Baban üç yıl çalışıp dönecekti. İki kişi biraz daha çalışırsak dönüşte rahat yaşarız diyordu baban. Seni çok zor da olsa emin ellere bırakıp ben de gittim.
Başını iki yana salladı.
– O ara Esma doğdu. Üç yıl sonra da Bülent. Sabahın köründe, bakıcı kadına götürüyorduk daha sonraları da kreşe. El ellerinde büyüyüp gavur ellerinde okudular. Emeklilik büktü sonradan da belimizi. Köklerinden sökülmüş ağaç gibi. İki arada bir derede.
Fadime’nin sesi kısılıp titriyordu. Kaşlarının arasında sürekli duran bir çizgi, alnında kırışıklıklar vardı.
– Anne, yengem niye farklı?
– Çocukları orada doğdu. Evlat özlemi, gelecek endişesi olmadığından, altı ayda öğrendi Alamancayı. Zekiydi, bir sürü sertifika da aldığından güzel kazandı güzel harcadı. Dünya vatandaşı gibi yaşadılar. Ağabeyim bir Alman kadınla evlenmeseydi ah! Şimdi çocuklar başsız bardaksız. Anla işte. Yengen de neyse… Ne oralı ne buralı yavrular. Yıllar sonra anılarında memleketlerinden sadece bir ninni kalacak. Sen yine de şanslısın oğlum benim.
– Ne demezsin! Yıllarım anne, baba, kardeş yolu bekleyerek geçti. Senin beni uyuturken söylediğin ninniyi kendi kendime söyledim yıllarca sesimi sana benzeterek.
Göz yaşlarıyla ıslanan gözlüğünü çıkarıp sildi.
– Şansım oyuncaklar, giysiler, çikolatalardı. Onları da arabanız dönüş için hareket ettiğinde kırıp ezerdim. Tamam sayenizde iyi bir eğitim alabildim. Hoş bunu çocukluk arkadaşlarım da başardı. Sadece onlar simitle doyarken ben börek yiyip, yurtlarda değil kaloriferli bir evde dedemlerle oturabildim. Değdi mi gittiğinize bilmem? Siz orada, ben burada, özlem yanı başımızda oldu hep… Orada ya da burada sizinle olmak, kardeşlerimle oynamak istedim. Hep tarafınızdan dışlandığımı hissettim.
Dudaklarını acıyla büküp sustu.
– Yok be oğlum, açıkçası dedenle babaannenin kurbanı oldun. Biz büyüklerimize hiçbir zaman karşı duramadık. Nal dediler mıh demediler. Ölümü gör alırsan Yiğit’imizi dediler. Anne baba olmayı beceremedik oğlum affet. Oradakinden daha rahat yaşayacağını düşündük hep. Şehirdeki evde anneannen-dedenle, sıcacık…
Boğazına bir şey takılmış gibi yutkundu Fadime,
– Şimdi de kardeşlerin, nasıl bırakırız elin gavurunun memleketinde? Hele bir elleri ekmek tutsun!
Yiğit şaşkınlıkla bakakaldı. Dakikalarca kesik hıçkırıklarla ağladı. Annesiyle babasının ellerini tutmuş var gücüyle sıkıyordu. Yine mi? Yine mi? Yine yemenisiyle sildi annesi yüzünden süzülen yaşları, yine her zamanki gibi sarılıp öptüler.
– Şirketin Dubai’deki şubesine atanmıştım. Dönersiniz diye… Beklemekten, umut etmekten yoruldum artık. Annemin son cümlesi kararımı verdim, Türkiye’den ayrılıyorum. Yirmi yıl önce Almanya’ya giderken bende bıraktığınız tek şeyi, ninnimi de alıp yarın yola çıkıyorum.
Geri döndüğünde başı avuçlarının arasında, Yiğit’in darmadağın bakışlarıyla karşılaşan Oğuz’un neşesi sönüverdi. Arkadaştan çok kardeşi gibiydiler. Masanın yanından geçmekte olan çocuğun annesine seslenişiyle silkindi Yiğit, başını yavaşça kaldırdı, Oğuz’la göz göze gelince yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirdi. Oğuz, bu defa onu toparlamak her zamankinden çok daha zor, belki de hiç olmayacak diye düşündü.