Sensörlü kapının açılıp kapanmasıyla birkaç saniyeliğine de olsa içerinin yoğun dezenfektan kokusu
değişiyor. Nefes alıp verdikçe boğazımı kurutuyor, ciğerlerime yapışıyor. Derin nefes almaktan
vazgeçiyorum. Canımın sıkılmaya başladığını hissettiğim anlarda kendime oyunlar düzenlemeye
çalışıyorum, gelip giden hemşirelerin özelliklerini tahmin ediyorum mesela. Bunun benzerini uzun
otobüs yolculuklarında yapardık seninle. İnsanların o şehre ne için gittiklerini, ne işle uğraştıklarını,
hobilerini tahmin eder bunlardan hikayeler yaratırdık. Bazılarının yollarını garip şekillerde
kesiştirirdin, kimileri birbirini hiç tanımayan kardeşler olurdu kimileriyse ileride bir diğerine organ
bağışı yapacak olan umut ışığı… Benden daha iyi yapardın bunu, gözlem yeteneğim ve hayal gücüm
seninki kadar gelişmiş değildi. Huzur vermeyen çığırtkan çocuğa inat kendi sessizliğini yaratmak için
çabalardın. Benimse buna ihtiyacım yoktu, senin yanındayken kulağımdan içeri girip kulak zarımı
titreştiren bütün sesler birer şarkıya dönüşüyordu ve en güzel şarkıysa senin sesindi. Yapacağımız yeni
yolculukların, şarkının en güzelini dinleyeceğim nice anların hayalinden çıkarak hemşirelere geri
dönüyorum.
El çabukluğuyla paketi askıdan indiriyor, ayar kısmından kapatıp bağlantı yerinden ayırıyor, yenisini
bağlayıp ayar makarasından bitmesi gerektiği süre hızınca açıyor ve bir diğerine geçiyorlar. Bu
hareketlerinin hayattan bıkmalarından mı yoksa gecenin bir saatinde nöbet tutmalarından mı
kaynaklandığına karar veremiyorum. Onlara da hak vermek istiyorum elbette. Durumunu kontrol
ettikleri, damar yolu açtıkları kaçıncı hastalardır kim bilir? Bunların aralarında sızlanan, garipçe sesler
çıkararak aralıksız inleyenleri de hesaba katarsak oldukça normaldi.
Hemşirelerin karamsarlığından uzak kalabilmek amacıyla bana bakmadığın anlarda yaş almanın
verdiği etkiyle yüzünde beliren çillerin yerlerine kadar ezberlediğimi fark ettiğim bu çizgili yüzü
yeniden inceliyorum. Uzun süredir açılmamanın verdiği etkiyle kirpiklerinde biriken gözyaşların çiğ
tanelerini anımsatıyor bana. Güneşi uyandırmak için kalkıp dışarı çıktığımız saatlerde her şeyi en ince
ayrıntısına kadar incelerdin. En çok sabahın getirisi olan o ferah kokuyu sonraysa yaprakların
üstündeki çiğ tanelerini severdin. Her birine dokunup ellerini ıslatmaya bayılırdın bense seni o halde
izlemeye. Gözlerindeki çiğ tanelerini bir peçeteyle siliyorum usulca, ileride birlikte bakıp zor günlerin
üstesinden geldiğimizi söyleyip gururlanmak için ya da… Bu kısma dilim varmıyor işte.
Havadaki alkol ve oksijeninin savaşından sıyrılıp dışarı atıyorum kendimi. Pusun çökmeye başladığı,
bulutların ayı gölgelediği gecede yıldızlara bakarak yeni umut kaynakları bulmaya çalışıyorum. Her
zaman için umut insanı ayakta tutar derdin. Bunu her söyleyişinde yeterli gelmeyeceğini savunurdum
oysaki şimdi senin sayende bu sözün değerini ve doğruluğunu anlıyorum. Kulaklığımda çalan müziğin
esaretinde kalıyorum birkaç dakika. Seninle geçireceğimiz günleri hayal ederek notalarla dans
ediyorum. Son notaya varamadan ambulans sireni ile kendime gelirken notayı yıldızlara emanet
ediyorum seninle dans etmeden önce geri almak üzere.
Döndüğümde pek farklı bir manzara karşılamıyor beni. Uykusunda öksürük krizleri ile aniden
sıçrayan amca periyodik olarak yine öksürmeye devam ediyor, onun dışındaysa idrar torbasındaki
hafif kanlı sıvının bir miktar daha arttığını görüyorum. Sabit bir noktaya gözlerini dikmiş, neyi
olduğunu anlayamadığım ama kafamda demans hastası emekli bir öğretmen olarak kurguladığım
teyzenin gözlerini bir başka yere diktiğini fark ediyorum. Gelişme sayıyorum tabi bunu. Onun yanında
yatan mide bulantısından gelen genç taburcu edilmiş. Hemşirelerden biri gelip pratikçe ve olağan
ifadesizliğiyle üstündeki bezi değiştirip çevreye bir iki çeki düzen verip ayağındaki terlikleri sürüyerek
gidiyor. Sonra seni kontrol ediyorum detaylıca. Bir daha asla yiyemeyeceğimi bilmeden yedirdiğim,
vitrinde kaç hafta boyunca durduğunu kestiremediğim hastane kantininden alınmış çilekli kekin
kokusu var hala ağzında. Sen nefes alıp verdikçe derinden soluyorum kokuyu. Beyazlamaya yüz
tutmuş yüzüne düşen telleri geri aldıktan sonra dezenfektanın yarattığı baş dönmesi ile bırakıyorum
kendimi sandalyeye.
Kolumdaki saatin tik takları ile savaşırken yenik düşüyor gözlerim uykuya. Tam kapanacakken en
ufak bir sedye gıcırtısı eriyen göz kapaklarımı yeniden donduruyor birkaç saniyeliğine de olsa.
Uyandım derken yeniden döngüye giriyorum. Gözyaşlarını sildiğim mendillerin sadece bana ait birer
anı olarak kalacaklarını bilmeden kirpiklerimin tenimle buluşmasına izin veriyorum. Etrafımdaki
seslerin yavaşça uğultular halini almaya başladığı, hayal gerçeklik ayrımını yapamadığım bir anda
hızlanan bip sesleri aniden gözlerimi açtırıyor. Bağlı olduğun makineye gözlerimi çevirirken ne
olduğunu kavrayamadan hemşire kenara geçmem gerektiğini söylüyor. Seslerin uyku halindekinden
daha da boğuklaştığını hissediyorum. Hızlanan kalp atışlarım makinenin bip sesleriyle senkronize
oluyor, birkaç saniye sonra yakalayamıyor makinenin hızını. Daha da daha da daha da derken aniden
susuyor her şey. Periyodik artan bip sesleri yerini ince bir siren sesine bırakıyor. Sonrası karanlık…