Kız kardeşim telefonda “ Abi akşam yemeğe geliyorsun değil mi?” diye sorduktan sonra, cevap vermemi beklemeden ekliyor: “sakın bir bahane uydurmaya kalkma.” Canım benim, evde yalnız olduğumu nasıl biliyorsa, miskinliğimi de biliyor tabii. Gerçi çok şükür açlıktan ölme ihtimalim yok; pideciler, kebapçılar sağ olsun; ama belli ki bu sefer kaçış yok, “Herhalde” diye cevaplıyorum, “kardeşim çağırır da gelmez miyiz?” Kendimden bahsederken çoğul konuşmak hoşuma gidiyor,daha ciddi, önemli hissediyorum.
Akşama doğru bir kutu tatlıyla beni karşılarında gördüklerinde şaşırıyorlar, genelde eli boş giderim. Eniştem, “Hayırdır abi, böyle şeyleri pek takmazdın sen, hangi dağda kurt öldü?” gibilerinden bir şeyler geveliyor. Tam anlayamıyorum, zaten eniştemi kimse tam olarak anlayamaz. Hızlı konuşur, kelimeler ağzından ardı ardına, bitişik, tekdüze çıkar. Duraksamalar, tonlamalar önemli değildir onun için, o, içindekini, hem de hiç vakit kaybetmeden çıkartıp atmak ister. Ama işin özünü kapmıştım. “Vayyy demek burada misafir kabul ediliyoruz” diyerek taşı gediğine oturtuyorum. Laf aramızda bu konularda uzmanımdır. “Olurmu abi” diyor, “şaka yaptım, gel, geç içeri.” Eniştemi severim, mizah duygusu zayıf olsa da iyi çocuktur. İçeride kardeşim, büyük ihtimalle mutfaktan, “Abi hoş geldin” diye sesleniyor. “Hoş bulduk, yine yemek yapmayla cebelleşiyorsun herhalde” diyorum. Sesini duyurabilmek için “Evet” diye bağırıyor, “bunların derdi bitmiyor ki.”
Kardeşim çok hamarattır. Ben ise oldum olası, hemen her ailede bulunan, ne kendisine ne de çevresine faydası dokunduğu halde yine de sevilen, hatta el üstünde tutulan ‘Aylaklar’ sınıfına dâhil etmişimdir kendimi. Aylaklar; sorumsuz, şımarık olurlar, genelinin düzenli bir işi yoktur ve ‘Boş gezenin boş kalfası’ yakıştırması üzerlerine cuk diye oturur. Asıl ilginci, bu özelliğin doğuştan gelmesidir; zaten insanların “Ne yapalım, onun da huyu böyle” diyerek kabullenme sebebi budur. Yaradılışı sorgulamaya kim cesaret edebilir? Salona girerken, minik bir karaltı, yeğenim, kıkırdayarak üzerime atlıyor. Evet, ben bir dayıyım. Zaten aylak olmaya en uygun adaylar dayılardır. Amcalar sert – ciddi, dayılar komik olur. Yeğenim iki yaşına yeni girdi, güleç yüzlü tatlı bir çocuk. Dayısı olarak söylemiyorum, hatta tarafsız olmaya çalışıyorum, değişik, tuhaf bir etkileyiciliği var. Ama bunu bir tek ben görebiliyorum, yoksa başkalarına yansıtmıyor; çünkü demin de dediğim gibi, iki yaşına girmiş olmasına rağmen, anne-baba-mamadan ötesini söyleyebilmiş değil henüz. Aile efradı bu duruma oldum olası üzülür, ben, “takmayın böyle şeyleri” derim.
“Şu gözlere bakın, cin bu cin… Hem oğlan dayıya çekermiş.”
Bunu söyler söylemez “Aman Allah korusun” nidaları yükselir, annem üç kez tahtaya vurur, hepimiz kahkahalarla güleriz. Yeğenimi kucağıma alıyor ve ona “Dayı” dedirtmeye çalışıyorum. “Da-yı, da-yı” diye heceliyor, tekrarlaması için biraz bekliyor, ardından yine başlıyorum. Nuh diyor peygamber demiyor bizimki, hatta Nuh bile diyemiyor, bense, biraz da mecburiyetten susuyorum. Çünkü ne zaman şakayla karışık ağzımdan “Oğlum, yaşıtların koptu gidiyor sende hala tık yok” ya da “Ulan bir konuşmayı beceremedin” benzeri sözcükler dökülse kardeşim üzülür, yüzü asılır, belli etmemek için hemen oradan uzaklaşır.
“Bu sefer olmayacak” diyorum kendi kendime, “bu sefer gaf yapmak yok, artık ağzımdan çıkanı kulağım duymalı. Eşekliği bir kenara bırakma zamanı geldi.”
Yemekten sonra, yine aynı ritüelleri uygulayarak bizim sıpayı kucağıma oturtup konuşma egzersizlerine başlıyorum. Peki, bir gelişme kaydedebiliyor muyum? Hayır, kabul etmek lazım ki inatçılık konusunda bana çekmiş. Derken telefon çalıyor. “Alo” diye açan kardeşimin yüzünün asıldığını fark ediyorum, belli ki kötü haber… Hepimiz, yeğenim dâhil, işi gücü bırakıp konuşmaya odaklanıyoruz.
“Nasıl olmuş” diye soruyor kardeşim, “ne durumda şimdi? Tamam, hemen geliyoruz biz.”
Telefonu kapatıyor… Sonra, sormamıza fırsat bırakmadan “Onur aradı,” diyor.
“Eşi erken doğum yapmış, bebeği küveze koymuşlar, gitsek iyi olur, böyle anlarda yalnız bırakmak olmaz.”
Bana dönerek ve biraz da endişeli “Abi, sen yatırabilir misin çocuğu” diye soruyor. “Herhalde” diye cevaplıyorum, “siz hemen gidin.”
“Emin misin abi, yapamam dersen yanımıza alırız.”
“Biz bu işin uzmanıyız kızım” diye cevaplıyorum, “süper dayı işbaşında.”
Hâlbuki o güne dek bir çocukla, beş dakikalığına bile olsa yalnız kalmışlığım yok. Onları hep kalabalıklar içerisinde sevmiş, ağlamaya başladıklarında hemen ilgili makamlara devretmiştim. Ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere, dönmek olmazdı. Bir görseniz, kapının önünde tembihte bulunmalar, yok acil durum telefonları şurada yok bebek bezleri burada; kırmızı bir kamyonu varmış da o olmadan uyuyamazmış, dolaptaki sütü yatmadan evvel mutlaka içirmeliymişim ama önce ısıtmak lazımmış falan filan.
“Aşk olsun” diyorum, “küçücük bir çocuğa bakamayacaksak yazıklar olsun bize.”
Kapıyı kapatır kapatmaz bizimki ağlamaya başlıyor. O tatlı yeğenimin çirkin yüzünü görüyorum. Salya sümük bir halde, bağırıp çağırmalar, yerlerde yuvarlanmalar gırla gidiyor. Kontrolü kaybettiğimi hissediyorum. Yasak olmasına rağmen şeker, çikolata vererek, bütün oyuncaklarını önüne sererek, en sevdiği çizgi filmleri açarak, kısacası aklıma gelen her yolu deneyerek susturmaya çalışıyorum. Nafile…
Ben de onunla ağlıyor, yalvarıyor, küfrediyorum, hatta pek şiddetli olmayan birkaç tokat dahi atıyorum. En sonunda, ne yapacağımı bilemez bir durumdayken “Yeter!” diye bağırıyorum. “Yeter, ne istiyorsun?”
“Çok canım sıkıldı, hadi dışarı çıkalım” diyor.
Ben, hayatımda bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Dizlerim beni taşıyamıyor, olduğum yere çöküyorum. Yeğenim, hayatı boyunca iki kelimeyi ardı ardına kullanamamış bu piç, resmen cümle kurmuştu. Üstelik bakışlarında bir tuhaflık vardı. Büyük insanlar gibi, bizim gibi bakıyordu. Bayılmışım… Ertesi gün, gözlerimi açtığımda salondaki kanepede, yani burada yatıya kaldığım zamanlarda olduğu gibi, üstelik çarşaflar serilmiş, battaniyeler getirilmiş biçimde uzanıyor buluyorum kendimi. Korkuyorum, hem de çok…
Eniştem salona girip “Günaydın abi” diyor, “günaydın” diye cevaplıyorum. Kardeşim “Kahvaltı hazır” diye bağırıyor.
“Allah’ım, her şey ne kadar da normal,” düşüncesi aklımdan geçerken yeğenim odaya koşarak giriyor ve “anne-baba-mama” diyerek, yani bildiği tüm kelimeleri art arda sıralayarak üzerime atlıyor. Eniştem her zamanki gibi sözcükler arasında duraklamayı unutup: sendenbuperformansıbeklemiyordukabi” diyor, “sütünüiçirmişaltınıdeğiştirmişsin.”
Kardeşim teşekkür ediyor, yeğenim durmadan sarılıyor, ben düşünüyorum: “Acaba dün gördüklerim rüya mıydı?” diye. Ne olursa olsun, insanın içine bir kez şüphe girmeye görsün. Ertesi hafta iş buluyorum kendime, hem de uzakta, taa Eskişehir’de; böylelikle yeğenimi daha az görmeyi garantiliyorum. Tabii ki özleyeceğim onu, tabii ki çok ama çok seviyorum, ama ruh sağlığım daha önemli; hem sayesinde iş sahibi oldum fena mı?