Site icon Halley Dergisi

ŞİKARİSTAN – BERDAR DOĞAN

Güneş tam tepemdeydi ve gözlerimi kısmadan etrafa bakmam mümkün değildi. Güneş
gözlüğümü unuttuğumu daha asansörde fark etmiştim ama çıkmadan önce içtiğim içkinin
uyuşukluğuyla geri dönmeye üşenmiştim. Ağzım kokmasın diye dişlerimi fırçalarken
kusmasaydım eğer bu kadar uyuşuk olmazdım. Bütün yediklerim çıkmış, içki içerde kalmıştı.
Hava çok sıcaktı. Şimdi gölgeleri kollayarak yürümek zorundaydım. Yine kanepede
uyuyakalmıştım. Her yanım ağrıyordu. Nefes almayı zorlaştıran bir sıcak vardı. Çilemi
büyütmek için bir de sigara yaktım.
Evime yakın olduğunu düşündüğüm adresteki ilanı seçmiştim. İş başvuruları benim için
çile olmuştur daima ve çoğunda da başarısız olmuşumdur. Ya da, çoğunda başarısız olduğum
için, çile olmuştur. Her neyse, zaten ne fark ederdi ki… Önemli olan adresi kolay bulmamdı,
işte bulmuştum bile. Binanın yüzü onlarca tabelayla süslenmişti. Beni ilgilendirenin hangisi
olabileceğini düşünmedim. İçerde öğrenecektim nasılsa…
“İş ilanınız için gelmiştim” dedim, sırtımdan aşağı doğru akan terin ne zaman duracağını
düşünürken.
“Buyurun lütfen, bir dakika bekleteceğim sizi.”
Oturuşundan ve yapay karizmasından iş yerinin sahibi olduğu belliydi. Simsiyah ve
kravatının başladığı yere kadar uzanan sakalları vardı. Bu sıcakta bu sakal, üstelik bir de
kravat. Odada klima da yoktu. Daha çok terlemeye başladım.
Bilgisayardaki işini bitirip bana döndüğü sırada telefonu çaldı. Yapış yapış sıcağa, sıcağı
daha da çekilmez yapan sakal ve kravata biraz daha katlanmak zorunda kalacaktım. Kalkıp
gitse miydim acaba? Konuşmasını dinleyerek oyalanmaya çalıştım.
“Yine mi? Bu ay kaçıncı oldu bu?”

İki kere ‘bu’ kullanmıştı, demek ki sinirlenmişti. İş ile ilgili bir sorun vardı sanırım…
Acaba ne iş yapılıyordu burada? Aşağıda anlamaya teşebbüs etmemiş ama içerde olduğum
halde hâlâ anlamamıştım. İlanda iş hakkında bir bilgi yoktu. Yetiştirilmek üzere, dolgun
ücretle çalışacak, askerliğini yapmış ama otuzunu geçmemiş bir eleman arıyorlardı. Hangi
konuda yetiştirecekleri belli değildi. Üstelik otuzumu geçmiştim. Sadece şansımı
deniyordum…
“Pekiyi nereye gittiğini biliyor musunuz? Anladım… Ben ilgileneceğim… İyi günler,
saygılar.”
Evet, sonunda sıra bana gelmişti. Ama sırtımdan akan damlaların sayısı da artmıştı.
Rahatsızdım. Bir an önce çıkmalıydım odadan.
“Nedir bu? Anlamıyorum…”
“Efendim?”
“Benim oğlan!”
Bu iki kelimeyle olayı anlamam gerekiyormuş gibi yüzüme baktı. ‘Benim oğlan’ birçok
anlama gelebilirdi. Aklıma ilk gelen anlam, koca sakala çok tezattı! Olabilirdi… Gülümsedim.
“Anladım” dedim. Hemen çıkıp gitmenin yollarını arıyordum. Sırtımdan akıp kıçımda
biriken terlerle deri koltuğun ıslandığını hissediyordum. Bir an daldı, gözleri parladı.

“İlandaki işi boş verin. Ben size başka bir iş teklifi yapacağım. İki katı fazla öderim.”
Başvurduğum işin ne olduğunu bile bilmeden başka bir iş teklifi almıştım. Üstelik ücret
iki katıydı. Neyin iki katıydı? Gözümü adamın sakalından ayırmadan, açıklama yapmasını
bekliyordum. O ise, benim cevabımı bekler gibiydi.
‘Benim oğlan’ sorun yaratmıştı da, başka bir oğlan mı arıyordu acaba kendine? Komik
bulduğum, aklıma ilk gelen anlamı ciddiye almaya başladım birden. Ürktüm hatta.
“Ben biraz düşüneyim, sizi arar cevabımı bildiririm” dedim ve bir şey söylemesini
beklemeden, kıçımdaki terleri damlata damlata hızla çıktım oradan…
Sıcağa rağmen, odadan çıktığım hızla devam ettim yürümeye. Bir iş başvurusu daha
çileye dönmüş ve bir çile daha sonuçsuz kalmıştı. Güzelim günümde bir yara açılmıştı. Günün
geri kalanını keyifli geçirmeye, bulacağım ilk ağaç gölgesinde bir sigara içmeye karar verdim.
Terlerim artık yola damlıyordu.
İşte güzel bir söğüt ağacı… Gölge ağacı… Ağaca yaklaştığımda, gölgesinde dili dışarıda
dört köpeğin yattığını gördüm. Aralıklı yattıkları için bana fazla gölge kalmamıştı. Ama
durmalıydım yoksa alev alacaktım.
“Biraz toparlansanız da bende gölgelensem!” dedim. Üçü hiç ciddiye almadı beni.
Sadece biri, en koca kafalı olanı, kıpırdamadan gözlerini yukarı kaldırıp bana baktı ve devam
etti keyfine. Tam aralarında, sırtımı ağacın gövdesine dayayarak, oturup sigaramı yaktım.
Kendimi daha rahat hissetmeye başlamıştım. Üstelik dört köpeğin arasında güvendeydim.
Asıl tehlike bu gölgenin dışındaydı…
“Aa anne köpeklere bak. Niye yatıyorlar?”
“Sıcak olduğu için oğlum, dinleniyorlar.”
Evet evet sıcak olduğu için. Hatta içlerinden biri sigara içiyor! Ne çocuk, ne de annesi
beni görmemiş, köpeklerin arasında bir insan olduğunu fark etmemiş gibiydiler. Geçip
gittiler…
“İş teklifimi düşündünüz mü?”
Komik bir kâbus olmalıydı bu. Sanki iş arıyorum ilanını ben vermiştim de, işverenler
bana başvuruyordu. Dönüp bakınca sesin sahibine, yine o koca sakalla karşılaştım. Beni takip

mi etmişti bu adam? Demek ki sıcaktan dolayı fazla uzaklaşamamışım iş yerinden. Beni
‘benim oğlan’ yapmaya kararlıydı sanırım! Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak;
“Hala düşünüyorum,” dedim. “Sizi arayacağım.”
Dört köpeğin arasında, söğüt gölgesinde gerçekten düşünüyor görünüyordum ki, adam
başka bir şey demeden sakalını da alıp gitti. Evet, burası benim büromdu, köpeklerde
yardımcılarım!
Kalktım. Köpeklerle vedalaştım.
“Sizinle iş yapmak güzeldi.” Yine sallamadılar beni. Sıcak dayanılacak gibi değildi.
Hemen eve gitmeliydim. Artık sakallıdan kurtulduğuma emindim. Daha ağır yürümeye
başladım.
İş başvurusuna giderken gördüğüm ve dönüşte oturmayı düşündüğüm çay bahçesine
girdim. Hiç duraklamadan eve gitmeye karar vermiştim ama sıcak beni bu fikrimden çabuk
vazgeçirmişti. Üstelik çok ağaçlı, çok gölgeli bir çay bahçesiydi. Kimse yoktu. Birkaç masada
oturup en esintili olanını seçtim.
Sanki doğru yerde doğru zamanda değildim. Bu evler, bu sokaklar, bu kent doğru
değildi. Bir yanlışlık vardı, bir yanlışlığı yaşıyordum. Doğru olan neydi onu da bilmiyordum.
Kötü olan da buydu. Aslında, ne yaşanırsa, yaşanması gerekendi. Tercih ettiğim hayatı
yaşıyordum aslında.
Dönüp geçmişe baktıkça ne çok şeyin eksik kaldığını düşünürdüm. Ama buna rağmen
geçmiş her zaman güzel ve aydınlık görünürdü bana. Şimdi yaşananlar daha iyi değildi,
yeniydi sadece. Bu günler de geçmiş olduğunda güzel görünecek miydi? Sanmıyorum. Çünkü
üniversiteyi bitirip, doğup büyüdüğüm kentten ayrıldıktan sonra büyü bozulmuştu. Özlediğim
geçmiş orada kalmıştı. Şimdi dönsem o kente, o mahalleye, bulmak istediğim hiçbir şeyi
bulamayacağımı biliyordum. Gidecek bir yerim yoktu. Topraksızdım. Rolüm her yerde
aynıydı. Ben buydum, daha fazlası değil…
“Çay mı ağabey?”
Daldığım düşüncelerden çıkıp sesin sahibini arandım ama göremedim. Ortalıkta kimse
yoktu. Kime cevap verecektim?
“Çay mı ağabey?” Yine göremedim. Bu gün her şey şaka gibiydi zaten. Aşırı sıcağın
hayat üzerindeki etkisiydi sanırım bu olanlar. Sesin geldiğini tahmin ettiğim yöne bakarak,
boşluğa; “Yok,” dedim. “Soğuk bir su istiyorum.” Bağırdığımın farkındaydım ama sanki öyle
gerekiyordu…
Suyumu sakallı getirirse hiç panik yapmamaya karar verdim. Korktuğum olmadı. Sesi
kendinden büyük, tüysüz, ufak tefek bir genç getirdi suyu. O ses bu çocuktan çıkmıştı demek.
Üstelik cevap verdiğim yönün tam tersinden çıkıp gelmişti. Tutturamamıştım. Sıcaktandı
sıcaktan…
Bir solukta içmek varken suyu, garsonun uzaklaştığını fark edip, ‘kana kana’ keyfimi
yarıda bırakmak zorunda kaldım. Arkasından “Bir de çay alabilir miyim?” dedim çabucak.
Bir de çay için boşlukla konuşmaya niyetim yoktu çünkü.
“Tamam ağabey.”
Kocaman sesi yine çok garip geldi bana. Playback yapıyor gibiydi…
“Anneni aradın mı?”
“Aradım baba, söyledim. Serinde çıkacak alışverişe.”
“Çok sıcak olduğunu söyleseydin, rahatsız olur kadıncağız.”
“Söyledim baba, sonra çıkacak.”
“Kardeşin olacak deyyusun ne işi varmış bu sıcakta? Sabahın köründe çıktı gitti.”
“Bilmiyorum, bana bir şey söylemedi.”

“Evden barktan haberi yok, yaralı parmağa işemez deyyus.”
Çaycıyı hemen unutup, yan masaya oturan baba-oğlun sohbetini dinlemeye başladım.
Deyyus ne demekti acaba? Daha öncede duymuştum ama anlamını hiç düşünmemiştim. Eve
dönecektim nasıl olsa, yani dönmeyi umuyordum, o zaman öğrenecektim anlamını.
Baba yetmiş yaşlarında, tıraşlı, takım elbiseli, oğlundan daha bakımlı ve dinçti. Ben
ayaklarımın altında ter gölü oluştururken, o takım elbiseyle dolaşıyordu. En azından sakalı
yoktu!
Daha önce bu masada oturanlardan kalan susamı götürmeye çalışıyordu bir karınca.
Yardım etmek istesem eminim korkup kaçacaktı. Masanın üzerinde dağınık halde duran
susamları bir araya topladım. En azından fazla dolaşmadan bulurlardı ganimeti. Mesaileri de
erken biterdi böylelikle.
“Vayyyy!” Canı yanmış bir kedinin çığlığına benzer bir sesti. Hızla döndüm, masam
sarsıldı, susamlar dağıldı. Ben bir kaza, bir olay beklerken, benim telaşımın tam tersi bir
sakinlik hakimdi güne. Yalnız bize doğru gülümseyerek gelen biri vardı. Bize diyorum çünkü
baba-oğul ile masalarımız çok yakındı. Gelenin kime geldiği son birkaç adımda belli olacaktı.
Yine iş teklifimi alacaktım acaba? Umarım bu gülüşler bana değil yan masayadır. Görmemiş
gibi yapıp dönüp masamdaki dağılan susamları topladım yeniden. Karınca ortadan
kaybolmuştu.
“Vay, vay, vay…” Yan masaya yönelip ‘vay’lamaya devam etti. Biraz önce ki büyük
‘vay’ bu ‘vay’ların anasıydı, anladım o ses bu adamdan çıkmıştı. Ben olayın dışında
kalmıştım ya önemli olan buydu. Rahatlamıştım, bir çay daha içebilirdim. Çaycı hala ortada
yoktu ve bu insanların yanında boşlukla konuşmayacaktım. Çaycı onlar için geldiğinde
söyleyecektim çayımı.
Hallerinden çok uzun zamandır görüşmedikleri anlaşılıyordu.
“Azizim çok uzun zaman oldu be görüşmeyeli. Nasılsın, neler yapıyorsun, yenge hanım
nasıl, çocuklar büyümüştür artık, iş güç var mı?”
Yeni gelen sanki soruları önceden hazırlamış gibi peş peşe sıralıyordu. Diğeri ise gülerek
dinliyor, cevap sırasını bekliyordu.
“Allah’a şükür iyiyiz, hepimiz iyiyiz. Emekli olduktan sonra ticarete girdim, çocuklarla
birlikte çalışıyoruz. İyi gördüm seni, maşallah delikanlı gibisin.”
Yeni gelen de takım elbiseli, yetmiş yaşlarında ve ilk bakışta anlaşılan peruğuyla oldukça
neşeli bir adamdı. En sıcak günde yapılmaya karar verilmiş kostümlü bir toplantıya tanık
oluyordum sanki. Birazdan da yakası kürklü ceketiyle biri gelebilirdi!
Kimse çaycıyı çağırmadı ama yüksek sesli konuşma ve gülüşmeleri duyup kendisi çıkıp
geldi. Ben de çayımı söyledim. Yedek olarak da suyumu istedim.
“Benim oğlan.” Bu iki kelimeden artık kurtulduğumu sanıyordum, yanılmışım. Sakallı
olamazdı, emindim. Dönüp baktım… Baba, oğlunu tanıtıyordu arkadaşına. En yalın haliyle
kullanılmıştı burada, başka anlam aramaya gerek yoktu.
“Birlikte çalışıyoruz, sağ olsun çok yardımcı oluyor, işi de iyice öğrendi artık.”
“Koca adam olmuş bu yahu.”
‘Benim oğlan’ kırk yaşlarında vardı ve koca adam olalı en az yirmi sene olmuştu.
Sohbetin kendi üzerine dönmüş olmasından rahatsız gibiydi. İçlerinde havaya en uygun
giyinen oydu ama en çok terleyende oydu. Sadece dinliyordu. Olmak istediği yerin orası
olmadığı belliydi. Eminim ‘deyyus’ kardeşinin yerinde olmayı, asi ve özgür olmayı istiyordu.
Çalışmak zorunda kalıp okuyamayan, ailenin sorumluluğunu yüklenen ve erken evlenen
binlerce mutsuzdan biriydi sanırım. Kardeş ise okumuş ‘deyyus’ olmuştu…
Yaşlılar konuştukça açılıyor, açıldıkça coşuyorlardı. Liseliler gibi şakalaşıyor, sık sık
birbirlerine el ense çekiyorlardı. ‘Benim oğlan’ ise şaşkınlıkla izliyordu şamatayı. Bu duruma

biraz sıkılmış bir hali vardı. Kasılıyordu. Onu daha da kasmalıydım. Yüzüme küçümser bir
ifade takınıp dönüp baktım. ‘Benim oğlan’ baktığımı anlayınca, belli belirsiz bir sesle,
çekingen “baba” dedi, koluna hafifçe dokunarak. Gülmekten ve sıcaktan; bu sıcakta
gülmekten yanakları kızarmış, pancara dönmüştü yaşlılar. Ama bir kalp krizi anında ne
yapılacağını biliyordum, oradaydım, hazırdım…
“Eee koca oğlan, nasıl gidiyor hayat?”
‘Benim oğlan’ şamatanın bitmiş olmasının rahatlığıyla hemen konuşmaya başladı.
Sohbeti sakin ve ciddi hale getirmeye çalıştığı belliydi. Ara vermeden konuşuyordu. Sanki
susarsa yine el ense çekmeye başlayacaklardı moruklar. Genelde işlerinden bahsediyordu.
Kötü başlayıp kötü biten bir iş başvurusundan daha yenik çıkmıştım ve iş konusu beni
daraltıyordu. Sıkıldım, dinlemedim…
İnsanoğlunun yarattığı saçmalıklardan biri de çalışmaktı. Daha doğrusu çalışmak
zorunda bırakılmak… Doğal hakkın olan hayatı yaşayabilmek için çalışmak ve yüzlerce
salaklığa maruz kalmak zorundaydın. Oysa dünya, misafir ettiği çocuklarını aç bırakmayacak
bir anaydı. Sonunda onu da ağlattı insanoğlu. Doğaya aykırı, bilinçsiz bir yaşamı benimsemiş
insanoğlu. Her şey benim olsun diyen canlı ırkı. Denge bozuldu. Doğanın karmaşası, insanın
karmaşasıyla beraber hızla büyüyor artık. Ve ben bunları düşünmekten de sıkılmıştım artık.
Bütün insanlık, av olmadan avlanmanın kavgasındaydık bu şikâristan dünyada…
Oyalanmak için masamda karınca arandım ama yoktu. Masada bir dev oturuyordu ve
sanırım ekip bu yüzden buraya gelmeme kararı almıştı. Karıncalar konvoy halinde hep bir
yerlere gidip gelirlerdi. Çocukluğumdan beri görürdüm. Üzerlerinden atlar geçerdim
basmamak için. Ne zaman toprakta uzayan bir iz görsem üzerinden atlarım hala. Susamların
hepsini toprağa doğru üfledim. Orada olduklarını biliyordum…
‘Bizim oğlan’ susmuş, baba konuşmaya başlamıştı. Sohbet sakin ve ciddi hale gelmişti.
‘Deyyus’ konuşuluyordu. Karıncaları unutup yeniden yan masayı dinlemeye başladım. Bu
gün ne çok, bir şeyleri unutup başka şeylere başlamıştım. Sıkıntıdandı sanırım. Sıcak mı
sıkıntıyı doğuruyor, yoksa sıkıntı mı sıcağı dayanılmaz hale getiriyordu? Bunu düşünmenin
hiç anlamı yoktu. İnsanın hayatında sıkıntı ne kadarsa, unutuş ve yeni başlangıçlarda o
kadardı. Sıcağında bununla bir ilgisi yoktu.
“Tutturmuş sanat yapacakmış, edebiyat yapacakmış. Neresinden yapacaksa? Ulan, sen
önce karnını doyur deyyus, ailenle ilgilen, sonra ne yapacaksan yap. Adam üniversiteyi
bitirdi, hiçbir umudumu yaşatmadı bana.”
Okuyup adam olmanın gittikçe zorlaştığı bir ülkede, ne çok umut yüklenir okuyana.
Çoğu da gerçekleşmez bunların. Pekiyi ya okuyanın kendi umutları… İşte onlar kırıldığında
başlıyordu çürüme. Tesadüflerle meslek edinen, mesleğini sevmeyen, umutlarından
vazgeçmiş on binlerce insanın olduğu bir ülkede hangi kurum doğru işlerdi ki? Ama ben asıl
sanatın neresinden yapılacağına takılmıştım. Baba ilginç bir konuya değinmişti. Parmak
kaldırıp söz alarak, ‘neresi denk gelirse orasından yapabilirsin baba’ desem neler olurdu
acaba? Demedim tabi ki.
Baba konuştukça sinirleniyordu.
“Mis gibi mesleğin var yapsana diyoruz, dinlemiyor. Gelip ağabeyiyle de çalışmıyor.
Ama bu puşt ona gizlice para veriyor, biliyorum.” Sağ başparmağı oğlunu işaret ediyordu.
“Yapma baba ya! Çocuk aç mı gezsin? Her zaman istemiyor zaten. Çok sıkıştığı
zamanlarda sadece…”
“Bırak oğlum. Sen ağabeysin. Konuşup ikna etmeye bile çalışmadın şu deyyusu. Bir gün
başına iş açarsa, temizlemek sana bana düşecek yine. Önceden tedbir almak kötü mü?”

Soruyu arkadaşına bakarak sormuştu. ‘Bizim oğlan’ hemen çekti kendini geriye. Amca
konuşmaya başlarsa, babanın saldırılarından kurtulacaktı. Yaşlı adam önce sigarasını
söndürdü.
“Azizim, önceden tedbir almak elbette doğru. Üstelik sen haklısın, aileni korumaya
çalışıyorsun. Ama onlar da koca adamlar artık. Bırak nasıl mutlu olacaklarsa öyle yaşasınlar.
Gerektiğinde de bedel ödeyip öğrensinler hayatı. Biliyorum sen, bedel ödemelerini
istemiyorsun, buna engel olmaya çalışıyorsun, ama düşün kim bizim bedel ödememize engel
olabildi ki.”
Oğlunun suskunluğuna babası da katıldı.
“Kendini boşu boşuna yıpratıyorsun azizim.” diye devam etti yaşlı adam. “Moruk oldun
artık, kalan günlerinin tadını çıkar. Bırak gençleri kendi haline. Hepsinin gerektiğinde
asılabileceği iki bacağı var. Hadi rahatla, çay iç.”
“Yok yok, daha okurken biz onun ipini serbest bıraktık. Aman okuyor dedik, aman
üzmeyelim dedik. Bak şimdi, okuduğu için biz üzülüyoruz.”
Babayı sakinleştirmek pek mümkün görünmüyordu. Bizim oğlan iyice sıkılmıştı. Yaşlı
adam da bir an önce eğlence ve şamataya dönmek istiyordu.
“O okulda oldu ne olduysa. Tuhaf arkadaşlar edindi. Ne olduğu belli olmayan, saçı sakalı
birbirine karışmış, pasaklı, bitli bir sürü arkadaşı var. Neymiş efendim aydın insanlarmış,
sanatçılarmış. Beraber dergi çıkartıyorlarmış. Bunlardan vatana ne hayır gelir ki? Hepsi
deyyus bunların… Hele o kızların anası babası yok mu? Nasıl öyle orada burada rahatça
sürtebiliyorlar anlamıyorum ki. Saat kaç oldu? Dükkânı çok başıboş bırakmaya gelmez.
Yavaş yavaş gidelim.”
Baba dükkânı hatırlayınca bir anda Deyyus’a saldırmaktan vazgeçti. Oğlu da, yaşlı adam
da konunun kapanmasından memnun görünüyorlardı. Kocaman sesiyle garson tekrar geldi,
siparişleri alıp ortadan kayboldu. Masama elçi olarak gönderilen karıncayı izlerken, benim
hesabı da yan masaya ödetmenin bir yolunu düşündüm. Bunu gerçekleştirebilecek bir yöntem
bulamadım. Karınca bana kafa mı tutuyordu acaba? Öylece duruyordu karşımda çünkü. Bir
anda tanrın olup seni yok edebilirim ey karınca… Dönüp arkasını gitti. Tanrıyı bilen ona
arkasını dönebilendir… Bunu sakın unutma…
İlginç bir gün yaşıyordum. Günün anahtar harflerini bir araya getirince ‘benim oğlan
deyyus’ çıkıyordu ortaya. Günün anlamı buydu.
Benim oğlana ısınamamış ama deyyus kelimesini sevmeye başlamıştım. Bu ismi
yakıştırdıkları kardeşin kişiliğine yakınlık hissetmemdi bunun nedeni. Emindim.
“Alo!”
Çatallaşan sesiyle söylediği ‘alo’yu beğenmemiş olacak ki, boğazını temizleyip daha
kendinden emin ve tok bir sesle tekrar “Alo!” dedi.
“Ne dedin, duyamıyorum, biraz bağır!”
Bunları söylerken karşı tarafın da duyamıyor olduğunu düşünerek bağırıyordu ‘bizim
oğlan’.
“Vurmuşlar mı? Kimi vurmuşlar?”
Masadaki gülüşler o anda yok oldu. Sessizlik, nerdeyse benim kalkıp ‘ne olmuş ya?’ diye
sormama sebep olacak kadar ağırdı. Baba kaptı oğlunun elinden telefonu.
“Alo! Ne vurulması? Kim vurulmuş?”

Sessizlikten beklentin varsa eğer, sessizlik uzar. Sessizlik uzadıkça, alınacak cevabın
kötü olma olasılığı artıyordu.
Baba öylece kalmıştı. Sanki birden yaşlanmış, birden gerçek yaşını göstermeye
başlamıştı.
“N’olmuş baba? Baba konuşsana.”

“Azizim sakinleş. Bir çay iç, kendine gel.”
Elinden düşmek üzere olan telefonu oğlu aldı. Belki hala açıktır umuduyla kulağına
götürdü, dinledi, masaya bıraktı. Gözleri babasındaydı.
Baba konuşmak istiyor, konuşamıyordu. Sadece dudakları titriyordu…
İnleyen bir ses duyuldu. Acının sesiydi bu. Sözden önce ses yarayı açmıştı. Söz ölümdü.
“Deyyus’u vurmuşlar,” dedi.

Exit mobile version