Site icon Halley Dergisi

‘UNUTTUM’ ÇİÇEKLERİ – CANSU KOÇYİĞİT

Bir gün gelir de unuturmuş insan,
en sevdiği hatıraları bile..
Ümit Yaşar Oğuzcan

 

O gün hayatımın en beklenmedik, en hüzünlü, en yıkıcı anlarına şahit oldun. İstemedin evet,
ama sebebi sendin. Keşke o tarihi ve sonrasında yaşananları unutup, kafamın içini çöpü
kapıya koyar gibi boşaltabilseydim. Saksıdaki petunyaları havalandırır gibi dimağımı açık
pencerenin pervazına koyabilseydim. Bunların hiçbiri olamadı çünkü unutmak lüksü bana
bahşedilmedi. Tanrının sevgili kulu sendin.

Bekleme odasındaki deri koltuklarda oturmuş, sıramızı bekliyorduk. İçeride birkaç hasta daha
vardı. Kimi orta sehpanın üstünden aldığı dergileri karıştırırken kimi de aynı dergileri
yelpaze olarak kullanıyordu. Hava bunaltıcıydı, yağmur öncesi gibi… Ne var ki gökyüzünde tek
bir bulut yoktu. Arkamdaki pencerenin camından yansıyan güneş ensemi ısıtıyordu. İçi bir
sihirbazın şapkası kadar tuhaf nesnelerle dolu olan çantamdan el yordamıyla mendil paketini
bulup, biriyle terimi silmek öbürüyle de ensemi örtmek üzere içinden iki tane aldım.
“Niye geldik buraya?” diye belki iki yüz seksen altıncı kez sordun. “Senin muayene olman
için, bunu konuşmuştuk ya.” “Benim bir şeyim yok.” dedin yine kaygılı. Gözlerini iyice
açarak, yardıma muhtaç bir kedi yavrusu gibi yüzüme baktın. Buradan çıkıp eve, güvenli
yerine dönelim istiyordun, biliyordum. Ama daha fazla erteleyemezdik.

Doktorun asistanı yanımızdaki koltukta oturan hasta ve yakınının yanına gelip, bilgi formunu
doldurmak için bazı sorular sordu; isim, telefon, adres, çalışma durumu… Baktım sen de
çantandan kağıt kalem çıkarmışsın, kaşlarını indirip kaldırarak bir şeyler yazmaya
çalışıyorsun bana çaktırmadan. Göz ucuyla kağıda baktım, yarım yamalak ev adresimiz.
Bakışımı fark edince, kopya çekerken yakalanan çocuklar gibi mahcuplaştın yine. “Hık mık…”
ettin. Bir şey söylemek yerine gözlerimi devirip başımı çevirdim. Ne diyebilirdim ki?

Asistan kız senin ismini söyledi, içeri geçtik. Muayene odası da bekleme salonuna benzer
şekilde dekore edilmişti; krem rengi koltuklar, masif ahşaptan ofis masası ve orta sehpa,
kirli beyaz halıfleks. Sehpanın üstünde içeridekinden farklı olarak kristal bir vazo ve sarı-
turuncu krizantemler vardı. Çiçekler bana unutulmuş yıl dönümlerini hatırlattı. Babam biz
küçükken her sene evlilik yıl dönümlerini unutur, sen gece boyu surat edince ertesi gün eve
elinde bir buket kasımpatıyla gelirdi. Bu yüzden ‘Unuttum çiçekleri’ diye isim takmıştık
zavallı kasımpatılara. Burada rastlayınca “Ne ironik!” diye geçirdim içimden. Sahi, sen de
hatırladın mı?
Doktor “Hoşgeldiniz.” dedi.
“Şimdi size bilgi amaçlı birkaç soru soracağım. Çalışıyor musunuz?”

Endişeyle kafanı kaşıdın, “Iıh, emekliyim.”

“Evli misiniz?”

“Evet.”

“Kaç çocuğunuz var peki?”

“Dört.”

Hayretle senin yüzüne baktım, doğru mu anladım diye. Acaba heyecandan mı öyle kaçtı
ağzından? Bakışlarımız buluşunca yine mahcuplaşıp kızardın.

“Pardon, üç çocuğum var.”

“Evet. Muayeneden ötürü tedirgin olmanız çok doğal, ama inanın basit sorular, dediğim gibi
sadece bilgi amaçlı. Şimdi sizden şuradaki saate bakmanızı istiyorum.”

Doktor bey sana kaçı gösterdiğini sordu. Sanki kabız olmuş da tuvalette oturakalmışsın gibi
yüz kaslarını sıkıp gevşeterek “On bire on var,” dedin. İçimden bir oh çektim.
“Harika. Lütfen önünüzde duran kağıda gördüğünüz haliyle saati çizin şimdi.”
Kalemi eline aldın. Tuvaletteki rahatlayamamış halin sürüyordu. Kağıdın üst kısmına
kocaman bir ‘1’ çizdin. Sonra yine kaşlarını indirip kaldırarak yirmi saniye kadar düşündün
ve birin yanına ikiyi koydun. Yüzüne dünyanın tüm yükü senin sırtındaymış ifadesi gelmişti
sanki. Saati değil de pi sayısının yüz kırk ikinci basamağını sormuşuz gibi düşündün,
düşündün… Hesap yaparcasına sağ elinin baş ve işaret parmağıyla sol elinin parmaklarını tuttun
bir bir. Sonra üç rakamının olması gereken yere dokuzu, dokuzun olması gereken yere üçü
koydun. Alt kısma altı rakamını güç bela yazdıktan sonra beklemeye başladın. Neyi
bekliyordun ki? İlham gelmesini mi? Birinin sana kopya vermesini mi?
Tüm bu süre boyunca dehşet içinde seni izlemiştim, göz göze gelmemizle birlikte aralık
kalmış ağzımı kapayıp oturduğum yerde sırtımı dikleştirerek toparlandım. Belki benim göz
hapsimde olmak endişe seviyeni arttırmıştır, ondan çizemiyorsundur basit bir saati diye
düşündüm. Boğazıma bir yumru gelip oturmuştu, hafifçe öksürerek onu yuttum ve doktorun
masasının ardında bulunan pencereden karşıdaki çirkin binalara bakmaya başladım. Bu
şekilde en az on dakika geçti. Senin “Bitti.” diyen sesinle tekrar odaya döndüm. Bitirdiğin
esere kaydı bakışlarım. On dakika öncesinden farklı olan tek şey üçle dokuzun yerleriydi,
onları düzeltmiştin. Onun haricinde, kağıt bomboştu. Gözlerime yaşlar dolmasına sebep olan,
saatin kaç olduğunu çizememen değildi aslında, çerçeve olarak bir yuvarlak yapmanın bile
aklına gelmemiş olmasıydı.
Doktor eline alıp, anaokulu seviyesindeki karalamanı inceledi. Emekli olmadan önce bir
matematik öğretmeni olduğunu haykırmak istedim. Uygunsuz olacağını düşünüp, bunu da
yuttum.
“Nihal hanım, bir MR çekmemiz ve bazı testler yapmamız gerekiyor. Ama bu sizi
korkutmasın. Sadece, elli yaşında biri için düşünme hızınızda azalma ve kısa süreli
hafızanızda kayıp olmasından şüpheleniyorum, tedbir amaçlı istiyorum bunları.”
Şaşkın bir ördekten farksızdı bakışların. Saati çizememiş olmana inanamadın, tıpkı benim
gibi. Doktorun istediklerini evimize yakın bir tanı merkezinde yaptıracağımızı söyledim ve
oradan ayrıldık. Eve dönüş yolunda ağlamamak için dudaklarımı ısırıp kanattım.
Babam bizi kapıda karşıladı. “Annen yine ne potlar kırdı orada?” dedi gülerek. İçerledim.
Durumdan bihaberdi o zaman. Daha doğrusu duyargalarını kapatmıştı. Oysa bu hale gelmenin en büyük nedeni kendisiydi. Baskın ve eleştirel tavırlarına karşı çıkmak seni yorduğu için,
beynin unutmayı ve onun komutlarına uymayı tek çıkar yol olarak görmüş olmalıydı.
“Bence hepimizin terapiye ihtiyacı var.” dedim. “Sen babanla nasıl böyle konuşursun? O
doktor ne dedi de hepimizin deli olduğu fikrine vardın, saçmalamayı bırak, terbiyesiz!” diye
gümbürdemeye başladı. Babamın yaptığı gürültüye alışık olduğum halde bu kez sinirden
boynuma kadar kızardım, hiçbir şey söylemeden salona geçtim. Bir yere varamadıktan sonra
tartışmanın anlamı yoktu. Klinikte olanları babama sakinleştiği zaman anlatmaya karar
verdim.

Sen de salondaydın. Eline yine kağıt kalem almış, bir şeyler hesaplamaya çalışıyordun.
Oturduğun tekli koltuğun kenarındaki kol koyma yerine yanaşıp başının üstünden
yazdıklarına baktım. Bulunduğumuz yılla doğum yılını alt alta yazmış, çıkarma yapmaya
çalışıyordun. Üstteki birden alttaki altıyı çıkaramadın, ilkokulda öğrenilen ‘komşudan bir
onluk almak’ işlemini belleğin silmişti sanki. Beş sene önce türev integral hesapları yapan o
güzel ve akıl küpü kadına ne olmuştu? Bilmiyordum. Bunun yerine “Niye bugün dört çocuğun
olduğunu söyledin?” diye sordum yorgun sesimle.

“Imm, şeyy. Hani bir de ölü doğum yapmıştım ya, aklıma o geldi.”

“Peki niye orada bunu söylemedin?”

“………”

Beni ve abimle kız kardeşimi doğuran, üçümüzü de aklı başında sağlam duruşlu bireyler
olarak yetiştiren, rol modelim olan sana, anneme baktım. Sanki ona benzemiyor gibiydin.
Kollarından tutup sarsmak, “Ben senin gençliğinim, bana bir bak, böyle korkak, zayıf, endişeli
birine dönüşmüş olamazsın!” diye bağırmak geldi içimden. Elindeki yarım kalmış dört işleme
takıldı gözüm, bunu da yuttum, sustum.

Exit mobile version