Zor günlerde aynı acının taşıyıcısı olmak insanları yakınlaştırır derler. Çok yakınındakini de uzaklaştırıyormuş meğer.
Bu şehre, hatta bu ülkeye geldiğimizde kimsesizdik. Birbirimizden başka tutunacak dalımız yoktu. Ne hayallerimiz vardı bu sahil kasabasında yaşamaya dair. Herkesin emekli olunca yapmak istediği şeye biz gençken cesaret etmiştik. Burada beraber yaşlanmak istemiştik. Yaş aldık. Yeri geldi yaslandık birbirimize. Zamanla ağır geldiğimizi anlamamışız ki o kalkınca ayağa ben yıkıldım yere.
Dönmedi. Ben de yorulmuşum ki durduramadım. Koşup peşinden sarılamadım.
Şimdi anlıyorum ki çok yanıldım.
“Olmadı, olsun çok isterdim ama olmadı işte” dedi giderken.
Çocuk aramızda bir o yana bir bu yana çekiştirilmiş haliyle uzayan çığlıklar atınca sustuk.
Aynı acı bağırış birkaç gün önce kontrolleri için merkezdeki devlet hastanesinde emara giderken de çıkmıştı içinden. Tetkiklerin akşama kadar sürdüğü kontrol zamanları onu oyalamak hep zordu ama o gün sanki bir başkaydı çığlıkları. Sabi işte, kelimelere dökemese de olacakları hissetmiş demek. Bir an önce eve dönüp kanepeye uzanmak hayali kurarken bekleme salonundaki televizyonda gördüm haberleri. Hemen birkaç komşuyu aradım. Ağlayarak kül oldu her yer diyorlardı. Dondum kaldım. İşleri bitip geldiklerinde “Hilal, evin arkasındaki koru artık yok” diyemedim. Eve gidince üzülecek diye düşündüm ama yollardaki araç yoğunluğundan bir terslik olduğunu anladı. İlçeye vardığımızda olay çığırından çıkmıştı. Alevler evimizi de yutmuştu. “Haczin üzerine bir de bu felaket” diyerek dizlerinin üzerine çöktü. Yüreğimizdeki yangın rüzgâra teslim oldu. Hilal çok ağladı. Çocuğa sarıldı. Bana baktı. Teselli edecek cümlem kalmamıştı.
Geçen haftam yollarda geçmişti. Sorana hanımın işlerinin peşinde koşuyoruz diyordum. Sonra biri sen açtın kadının başına bu işleri dedi. Haklı tabi, o deyyus adama inanıp ortaklığa girmeseydim böyle işler gelmeyecekti başımıza. Merkezde bir tanıdık vardı. Onun yanına gittim. Borç istedim ıkına sıkıla, “Yok” dedi. Bir şey diyemedim. Piyasa kötü, bunu en iyi ben biliyordum. Dönerken aradı hanım, “İşyerine geldiler. Avukat, Nuh diyor peygamber demiyor. Ne masa bıraktı ne yazıcı hepsini götürüyor” diye ağladı. O sinirle gaza bastım. Gelişi gidişi ayrılmamış yolda kaç araçla kafa kafaya geldim. Bilse kızar. Neyse ki sonunda kazasız belasız vardım işyerine.
Ters ters baktı yüzüme, “Sözümü dinleyip işten ayrılmasaydın düzenimiz sürer giderdi, ne olacak şimdi?” dedi yüksek sesle.
“Bağırma, bana sesini yükseltme, keyfimden mi ayrıldım, patron sigortaları bile yatırmıyordu, maaşları haftalık ödemeye başlamıştı hatırlasana. Hem kazandığım günlerde memnundun, hayallerimize bir adım daha yaklaşıyorduk” diye çıkıştım.
Hiç konuşmadı. Çocuğu arabasına yerleştirip yola devam etti.
Haklıydı. Gül gibi maaşımı bırakıp bu dükkânı açmasam bugün bu kadar borcum olmayacaktı. Kaçıncı yeniden yapılandırmayı imzaladım. Her seferinde üç ay ödedim. Sonra yine bıraktım. Küresel ısınma bizim işe de vurdu. Artık kimse kalorifer döşetmiyor. “Abi devir klima zamanı” diye geldi yanıma deyus. Umut doluydu. “Sen işin teknik kısmını biliyorsun, benim çevrem geniş. Biraz sen biraz ben kredi çekeriz kurarız bu şirketi, sonra gelsin paralar. Baksana her yere yeni villalar yapılıyor” dedi. Haklıydı. Bu işten köşeyi dönen çoktu ama bana kim kredi verirdi. Mecbur hanımın üzerinden çektik. Şirketin sahibi de o oldu. “Bak oturduğun yerden para kazanacaksın” dedim ona. Çocuğu yedirirken belli belirsiz gülümsedi, “Bir düzlüğe çıkalım da çok yoruldum artık bu parasızlıktan. Annenlerle küsmesen hiç krediye de gerek kalmazdı ama çeneni tutamıyorsun ki” diye söylendi. Yine haklıydı. Bunu ona hiç söylemedim. Erkeklik gururu ya da tükürdüğünü yalamamak ne derseniz deyin. Aslında hıyarlıktı yaptığım. Kaybettikçe çok değişmiştim. Bugün geriye dönüp bakınca kendi kendime kabul ediyorum gerçekleri de iş işten geçti bir kere.
O gidince dünyam rengini kaybetti sanki. Mavinin yeşille seviştiği bu kıyı kasabası siyah-beyaz şimdi. Birkaç gün önce turuncu alevlere teslim olan ormanlar, evler korular gibi isli, yıkık, simsiyah bir enkaz içim.
Yine de gidene kal demem. Hatalarım kadar kırgınlıklarım da çok. Gitmese belki ben gidecektim. Oysa nelerden geçtik. Ne badireler atlattık. Çocuğu elimize verdiklerinde bile birbirimize bakıp aşacağız dedik. Olmadı. O aşamadı. Ben duramadım. Sırtımızı dönüp birbirimize ters istikamette yolu adımladık. Her gün biraz daha uzaklaştığımızın farkına yangında vardık. Aramızdaki saygı kırıntılarını da kül etti ateş.
Rüzgâr kesilmedi. Önce ağaçlar, kaplumbağalar, kuşlar, böcekler yandı. Kaçabilenler şanslıydı. Galiba o da şanslı. Gitti.
Son konuşmamızda “Güzelliği kalmadı buraların, ilişkimizin de” dedi. Sigara yaktı yüzüme üfledi. Sinir olurdum bu hale. Hem sigarayı yıllar önce bırakmıştı. “Hayırdır” dedim.
Döndü güldü;
“Hep içtim biliyor musun? “Kandırdım seni, bile isteye canını acıtmaktı niyetim. Bana arkanı döndüğün her yerde içtim. Arada mutfakta, dükkânda dumanı yakalardın ya hani, komşulara yıkardım suçu. Bir sen içmiyorsun zaten esnaf arasında, her yer duman, herkesin elinde olunca bir kez şüphelenmedin. Sen bunca yıl karının sigara içtiğini fark edemedin. Uzakları yakın eden Mirsad Efendi, yakınları uzak ettin. Milletin evini ısıtıp kendi evinde eşini, evladını soğuğa mahkûm ettin.”
Haklıydı. Her zaman birileri haklıydı. Bu hak bana neden uğramazdı? Hayır haklıydım herkes kadar hatalı, yalnız, akılsız. Ve belki biraz da patavatsız.
Sonra acı acı güldü:
“Sahi kendini siroz yapmaya çalışırcasına içerken her gece, neden sigara içmiyorsun ki? O kadar çok mu seviyorsun bu hayatı? Dünyaya kazık çakmak mı niyetin? Yok yok bilirim, benden kurtulmak derdindesin”
“Sana ancak katlanıyorum” dedim, “İçmeden çekilmiyorsun.”
Hataydı. Yıllardır bana, aileme, bu hasta çocuğa, işsizliğime, iflaslara dayanmıştı. Sahi bana nasıl katlanmış diye düşünürken içimden kallavi bir küfrettim.
Ne oldu bize diye düşündüm sonra. “Canım”sız, “Aşkım”sız konuşmazdık bir zamanlar.
Sigarayı söndürdü. Yüzüme dehşet içinde baktı, “O kadar mı şirretim senin gözünde?” diyerek ağlamaya başladı. “Sana da sana rastladığım güne de lanet olsun” diyerek sövmese kalkar sarılırdım. Olmadı. Kalbim soğumadı. Aramız ısınmadı.
Veda etmeden vedalaşıldı. Çocuk bağırdı. Bir bana bir annesine baktı. Çözemedi. Hiçbir şey anlamadan bizimle yıllardır yaşamıştı. Sustu. Sonra daha fazla bağırmadı. Zaten kelimelerle hiç tanışmadığı gibi bizimkileri de çaldı. Belki çocuk böyle olmasaydı…
Siktir lan, her boku yedin üstüne alınmadın. Ne suç varsa zavallı sabiye yıktın.
“Hani bırakıp giderken seni, böyle bakmayacaktınnnnn”
Bakmadı zaten Hilal. Abisi biletlerini almış. Çağırdı. İkiletmedi hanımefendi. Hemen atladı uçağa. Vedasız bir vefasız olarak bu yalnızlık köşesi de bana kaldı.