Halley Dergisi

YARINSIZLAR – GİZEM ÇELEBİ ÇAMLI

 

Fotoğraf: Hasan Yılmaz

Bıçak değil

ustura sırtıydı hayatlar!

Hayalleri köpükten,

hüzünleri çelikten yarınlar…

-Şşt! Bak bakam bana! Tükrük sakal mı bıraktın lan? Balkon çucuğuu musun oğlum sen ne ayaksın?

            Sabri, mahçubiyetle eğdiği başını önünden ayırıp, ustasının aynadaki yansımasıyla göz göze geldi. Başını yeniden önüne eğdi:

            -Şey… usta, azıcık sakal bıraktıydım. Çocuksun diyor, yeni müşteriler tıraş yaptırmıyorlar bana!

            Ustası saatine baktı, güldü, ensesine patlattığı şaplaktan sonra İç Anadolu’nun genzindeki yadigârı hırıltılı kelimeleri bahşediverdi.

            -Git lan evine hadi! Haa, yarın da bunu kesecen ona göre!

            Son cümlesini söylerken gözünü hiddetle kısıp, çevik bir hamle ile yakaladığı dudağının altında kümelenmiş seyrek sakal tutamını sağa sola çekelemiş, birkaç telin uzun, biçimli parmakları arasında kalmasında da hiçbir sakınca görmemişti.

            Kırk yaşına yeni merdiven dayamıştı ustası ya yine de göstermiyordu. Uzun yıllar içtiği tömbekinin dişlerinde bıraktığı sarılı kahverengili duman haritasına rağmen yakışıklı bir adamdı. Gür sesliydi bir defa. Bağırdığı zaman, aynalar çivilerinden kurtuluverecekmiş, hürriyetine eren aynalar, sevinçle yerlere tuz buz olup seriliverecekmiş gibi gelirdi. Elaya çalan yeşil gözleri, düzgün yüz hatlarının penceresi gibi ışıldıyor, uzun boyu, biçimli uzun parmak ve tırnakları ile bıraktığı izlenim, konuştuğu andan itibaren bir düş gibi dağılıveriyordu.

Babası, kolunun üst tarafından tutup, şu üstünde at nalı asılı kapıdan içeriye iteleyeli iki sene geçmişti. “Ohudun ya, gerisi neyine gerehmiş, hönküre hönküre ağlayıp duruyon garı gibi? Mesleeğeni öğrenecen, altın bilezih tahacan goluna bu zamanda! Çalışmayana ehmeh yidirmem ben çatımda!” Baba diyordu ya bu adama, zoruna da gitmiyor değildi hani.  Baba bilmişti işte onu, ne yapsın? Anası, babasını yitirdikten sonra kalakalınca öyle ortada o sahip çıkmış hepsine birden. Onun iri, nasırlı ellerinden ilk tokadını yediğinde dört yaşındaydı sadece. Diğer kardeşi de iki. Annesinin basmasının kavrulmuş soğan kokusunun kollarında ağlarken yine o adamın verdiği lokumlarla avunmuştu. Öyle veya böyle babaydı işte. Yanağındaki kırmızı izlere, bacağındaki çürüklere, kulağının sandığında kilitli ardı ardı kesilmez küfürlere rağmen “baba” deyince hüzünlü gemileri kalbinin limanlarından demir alır, ufka doğru tam yol ileri gider, öfkeleri dalgalanıp köpürse de, eninde sonunda duruluverirdi. Belki de tüm babalar böyleydi. Bilmiyordu ki başkası nasıl olur?

Okula başladığı zaman Yüksel Öğretmenin sımsıcak bakışı, başını bir serçeye dokunur gibi incitmeden, öylesine kırılgan sevişi ile öğrendi bir baba tarafından sevilmenin ne olduğunu. Öğrendi ya, bu kez de evde huzursuzluk dolu günleri başladı! Küçük yaşına rağmen kendini boşverse de kardeşine, anasına ettiği küfürleri yiyip yutamaz olmuştu. Çoğu gece sert yastığa başını yasladığında, yastığın nemli kokusu ile uykuya dalmaya çalışırken kendi kollarını sanki Yüksel Öğretmenin kollarıymış gibi düşleyip yine kendi bedenine sarılır, öğretmeninin babası olduğunun rüyaları ile sabahı ederdi. Bir gece düşünde uçurtma uçurmuşlardı kırlarda. İpi kopan uçurtma, bulutlara ahbaplık etmek için döne döne uzaklaşırken düşlerindeki babasına doğru koşmuş, Yüksel babası da üstleri tüylü, yumuşak elleri ile onu havaya kaldırmış, Onu döndürdükçe kahkahaları birbirine karışmıştı. Bir başka gece beraber balık tutmuşlardı düşünde. Pantolonlarının paçalarını kıvırmışlar, oltalarına takılacak kısmetlerini beklerken; denizin şımarık, tuzlu kıpırtısının kendilerini ıslatmasına izin vermişlerdi. Sabah uyandığında bedeli ağır olmuştu tabi! Tatlı düşünün kollarından sıyrılamayan küçük bedeninin sıcak idrarı, düşündeki denizin nemi ile karışmış, babasının zilletlerinden onu kurtaran yine çaresizliğin pençesindeki anası olmuştu.

Müşfik ama bir o kadar da zavallı bir kadıncağızdı anası. Bir anda ortada el kadar iki çocukla kalıverince baba evine dönmek istese de: “Üç boğaza daha bakamam! Bak başının çaresine!” denince konu komşunun da araya girmesiyle evlendirilmişti hemen. Bereket ki yeni çocukları olmamıştı. Üvey babası, anasına vurmuyordu ama bazen öylesine küfürler savuruyor ki dövmekten beterdi. Öyle büyük meselelere de gerek yoktu hani! “Çorbayı neye çoh gaynattın, ağzımı mı yahmaya çalışıyon haa!” diye yükselen ses, yerini yenilmesi yutulması zor bir küfre bırakmakta gecikmezdi.  İşte o zamanlarda büyüyüp büyüyüp kocaman olmak istiyor, anasını ve kardeşini tuttuğu gibi uzaklaşıp gitmek istiyordu. Anası gün atlamasın ki üvey babasının elinin, birazdan yanağında sona ereceğini bildiği yolculuğunu durdurmak için hızlıca atılır, bir eliyle yumuşak göğsüne başını gömüverirken diğer eliyle dev, nasırlı elin hiddetini durdurmaya çalışırdı. Bir ekmek parasına harcanan nice ömürlerden birkaçı da şu iki göz odalı evin içindeydi işte.

Çok da uzun süremeyen okul hayatının her yılında Sabri, evde bulamadığı huzuru, okulun duvarları arasında buldu. Kafasına koymuştu. Yüksel Öğretmeni gibi bir öğretmen olmak istiyor, o da bir başka Sabri’nin rüyalarının kahramanı olmak istiyordu. Orta son sınıftan mezun olup eve vardığında elindeki karnesine bakan babası öylece bir göz atıp elinden fırlatmış, gerçekleştirmek için sabırsızlandığı uçsuz bucaksız hayallerinin önüne çekilecek upuzun bir duvarın soğuk çehresini hissetmekte geç kalmamıştı. Yalvardı, ağladı ya! Ne fayda? Karne aldığının üçüncü günü, gözlerinin şişinin inmesini dahi beklemeden işte şu, tam ortasında küçük nazar boncuğu bulunan at nalının asıldığı kapıdan içeri itelerken, soluğu yetmiyormuşçasına tıslayarak, öksürerek seslenmişti.

-Ömer usta! Eti senin, kemihleri benimdir haa ona göre! Mesleh öğreteceen buna artıh. Eşşeh gadar herifin garnını ben mi doyuraam ya ha demi?

Şiş gözleri ile yalvarırcasına baksa da Ömer Ustanın çakır gözlerine, işe yaramamıştı:

-Nah şurda süpürge. İyice bir süpür bakalım dükkanı da elin, becerin gırılsın az! Bir tek kıl göreyim de yerde sen ondan sonra gör bakalım bu elin bi tersini, bi de düzünü.

İkinci gün sabri yine gözleri şiş girdi şu üstünde  at nalı asılı kapıdan ama söz vermişti kendine. Artık ağlamayacaktı. Kuraklık önce yüreğine çökmeliydi ki, yüreğinin çorak toprakları gözlerindeki nemi bir çırpıda yok ediversin. Bir gecede senelerdir içinde yeşettiği, büyüttüğü o güzelim hayallerinden vazgeçiverdi. Sabri öğretmen olup, kollarında yetiştireceği mini mini çocukların yerini, uzun saplı bir çalı süpürgesi, bir de kenarı kırık kırmızı, uzun saplı faraş alsa da bir daha asla ağlamadı.

İlk gün süpürgeyi yanlış yere koyduğu için dayak yedi. İkinci gün ise müşterinin ceketine su damlattığı için. Her gün, her an nasılsa dayak yiyebileceği birkaç sudan sebep çıkıyordu. Saygıda kusur etmese de ustasıyla arasındaki dev buz dağları geçen zamana inat yelkovanla ters yönde döndü durdu. Bahşiş usulü çalışıyordu. Yani, tıraşa gelen müşteri, ustasına tıraş parasını ödedikten sonra birkaç kuruş da kendi cebine sıkıştırıyorsa ancak evine cebinde parayla dönebiliyordu. İsterse tüm gün boyunca bir yudum çay içecek, evden getirdiği ekmek arasını yiyecek kadar zaman dahi bulamadan çalışsa da bahşiş yoksa, eve boş gideceği anlamına geliyordu bu. Üç kuruş dahi bahşiş alamadığı günler, dükkana gidip dönmek için yol parasını da üvey babasından alması anlamına geliyordu ki, sadece bir defa isteme gafletinde bulunmuş, işitmediği hakaret kalmamıştı. Bahşişin olmadığı günler bir saati geçkin yürüdüğü yolları arşınlamayı asla ama asla üvey babasına boyun eğmeye tercih etmeyecek kadar büyüyüverdi. İçinde; kimsenin görmediği ama kendisinin olanca ateşle hissettiği gururun ılıklığı ile bir gün dahi sesini çıkarmadan yürüdü gitti, yürüdü geldi. Zamanla, bir şeyler öğrenmeye de başladı. Önce malzemeler, sonra esnaf derken yavaş yavaş müşterileri de tanır oldu. Müşteriler de bu mahcup, nazik, çalışkan çocuğu ellerinden geldiği kadar bahşişle yüreklendirmeye başladılar. Bu sayede cebi her gün küçük miktarda da olsa para görmeye başladı. Ömer Ustayı her tıraş yapışında aynı dikkatle, aynı özenle izliyordu. Müşterisine merhaba deyişine, kapının önünde kurutup, dolaba dizilmiş katlı havluları biçimli parmakları ile kıvrakça açıp, müşterinin boynuna yerleştirişine, fırçayla köpüğü dans eder gibi sürüşüne, usturasının parmakları arasındaki duruşuna, makası şaklata şaklata, çevire çevire kullanışına, ustasının tüm seriliğine rağmen aynı ilgiyle izliyordu. Öğrenmişti aslında pek çok şeyi ya, izin vermiyordu ustası henüz. “Hindi gibi gırtlaklaycan mı lan herifleri! Sabret az! Ananın karnında nassı durdun o gadar?” Anasının adının geçtiği her cümlede asıl gırtlaklamak istediği ustanın bizzat kendisi oluyordu ya! Ne yapsındı işte, susmaktan, öğrenmekten, para kazanmaktan başka? Senesini tüketip aştığı günlerde, ustasının bir türlü başından kalkamadığı batak partileri sayesinde; saç kesimlerini, tıraşları yapar olmuş, bahşişleri de hatrı sayılır biçimde artmıştı. Her gün kazandığının büyük bir kısmını küçük teneke kutunun içinde biriktiriyordu. Yeni hayaller, bir teneke kutunun içinde gerçek olmak üzere eciş bücüş, sarmaş dolaş bekliyorlardı.

Dükkandan çıktı. Otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Kasım soğuğunun bir anda ta içine işlediğini hissetti. Fermuarı bozuk montunun üstteki çıtçıtlarını bağladı. Ellerini cebine daldırdı. İyice büzüştü. Kolları, bileğinin üç parmak üstüne kadar kısalmış montunun ceplerinde kıpkırmızı olmuş ince parmaklı elleri birer yumruk halini almış, durağa doğru sert adımlarla ilerliyordu. Sağ cebinin astarı yırtıktı. Elini yırtıktan içeri daha ötelere doğru ilerletti. Karnının üstüne denk gelen kısım daha sıcaktı sanki. “Diğer astarı da ben yırtayım bari.” diye geçirdi içinden. Başka türlü bu rüzgarın insanın içine kılıç saplar gibi sapladığı soğuğundan korunması imkansız olacaktı. Durağa vardı. Tek tük atıştıran yağmur tanelerinin yerde bıraktığı küçük, telaşlı ıslaklıkları bir oyunmuşçasına takip etmeye koyuldu. Elini, çenesinin altındaki tüy öbeğine götürdü. Hala sızım sızım sızlıyordu dipleri. Ne istiyordu ki Ömer Usta iki tutam tüyden? Dursa ne olurdu sanki? Yeni müşteriler yüzüne bakıp, hele bir de henüz patlamış iri, kırmızı sivilceleri de görünce: “Sen sürme elini, ustan yok mu senin?” deyiverince içini tuhaf bir kırgınlık, çocuksu bir küskünlük kaplıyordu. Evet, belki de henüz bir çocuktu onların gözünde. Öyleydi de! Ama O, kendisinin çoktan büyümüş olduğunu biliyordu. Hayallerinin yok edildiği, karnesinin yere fırlatıldığı gün büyümüştü. Nasıl anlatsındı, nasıl inandırsındı ki?

-Napıyon lan bebe? Sevgilini mi düşünüyon yoksa arpacı kumrusu gibi?

İrkildi Sabri. Çekinecek nesi vardı ki? Sağ elinin baş parmağı ile damağını tıpkı anasının yaptığı gibi iki kere yukarı doğru itip bıraktı.

-Aman be İlhan abi! Ödümü patlattın! Dalmışım öyle işte. Dükkanda kaldı aklım.

-Yuh be kardeşim, akşamın kaçını etmişiz daha sen de niye dükkanda kaldı aklın?

-….

-Söylesene be oğlum?

-Ya abi, Ömer Ustayla yapamayacağım ben artık. Ne yapsam da yaranamıyorum ben O’na. Her gün hakaret, her gün küfür.

-Oğlum hani vurmuyor artık dediydin?

-Eskisi gibi vurmuyor da, yine bir şekilde tersoya getirdi beni. Azcık sakal bıraktıydım. Yarısını çekti kopardı adi herif!

– Sık dişini az daha oğlum! Ne kaldı ki şunun şurasında? Şimdi dükkan değişsen ne olacak? Yeni yeni müşterilere kendini anlatana kadar yine elin götünde tüm gün bekleyeceksin ki seni tanıyıp, sana tıraş yaptırsınlar, para versinler! Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin oğlum. O kadar derinde yüzdün de sığ sularda mı batacaksın oluuum? Az daha sık dişini işte. Oradan ver elini Almanya!

İlhan abisinin omzunu sarsmasıyla öfkesi dağılıp yerini taze hülyaların büyüsüne bırakıverdi. Ah, O da olmasaydı, ne yapardı şu acımasız dünyada? Bir anası, bir kardeşi bir de İlhan abisi. Aralarında çok yaş farkı yoktu ama abi diyordu İlhan’a. Öyle değer veriyor, öyle seviyordu çünkü. Ankara’dan gelmişti amcasının yanına. Bir dönem kalfası olarak işe almıştı O’nu Ömer Usta yanına. Orada tanışmışlardı. Kara yağız bir delikanlıydı. Kalın kaşlı, kara gözlü, uzun kirpikli. Halat gibi kalın bilekleri, geniş omzu ile güven verirdi insana. Çok şey öğrenmişti ondan. Hele ki bu cemiyetin kurnazlıklarını, hilelerini. Üç  beş ay durdu durmadı girdiler ustayla birbirine. Öylece çekti gitti İlhan abisi. İki sokak üstteki berber Avni’ye kalfa girdi. Yüzde otuz kalıyordu cebine bu da yetiyordu ona. Getirdikleri öğlen kumanyalarını paylaşırlarken anlattıydı O’na Almanya’ya gitmek için para biriktirdiğini. İlk biriktirdiklerini amcası elinden zorla alıverince, ikinci postayı gizli saklı biriktirir olmuştu. Tamamlanır tamamlanmaz ise Almanya’ya gidecek, orada işe girecekti. Ondan sonra ne Ankara’ya ne de İstanbul’a dönecekti. Evlenip çoluğa çocuğa karışacaktı elin memleketinde.

İlk duyduğu zaman çok da kulak asmamıştı ya, sonra sonra bu fikir Sabri’nin de pek hoşuna gitmişti.  İlk önce kendi giderdi Almanya’ya. Bir müddet arı gibi çalışırdı. Hatta gece başka işe, gündüz başka işe giderdi. Ne iş olsa yapardı da. Sonra annesi ile kardeşini alırdı yanına. Küçük ama güzel bir ev kiralarlar, içini de döşerlerdi. Kardeşi okula giderdi burada. Kendisi okuyamadı ama kardeşi mutlaka okuyacaktı. Bunu aklına koyduğu andan beri teneke kutunun içinde birikenlerle geleceğe dair umutlar da birikti. Umut, insanın harcadıkça bitiremediği belki de tek hazineydi.

Yaklaşan otobüsün kızgın bir boğa gibi tıslayan sesi ile sımsıcak hayalinden sıyrılıp, gecenin soğuğuna geri döndü. Soğuktan hiçbir zerresini hissetmediği ayakları ile güç bela otobüsün merdivenlerini çıktı. Sıcak hava dalgası sarılıverdi tüm vücuduna. Ani ısı değişikliği  ile cılız vücudu ayağından başına kadar titredi.  Arka koltuğundaki boş yere yan yana oturdular. Otobüsün sıcağında öylesine mayışıverdiler ki birkaç dakika hiç konuşmadan, sıcaklığa teslim olmuş bedenlerinin eriyişini dinlediler. Elini, Sabri’nin dizine koyan İlhan bozdu sessizliği:

-Eee anlat bakayım bebe, evde ne var ne yok?

-Aman be abi, bildiğin gibi işte. 

– Haydar’la nasıl gidiyor?

-Bilmem ki abi. Aynı çatı altında yüzünü gördüğüm mü var? O daha kalkmadan kalkıyorum. Anam sağ olsun, sabah namazından sonra yatmıyor, çayı koyuyor ocağa. Kahvaltı ediyoruz. Sonra hemen dükkanı açmaya geliyorum biliyorsun. Az geç kalsam Ömer Usta demediğini komaz bana! Akşamları da en erken çıktığım saat bu. Haydar kahveden geç dönüyor. Ya ben uyumuş oluyorum, iş çok olursa da o uyuduktan sonra giriyorum eve. Ne kadar az görsem, o kadar iyi.

-Haklısın birader, çekilecek dert değil o adam!

-Ben neyse de, anama kıyamıyorum işte. Ya biz Almanya’dayken eziyet ederse diye ödüm kopuyor. Zaman zaman diyorum ki: “Vazgeç be Sabri, bırakma anacığını elin pis adamıyla!” Sonra bakıyorum ceplere abi. Yok işte! Gitmesem, anamı asla kurtaramam o adamdan. Önce kalfalığı al, sonra ustalığı. Diyelim ki aldım ustalığı ne ile açacağım ki dükkanı? Yine çek dur milletin ağız kokusunu. Gözü çıkasıca sermaye be!

-Öyle be Sabri’m, öyle…  Kaderimizi biz çizeceğiz be kardeşim. Gör bak. Bir gidelim şu Almanya’ya da bak gör. İlk önce biraz zorlanırız belki ama sonra sonra forsumuzu duymayan kalmasın be oğlum!

-Abi, sen ayarladın mı gidiş işini. Hani bir adam var diyordun ya? Ne oldu o, görüştün mü? Dur, dilimin ucunda çıkaramadım adamın adını. Heh Nuri’ydi ya!

-Namı-diğer timsah Nuri. Adam öyle bir süzülüp geçiyormuş ki deniz üzerinden Bulgar eline, aha böyle jilet gibi. Ruhu duymuyormuş kimsenin.

-Hadi bee!

-Tabi ya birader, ne sandın? Herifçoğlusu kaç tane bebe geçirmiş karşıya sayısını ben bilemem!

-Anlattı mı sana hepsini?

– Anlattı tabi ya! Nahh böyle dosyalar tutmuşmuş geçirdikleri adamlarla ilgili. Hepsini gösterdi bana tek tek.

– Var mıydı kimse yanında?

-Tek başına nasıl yapsın o kadar işi lan! Elbettte vardı yanında. Bir yardımcısı var Mengene Halil. Bir de bizi geçirecek botun kaptanıyla görüştüm Rıza Reis. Heyy gözünü sevdiğimin reisi! Bir sakal vardı adamda sanırsın ki büyük gemi kaptanı.

-Belki de kullanmıştır büyük gemileri.

-Kim bilir? Elbet kullanmıştır evvelde. Ama yolunu bulmuş işte herifler. Deli para kırıyorlar Bulgar eline geçirdiği adamlardan. Öyle de hürmet görüyor herif Timsah’tan. Neredeyse sakalındaki biti temizletecek herif.

– Eee abi kaça geçircekmiş bizi karşıya? Yetecek mi paramız ha?

-Valla oğlum iki saat konuştum. Anlattım halimizi. Önce bir olmazlandılar filan ama sonra ben vazgeçip de yıkınca masayı onlar bu kez sarıldılar paçama. Adam başı ikişer bine bağladım en son!

– İki bin mi! Abi çok değil mi? Bu paraya kendimiz de giderdik Bulgar eline.

– Lan mal! Senin pasaporttan, vizeden hiç mi haberin yok? İki bine kimse kimseye günahını satmaz bu devirde. Kaç para var sende?

– Abi bin altı yüz var bende. Dört yüzüm eksik daha. Bir de Bulgar elinden Almanya’ya geçerken de para lazım.  Ne kadar mühlet koydu herif?

– Valla oğlum ocağın sekizi dedik. Bir buçuk ay var daha!

– Napalım abi biriktireceğiz başka çaresi yok. Gerekirse alırım elden düşme bir boyacı sandığı, geceden sabaha otogarda ayakkabı boyarım. Napayım İlhan abi başka? İlla gelmeliyim seninle. Yok başka çarem.

– Dert etme birader. Bir şekilde hallderiz. Amcam almayaydı o paraları elimden ikimize de yeterdi ya işte! Şerefsiz herif!

Bir buçuk ayın nasıl geçtiğini anlamadı bile Sabri. Hiç oturmadan kapıda karşıladı müşterilerini. Hatrı sayılır müşterilere özel kolonyadan ikram ettikçe pantolonunun cebi de ihya edildi. Akşam hiç eve gitmeden dükkanın malzeme deposuna sakladığı boyacı sandığı ile şehirler arası terminalden gelen geçenlerin kunduralarını parlattı. Öyle böyle tamamladı parayı. Saydı İlhan’ın eline. Ertesi gün sabaha karşı üç gibi limanda buluşacaklardı.

Sabri eve o gün daha erkence geldi. Bir duş aldı. Anasına kardeşine doya doya sarıldı. “Beni affedin.” diyordu içinden sürekli. “Sizi bu adamla bir başınıza burada bırakmak zorunda olduğum için beni affedin! Ama her şey düzelecek. Sizi de çekip çıkaracağım bu sefaletten!” Uyumaya diye yattıysa da uyuyamadı. Kardeşinin masum yüzünü seyretti, yavaş yavaş inip kalkan göğsündeki boğuk ritmi dinledi. Kim bilir ne kadar çok özleyecekti. Aylardır ilk kez göz yaşlarının yanaklarından süzülmesine izin verdi. Sert yastığını doya doya ıslatmakta hiçbir sakınca görmedi. Vakit geldiğinde eski okul çantasına tıkıştırdığı birkaç üst baş ile bir de anası ve kardeşiyle geçen bayram çekildikleri fotoğrafı da alarak limana geldi. İlhan, Sabri’yi görünce hemen yanına geldi:

– Vazgeçtin sandım oğlum nerede kaldın?

– Anca çıkabildim abi, kusura bakma.

– Neyse tamam hadi geçelim bir önce. Şuradaki adamları görüyor musun? İşte onlarla beraber geçeceğiz Bulgar eline.

– Vay bee, abi epey de varmış.

            Sen ve benle beraber tam kırk beş kişi. Ne sandın oğlum? Kaç fakirin daha rüyası bu yolculuk kim bilir haberin var mı? Hadi hadi lafa dalmayalım. Geçelim oraya. Konuşma yapacaklarmış. Herkesin toplanmasını bekliyorlar.

            Timsah Nuri adının tersine ufacık tefecik bir adamdı. Nesine timsah diyorlar bu adamın şaşılacak şeydi doğrusu! Sabri, dev cüsseli bir adam hayal etmişti. Kumral, kısa boylu, tıknaz, göbekli, sıradan, çok sıradan görünen bir adamdı. Boğazlı kazağın üstüne giydiği ceket onu olduğundan daha zayıf gösterse de, yine de kemerinin üstünden sarkan göbeği ile timsahın şanına tam da zıt bir görüntüde olduğunu düşündü. Demek ki görüntüye aldanmamak gerekti! Eliyle şöyle ikişer ikişer oradaki tüm kafaları saymaya başladı. Şaşırınca yeniden başa döndü. Bu kez işini başarı ile tamamlayınca, sesini çirkin bir öksürük ile temizleyip yere iri bir parça tükürük savurduktan sonra konuşmaya başladı.

            -Beni dikkatle dinleyin. Zor bir yolculuğa çıkacaksınız.

Sabri şaşkınlığını gizleyemedi. Kibar bir ses tonu vardı.

            -Yol boyunca size yetecek kadar su ve ekmeği ambara koyduk. Deniz yolculuğu bu. Zaman zaman motor gücü ile gideceğiz. Tehlikeli bölgelerde motoru durduracağız. Bu yüzden sakın ola şaşırmayın, telaşlanmayın. Tehlike geçene kadar ne bir motor sesi, ne de bir ışık kullanacağız. Siz de ambarda konuşmalarınıza dikkat edin. Bol bol uyumaya ve dinlenmeye bakın!

            Yavaş yavaş tekneye geçtiler. Kırk beş tane yüzü geceden daha kara adam doluşuverdiler düş teknesine. Gürültü ile çalışan motor ile üstlerine kapanan ambar kapısının gıcırtıları birbirine karıştı. Sarsıntı ile gitmeye başladılar. Kırk beş hayal yolcusu, birbirini hiç tanımadıkları halde, sanki senelerdir ahbaplarmışçasına koyu bir sohbete daldılar. Kimisi ise Sabri gibi teknenin bir kenarına büzülmüş, susuyordu. Sabri’nin aklına anasıyla kardeşi düşmüştü. Sabah uyandıklarında ne çok korkacaklarını düşünüp, rahatsız hissetti kendini, midesi bulandı. Uzun bir sarsıntı ve gidişten sonra motor durdu. Epey bir süre sessiz kaldı. Ambar o kadar karanlıktı ki ne kadar zamanın geçtiğini anlamanın imkanı yoktu. Yukarıda ayak sesleri duyulmaya başlayana kadar aşağıdaki kırk beş tane yüzü geceden daha kara adam, ölüm sessizliği gibi bir ağırlıkla susuyordu. Akabinde başlayan gürültülü motor sesi, ara sıra şiddetini arttıran sarsıntı ile yollarına devam etmeye başlayınca, az evvelki sessizliğin yerini, birbirine hayallerini anlatan umutlu adamlara bırakıyordu. Bir ara uyudu, uyandı Sabri. Beşik gibi sallanan teknenin kucağında biraz olsun vicdan azabından sıyrılıp kendini uykunun kollarına bırakmak iyi gelmişti. Herkes aynı durumda olmalıydı ki uyandığında düzensiz, bir çok horultu, diş gıcırtısı birbirine karışıyordu. Yolculuğun başında içini döndüren kesif ayak kokusuna ise burnu alışmış olmalıydı ki duyumsamıyordu. Yeniden gözlerini kapadı. Bir parça daha uykunun esiri olmakta hiç bir sakınca görmedi.

            Uyandığında motor sesi durmuştu. Biraz ekmek yedi. Suyundan birkaç yudumunu  korkarak aldı. Olur olmaz bir yerde sıkışmak istemiyordu. Doğrulup sırtını yasladı. Motorlar hala çalışmıyordu. Tehlikeli sularda olduğunu bilek kırk beş adam yine konuşmalarını fısıltıya bırakmış, durgunlaşmıştı. Uzunca bir süre beklediler. Pofurdanmalar arttıkça teknenin ambar yolcularının birkaç saat önceki sessizliğinin yerini garip, boğuk bir uğuldama almıştı. Ne motor gürültüsü duyuluyordu ne de ayak sesi.  Biri daha fazla dayanamadı:

            -Yahu abiciğim donumuza mı işeyelim burada? Bir kelam edin de çıkıp bir hacet görelim!

            Ses soluk yoktu. Ne olmuş olabilirdi ki? Aksi giden neydi? Biraz önce yukarı doğru başını kaldırıp bağıran adam bu kez ambarın alçak tavanını yumruklayarak konuştu.

            -Hoooop, size söylüyorum. Duymuyor musunuz beni?

            Cevap gelmeyince adam öfkelendi:

            -Hadi bir el atın da açalım şu kapağı.

            Ağır ambar tavanını gürültüyle itilmeye başlandı. Ikınan adamlar bu ağır kapağı yerinden oynatmakta bile zorlanıyorlardı. Yorulanın yenisini bir başkası alıyor, başarısız olan bayrağı diğerine devrediyordu. En dipte uyuyan adam uyandı, yaklaştı.

            -Eski pehlivanım ben. Dededen karakucak. Açılın bakayım az şöyle. Bir kaçınız yardım etsin.

            Pala bıyıklı pehlivandan çıkan tuhaf sesler gürültüyle açılan ambar kapağına karıştı. Saniyeler içinde hepsi teknenin güvertesinde sıralanmıştı. Öylece de kaldılar! Yerinden hiç oynatılmamış, demiri dahi alınmamış, halatı çözülmemiş bir teknenin güvertesinde aynı sarhoşluk, aynı şaşkınlık aynı yürek çarpıntısı ile dakikalarca dikildiler. Hiçbirisi bir diğeri ile konuşmadan birer ikişer karaya ayak bastılar. Kayalara doğru çöken İlhan abisinin omzuna el vurduktan sonra Sabri, limana dik uzanan yolu adımlamaya koyuldu. Sırtında eski okul çantası, burnunda anasının kavrulmuş soğan kokulu basmasının kokusu öylesine ağır, öylesine bomboş yürüdü. Martıların, ardından çığlık çığlığa kahkahalar attığını duyuyordu.

Exit mobile version