Otomobil eski bir binanın önünde durdu. Kafasını kaldırıp binaya şöyle bir baktı. Yine bir gösteri, yine bir şehir… Ahşap çerçeveli cam kapıyı araladı. Bir çıngırak sesi duyuldu. İki basamak inip bankoya doğru ilerledi. Tuğla duvarlar ve cılız spot ışıkları ile lobi loş ve kasvetliydi. Saksılara yerleştirilmiş bitkilerin yeşili tuğlaların kırmızısına karışıyordu. Şehir merkezindeki küçük otelleri tercih ederdi her zaman. Her yere yürüyerek gidebilmek, şehrin sokaklarında kaybolmak hoşuna giderdi. Odasından şehrin seslerini de dinler, kendini onun ritmine bırakırdı. Anahtarını alıp tonozlu kapıdan avluya geçti.
“ANONS YAPILIYOR.” uyarısı ile ekrandaki görüntü dondu ve hostesin sesi duyuldu. Bakışlarını etrafta gezdirdi. Koltuklar iyiden iyiye birbirine yanaştırılmıştı, sıkış sıkış… Dirseğinde tanımadığı bir bedenin sıcaklığı. Sınırlar… Kimi zaman kıpırdayamayacak kadar yakın, kimi zaman hissedemeyeceğin kadar uzak. Yüreği sıkıştı. Öfff! O gün de böyle sıcaktı. Doktorun elleri… Bileğim… “Dans edemezsin bir daha. Sakat kalırsın.” Kalmadım işte. Ne bilir ki doktorlar! İyi ki aldırmadım söylediklerine. Dans edemezmişim, ettim işte! Ödül bile aldım, dünyanın en önemli ödülünü. Aptal! Bak şimdi de ödül vereceğim. Anlamadılar zaten beni. Hiç anlamadılar. Şu hostes de bir susmadı.
Avluyu binaların duvarları çevreliyordu. Gri, soğuk duvarlar göğe doğru uzanıyor. Yüksek taş duvarları ısıtmaya çalışırcasına sarı, kırmızı, mavi renklerle bezeli saksılar asılıydı. Avluya bakan pencerelerin çerçeveleri ise yeşildi. Cam tavandan içeriye dolan güneş ışınları insanın içini ısıtıyor, göz kamaştıran bir aydınlık oluşturuyordu. Avlunun içinde sıkışıp kalmış bir ağaç güneşe doğru dallarını uzatmıştı. Altına yerleştirilmiş birkaç masa ve sandalye boştu. Issızlığın ortasında eğreti duran asansörün çağırma düğmesine bastı. Motorun sesi duyuldu. Dişliler ağır ağır dönerken halat bir ciklemeyle öttü. Bir çığlık… Boşluğun içinde yitip gitti.
Aniden bir kuş rengârenk kanatları ile başının üzerinden geçti. Papağan mı o? Kanat çırpışı ile oluşan rüzgârın sesi avluya yayıldı. Bir kitapta okumuştu. Papağanlar ağaç kovuklarına yaptıkları yuvalarında çift yaşarlardı. Merakla ağacın dallarını süzdü. Öyle uzaklara da gidemezler. Yuvalarının etrafında uçup dururlar.Asansörün kapısı açıldı. Yavaşça yükselirken papağanla göz göze geldi. Ağacın en üst dalında, uzakta, büyüleyici renkleri ile hayranlık uyandırıyordu. Kendi gösterisini yukarıdan izler gibi süzüyordu avluyu. Önce bir çığlık attı, sonra kanatlarını açıp cam tavana doğru yükseldi. Duvarları yalayarak uçtu ardından. Tuhaf… Kafese konulmamıştı ama yine de özgür değildi.
“Camın ardında inceden yağmur
Kirazın kuru dalları arasında
Minik bir kuş
Tüylerini kabartmış, gerdanı kınalı”
Dizeleri aklına düştü. İlk sahne aldığında çalan müziğin melodisi. Sahnenin bir ucundan diğer ucuna doğru süzülüşü. Kendini müziğin ritmine bırakıp salınırken nasıl da özgürdü! Neydi özgürlük? Sınırları belli bir avlunun içinde istediği an kanat çırpabilmek miydi? Ya sınırları aşamıyorsa ya da aşmak aklına gelmiyorsa? İşte uçuyor, avludan her gelip geçene meydan okurcasına kanat çırpıyor. Şu küçücük avluda dilediğince bir tur atıp ağaca geri dönüyor yuvasına. Güvenli mabedine… Nasıl bir çelişkidir bu? Sınırları aşıp uzaklara gitmeyi istemek, öte yandan yuvaya dönmek için karşı konulamaz bir arzu.
“Hadi bakalım, ‘Kınalı Kuş’ aryasını çalışıyoruz.”
“Toprak nemli,
Ağaçlar yaprağını dökmüş,
Kimi kızıla dönmüş iyiden
O kınalı kuşa imreniyorum
Bir o dalda bir bu dalda”
Fonda müziğin sesi duyuldu. Kollar yukarı, ayaklar çapraz ve başla… Bir, iki, üç… Bir, iki, üç… Şimdi yüksel! Kuş olup uçuyoruz. Evet… Bir, iki, üç… Bir, iki, üç… Bir, iki, üç ve dört…
Dans etme tutkusu daha küçücük bir kızken aklına düşmüştü. Kuğu gibi sahnede süzülen, döndükçe etekleri uçuşan dansçıları ilk televizyonda görmüştü. Nasıl da heyecanlanmış, yüreği deli gibi çarpmıştı. “Anne, ben de istiyorum! Uçuşan eteklerden istiyorum. Lütfen anne, alalım mı? Lütfen, lütfen, lütfen…” Annesinin o kırmızı tütüyü getirdiği günü hiç unutmuyordu. Hemen giyivermiş ve günlerce çıkarmamıştı. Televizyonu açıyor, saatlerce dans eden balerinleri izliyordu. Ardından koyuluyordu hareketlerini taklit etmeye. Kendini müziğin ritmine bırakıyor ve bir kelebek gibi havada süzülüyordu. “Anne bana bak. Anne gördün mü? Bak anne bak, uçuş uçuş!”
Önceleri çocuksu bir heves olduğunu düşündü ailesi. Onun evin içinde dönüp durmasına, saatlerce odasında müzik dinleyip dans etmesine aldırmadılar. Hatta kimi zaman “aferin” deyip alkışladı annesi. Kendince yaptığı dönüşlerde ufacık poposu, boğum boğum kolları havada uçuşurken sevimliydi de doğrusu. Babası alttan alta gülümsese de yüz vermezdi. Kızı çengi olacak değildi ya…
Onun yeteneğini ilk fark eden öğretmeni oldu. Ailesine mutlaka dans eğitimi alması gerektiğini, çok başarılı olabileceğini anlatmaya çalıştı. Ancak babasını ikna etmeyi başaramadı. Yine de vazgeçmedi, onu okul çıkışlarında çalıştırmaya başladı.
“Akşam provaya bekliyorum”
“Hocam sınavlarım var biliyorsunuz.”
“Bilmez miyim? Prova sonrası anlamadıklarına da bakarız birlikte.”
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Bir gün yarışmada birinci olduğunda.”
“Birinci olabilir miyim gerçekten?”
“Ne demek ‘olabilir miyim’? İsmini okuyacaklar ve ben de seni gururla alkışlayacağım. ‘İşte diyeceğim. Şu sahnenin tam ortasında duran, hani spot ışıkların üzerine vurduğu kız var ya. O benim kızım. Hayalinin peşinden koştu ve başardı.’ diyeceğim.”
“Ya babam?”
“Kabul edecektir zamanla, merak etme. Başarını görünce o da sevinecek, gelip kucaklayacaktır seni.”
“Öyle mi dersiniz?”
“Elbette! Kimse yavrusuna dayanamaz. Hele senin gibi dans ediyorsa hiç dayanamaz. Hadi bakalım, derse.”
Derslerini hiç ihmal etmedi. Biliyordu, düşük not alırsa babası asla okulda kalmasına izin vermezdi. Yıllar yılları kovaladı ve sonunda liseye başladı. Öğretmeni onun birkaç gösteriye çıkmasına da yardım etmişti. Üstelik dikkatleri çekmeyi de başarmıştı; ama babası nuh diyor, peygamber demiyordu. Okumalı ve saygın bir meslek edinmeliydi. Anlamıyordu. Dans etmenin nesi kötüydü?
Ailesinin karşı çıkmasına rağmen gizli gizli dans etmeye devam etti. Bir gruba bile katılmıştı. Gece sabahlara kadar prova yapıyor, gündüz oturduğu yerde uyuyup kalıyordu. Yıllardır hazırlandığı yarışmanın başvuruları açılmıştı. Artık on sekiz yaşını da doldurmuştu. Hemen gerekli evrakları hazırladı. Öğretmeni haklı çıkar, babası ikna olurdu belki. Kim bilir? Üstelik burs da veriyorlardı. Düzenleme komitesinden gelen kabul yazısını babasının çalışma masasına bıraktı. Karşısına geçip doğrudan söyleyecek cesareti bulamamıştı kendinde.
“Ben önce okunup bir meslek edinilecek demedim mi?”
“Dans etmek de bir meslek.”
“Saygın bir meslekten bahsediyorum. İnsanları eğlendirmek için dönüp durmaktan değil”
“Neden anlamak istemiyorsun baba! Başka bir şey yaptığımda mutlu olmayacağım.”
“Karnın aç kaldığında, ‘mutluyum’ diyerek mi doyacaksın?”
“Benim için yaşamak dans etmek, niye anlamıyorsun?”
“Yeter! Hemen odana git ve ben izin vermeden sakın çıkma!”
Kararlıydı, o yarışmaya katılacaktı. Küçük bir sorunu vardı, uçak bileti için gerekli parayı nereden bulacaktı? Cebindeki parasını saydı, öğretmenini aradı. Kısa bir not yazdı. Annesinin en sevdiği kolyeyi taktı boynuna, ailece onuncu doğum gününde çektirdikleri fotoğrafı defterinin arasına yerleştirdi. Okula giderken yaptığı gibi annesine sarılıp onu öptü. Birkaç parça eşyasını koyduğu sırt çantasını alıp çıktı. Yuvasını geride bırakırken dönüşü olmadığını biliyordu.
Asansörden inip koridorun sonundaki odasına doğru ağır adımlarla yürüdü. Ayak sesleri taş zeminde yankılandı. Tık, tık, tık… Oda açık renk örtüler, duvara asılı tablolarla oldukça ferahtı. Komodinin üzerine bir buket taze çiçek yerleştirilmişti. Eşyalarını yatağın üzerine bıraktı. Çiçeklere dokundu. Yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı. Gayriihtiyari çiçeğin üzerine iliştirilmiş bir not aradı: “Ahenkle süzülen kelebeğime…”. Her gösteri öncesi odasında bulduğu, kimin gönderdiğini hiç bilmediği bir demet orkide. İçini ısıtan, yüreğine dokunan… Yalnız değildi işte. Onu da anlayan, seven birisi vardı, kim olduğunu bilmese de. Etrafını saran, onunla olmak isteyen yüzlerce insan vardı elbette. Ancak davetlerin, iltifatların hiçbir anlamı yoktu. Sahte… Seyirciler, onu izleyen tüm o gözler ışıklı reklam panoları gibi bir görünüp bir yok oluyorlardı. Gerçek olan tek şey sahnede var olduğu “o an”dı.
Parmakları acıyıncaya, yorgunluktan bayılıncaya kadar dans eder, kendini unuturdu. Kimse kalmasa da müzikholde, o provaya devam ederdi. Bir o, bir de adımlarını takip eden ışık. Yıllarca hiç aklına gelmedi. Yukarıda, sahnenin tam üzerinde kuş misali tünemiş gösteriyi izleyip duran, ondan sonra çıkıp giden ışıkçı. O akşam, sıçrayışın ardından dengesini kaybedip düşünce yanı başında bitivermişti. İlk kez bu kadar yakınındaydı. Bileği acıdan yanarken gözlerindeki sevdayı fark edemedi. Tek düşünebildiği bir sonraki gün gösteriye çıkıp çıkamayacağı olmuştu. Sadece yalnız olmadığına sevinebilmişti.
“Ne alırdınız?”
Duraklatma düğmesine basıp kulaklığını çıkarıyor: “Efendim?”
“Çay veya kahve, ne alırdınız?”
“Kahve lütfen.”
Önce kahvesini kokladı, sonra küçük bir yudum aldı. Fazla romantik. Böyle şeyler sadece filmlerde olur. Baş dansçı ile ışıkçı… Olacak iş mi?
Çiçekleri bırakıp pencereye doğru ilerledi, perdeyi sıyırdı. Sokak sakin. Yol boyunca sıralanmış sokak lambalarının titrek ışıkları kaldırıma vurmaya başlamış. Güneş yavaştan günü geceye teslim etmeye hazırlanıyor. Bir çift akşamın ayazında birbirlerine iyice sokulmuş yürüyorlar. Karşı binanın giriş katındaki kafede yaşlı bir adam gazete okuyor.
Ürperdi. Kollarını kavuşturup derin bir iç çekti. Babasını düşündü. Pencerenin önündeki koltuğunda oturmuş, hem okuyor hem sokaktan geçenlere bakıp söyleniyordur şimdi. Nasıl bir geleceğin onu beklediğinden habersiz, sadece dans etme tutkusu ile ayrılmıştı evden. İsmi neon ışıklarla yazılı bir baş dansçı… Gösterilerinin biletleri günler öncesinden tükenen. Ailesine her gösteri için davetiye gönderiyordu. Sahneye çıktığında gözleri boş iki koltuğa takılıp kalıyordu hep.
Sessizliğin seslerini dinliyor. Müziğin ritmini… Hoş bir melodi kulağında çınlıyor. Yol koyu bir karanlığın içinde yitip giderken, sokak lambasının solgun ışığı kaldırımda beli belirsiz gölgeler oluşturuyor. Karanlık… Gölgeler… Bir belirip bir yok olan gölgeler… Yitik… Hareket eden bedenler… Hayatının tam orta yerine sanki bir meteor düşmüş de koca bir çukur açmış gibi. Sahip olduğu ne varsa o çukura gömülüyor, eriyip yok oluyor. Kadın parmaklarının ucunda göğe doğru uzanıyor. Başı önde. Kollarını iki yana açıyor. Son bir gösteri daha. Yana doğru uzunca bir adım. Bir adım daha… Yukarı… Dönüyor… Dönüyor… Bir o yana bir bu yana uçuyor. Bakışlar üzerinde. Yüzler silik. Etrafını saran gölgeler bir belirip bir kayboluyor. Kollar… Gölgeler… Kadın dans ediyor. Sahnede çiçekler ve perde kapanıyor.
“Emniyet kemerinizi bağlı, koltuğunuzu dik, masanızı kapalı konuma getirin.”
Kayar kapı açıldı. Çıkış holünde insanlar yolcularını bekliyordu. Bir süre durup kalabalığı gözleri ile taradı. İsminin yazılı olduğu tabelayı tutan adama doğru yürüdü. Başı ile hafifçe selamlayıp ismini söyledi. Birkaç dakika sonra gri renkli bir otomobilin arka koltuğunda şehir merkezine doğru yola koyuldu. Şehre doğru yaklaştıkça bahçelerin içine serpiştirilmiş küçük evlerin yerini çok katlı taş bloklar almaya başladı. Şehrin ortasından bir nehir geçiyordu. Nehrin üzerindeki eski taş köprü dünü ve bugünü birbirine bağlıyor gibiydi. Nehirse sakince akmaya devam ediyordu. Nehir kenarında oturan, yürüyüş yapan insanlar vardı. Köprünün altında tuvalini yerleştirmiş resim yapan bir adama gözü ilişti. Yıllar önce Charles Köprüsü’nde karakalem portesini yapan sokak ressamını anımsadı. Köprünün üzerinde şarkı söyleyip dans edişleri… Akordeondan yükselen melodinin ritmine kendilerini bırakışları… İlk sahneye çıkışı…Yüreğinde kıpır kıpır tatlı bir heyecan… Sahnenin ortasına doğru ilerliyor. Adımları bir tüyün suya dokunuşu kadar yumuşak. Uçar gibi! Bir kuğunun zarafeti ile süzülüyor. Erkek belini sarıyor. Ayaklar ve bacaklar ahenkle birbirine karışıyor. Bedenini güvenle bırakıyor erkeğin kollarına. İlk dans, ilk turne, ilk alkışlar, ilk umutlar… Yıllar… Arabanın şehrin dar sokaklarına karışıp gitmesi gibi, bir gösteriden diğerine akıp giden zaman…
Ödül töreni eski opera binasında yapılıyor. Ödül alacakmış gibi heyecanlı. On sekiz yaşındayken yarışmada sahne alışı dün gibi hatırında. Gösterisini tamamladığında kopan alkış tufanı kulaklarında. Taş merdivenleri adımlıyor usulca. İnce bir rüzgâr esiyor. Akşamın serinliği çökmüş. Boynundaki kolyesine gidiyor eli. Etolünü düzeltiyor. Işıklar üzerine düşüyor. Ve iyi giyimli, kibar bir adam karşısında. Bir demet orkideyi uzatıyor. “Ahenkle süzülen kelebeğime…”