Genel

Dut Şerbetinden Limonataya

Kırk beş yılımın tüm gerçeği kapı ağzında yüzüme çarptı.

O sabah yürek yakan melodiyle çalan kapı ziline uyandım. Kapıda duran kadına uyanmamış gözlerimle baktım. Uzattığı kâğıdı yalandan imzaladım. Zarfın içinden geçmişimin yalanları ortaya saçıldı

Annemden kalan mirası almak için A şehrine çağrılıyordum. Halbuki benim annem geçen sene İ şehrinde öldü. Şimdi “benim onlardan neyim eksik diyerek” vasiyet ettiği lüks mezarlıkta kemiklerinden ibaret yatmakta.

Kırk beş yaşımdan altı yaşıma yolculuk yaparken yol kenarında duran bastıbacak ağaçlar, burnumun ucuna, dallarından sarkan sarı sarı limonların kokusunu çaldı. Ait olduğumu hissettiğim bir şehir kalmadı. İ şehrinden A şehrine gidiyorum.

Aldığım kâğıdın altında neredeyse görünmez şekilde yazılmış isim ve telefon numarasına ulaştığımda, kardeşim olduğunu söyleyen şiveli konuşması olduğundan adını Ş koyduğum adamın kulaklarıma kondurduğu tumturaklı küfrü hazmetmeye çalıştım. Tatlı dilli Ş bana bir çırpıda geçmişimi anlatıverdi.

Çocukluk fotoğraflarımın İ’den başka bir A’ya, A’dan M’ye, M’den K’ye taşınırken yok olmadığını hatta kalan birkaç fotoğrafın da son durak olarak geldiğimiz İ şehrinde bir gece ansızın çıkan yangında yanmadığını öğrenmiş oldum. Nasıl acıklı, nasıl dramatik, nasıl klasik bir bahane, kandırıldım.

Gözlerim önüm sıra uçan kuşa takıldı. Benzincide benimle mola verdi. Arabaya alsam kemeri takıp yanımda oturur mu? Uzandığım anda havalandı. İ şehrinden uzaklaştığım halde bana eşlik eden bu yelkovan kuşunun hayal olduğuna dair şüphelerim var. Bu yolda aklımı yitirebilirdim. Bu kuş babamın bana aldığı ilk oltanın ucuna takılan yelkovan kuşu, hala yaşıyor olması belki de mucize. Yelkovanlar kaç sene yaşar bilmiyorum ki. Babam anlatırken dinlemeliydim. Babam mı demeliyim yoksa Fazıl amca mı? Neyin hesabı var ki kafamın içinde, bu olanların gerçek olduğunu bile bilmiyorum.

Godfather müziği ile öten korna sesiyle Fazıl amcadan babama dönen hayalet yanımdan kalkıp gitti. Yelkovan kuşu da omzunda. Gözlerimi alan beyazlığın eşliğinde devam ederken, burnuma çalınan tuz kokusu ve uçsuz bucaksız K ovası… Bir avuç tuz alıp yutsam ölür müyüm? Gittiğim yerde Fazıl amca babam ve Ruşen teyze annemden hesap sorabilirim. Ne çabuk alıştım, o kadının annem olduğuna.

Burnuma gelen portakal, limon kokuları bunun gerçek olduğunu fısıldıyor. Altı yaşım koşuyor mandalina ağaçlarının altında. Şimdi anımsıyorum sol kolumdaki izin incir ağacından düştüğümde olduğunu. Bilmediğim ama rüyalarımda gördüğüm çocukluğum akıp gidiyor gözlerimin önündeki film şeridinde. Film arası mı? Hayır, karşıdan gelen tırın projektör kadar güçlü ışığı, kır sağa, yoldan çıktın. Hayırlı olsun. Alkışlar, alkışlar, alkışlar, arabadan inip reverans yapıyorum. “Oscar goes to” altı yaşıma.

A şehrinin sıcağına doğru gidiyorum. Ş‘nin sesi kulaklarımda çınlıyor. “Bilüyor musun sen kendi hikayeni? Anlatayım da dinle,” emrinden sonra duyduklarım ve hayatımın özeti; Babam ölmüşmüş! Annem kimsesizmişmiş! Evlendiği adam yani Ş’nin babası o zamanlar bir garip ırgatmış, parası pulu yokmuşmuş, beni memur bir aileye evlatlık vermişmiş! Sonra çok zengin olmuşmuşlarmış, “O kadın” annem hep beni sayıklar dururmuş, en büyükleri olan ablaları annesinin vasiyetini yapmazlarsa kalan paradan hayır görmeyeceklerini söylemişmiş, çocukken “O adam” babamın olan mandalina bahçesini sattıkları heriften geri almışmış da bana verecekmiş ama ömrü yetmemiş. Ben mandalina demez de mandeleyna dermişim, “O kadın” annem ölene kadar mandeleyna demişmiş! Mişli geçmiş zamanda kalmış benim çocukluğum. Direksiyonu mişmişlerken gerisin geri İ şehrine döndürüyorum.

Ben dut ağaçları arasında büyüdüm. Üstüme düşen her dut tanesinin balı hala tenimde saklı. Şerbet yapardı Ruşen Hanım annem. Karadut şerbeti ama ben beyaz dutları severdim. Karnım ağrıyıp, kıçımın aklı gidene kadar yerdim. Uçaksavar mahallesinde koca arazinin içinde çeşit çeşit dut ağaçları, ballısı, balsızı, ipeklisi, karası, pembesi, meyvesizi… Dutluklar apartmana gidince Fazıl Bey babam Etiler’de bahçesinde beyaz dut ağacı olan evi almıştı.

Karnım acıktı.

Aksaray’da Trabzon pidecisi, “bu ne yaman çelişki böyle” şarkı sözleri de tam üstüne geldi. Vızır vızır geçiyor arabalar, yolun ortasında yanakları sarkık, koca bir köpek heykeli, her an onların üzerine atlayacak gibi duruyor. “Aksaray Malaklısı” bilmediğim bir şey öğrendim. Fazıl bey babam, yeni öğrendim, dediğimde “at cebe” derdi. Cebimde onun öğrettikleri, elimde bilmediğim annemin muhtelif zamanlarda çektirdiği bilmem ne hatırası yazılı birkaç eski fotoğraf. Hepsinde tanımadığım bir kadın ve bir adam, kucaklarında bana benzeyen bir çocuk.

Garson masaya çay koyuyor. Sormadan, öylesine, iç de git der gibi. Çaya yoldaş gerek, elimi cebime atıyorum, tabakam boş, tütünüm yok, “bir demli çayım var tütünüm de geçiyor” şarkısı eşliğinde kalkıyorum. Çay masada soğuyor. Kaçak ve demli ardımdan bakarken, ben çaya ihanet ediyorum. Kır bakkaliyesi görünümlü dükkânın içinde ömrünü bitirmiş, son okeyine dönen yaşlı kadının buruşuk elleriyle uzattığı limonatayı alıyorum. Tanrı misafiri, bilinmeyen yolcu, oradan geçen biri, dükkâna giren ilk müşteri, hangi sıfatı bana yakıştırıp ikram ediyor, bilmiyorum. İlk yudumda; biraz ekşi biraz tatlı, hafif acı, dişlerini titreten soğuklukta, dilinde dolanan, ağzının içinde patlayan küçük limon parçalarıyla ilk adımımı atıyorum, ilk anne sözcüğü dökülüyor dilimden, bezi bırakıp toprağa işediğim geliyor gözümün önüne, beyaz yazmasının içinden önüne dökülen kınalı saçlarını toplayan kadın içiriyor bana limonatayı. Altı yaşım hükmediyor beynimin içine, “O kadın annem” gibi yapmış limonatayı. Ansızın bir genç paket uzatıyor, “uzunu yok abi kısa al” diyor. Avucumda sıktığım bardak olmasa…

Limonun ekşisinin yaptığı kafayla çıkıyorum. Dişlerimin arasında sıktığım izmariti çiğneyerek koşuyorum. Direksiyona yapışıyorum istikamet A şehri. Kaç kardeşim var acaba? Ya benden büyükler de varsa, tek değilsem. Kız kardeş düşüncesi içimi ısıtıyor. Birlikte büyüseydik saçlarını tarardım. Elinden tutar okula götürürdüm. Belki hiç okuyamazdım. Onu okuturdum. Kınalı saçlarını tararken, dökülen tellerden küçük toplar yapan annem, onun da saçlarını toparlar bir bez torbaya koyardı. Hatırlıyorum, avucumdaki kınalı saçları, onları koyduğu bez torbayı, “Kuşlar saçlarımı çalmasın diye topluyorum,” dediğini. Kuşlar o saçlardan yuva yapsaydı, içine de beni atsaydı. Ben bilmediğim ten de değil de doğduğum tende sönseydim.

Köklüyorum freni. Alnım cama değip geri dönüyor. “Geri zekalı sokaklarda mı kaldın da bir ana özlemiyle yandın tutuştun. Ne kanı bozukmuşsun, bir bardak limonataya aldandın.” Bizim kırkbeşlik bağırıyor, tokatlıyor altılık bebeyi. Aradaki otuz dokuz yılı düşünüyorum tek tek, adım adım, saniye saniye…

Ruşen annem baş ucumda oturmuş ateşimi düşürüyor, gözleri kıpkırmızı. Siyah önlüğümü giymişim, beyaz yakam tastamam, Fazıl babam elimden tutmuş götürüyor. İlk bisikletim, ilk bilgisayarım, ilk aşkım, ilk işim… Babamla, annem ele ele tutuşmuş, Etilerdeki evin bahçesinde, tüm ilklerime gülücük atıyorlar. Gurur duyuyorlar. Bahçedeki salıncakta oğlumu sallıyor, parka götürüyor, onun da ateşini düşürüyorlar.

Ateşim çıkıyor, sıcak ve kumlu bir alevin içine giriyorum. Arabam bir mandalina bahçesinin önünde frenliyor.  Kenarlarında limon ağaçları var. Olmamış bir limonu koparıyorum. Kokluyorum. Acı kokuyor. Hüzün kokuyor. Yokluk kokuyor.

Teyzemi arıyorum. “Yolum uzun, yorgunluğum otuz dokuz yıllık, konuşacaklarımız çok, istikamet İzmir senin yanın, oradan Edremit’e yazlık eve, ara komşularını karadutları hazır etsinler.”

Köklüyorum gazı.

Her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler... Yıllar kelimeleri kovaladı, ben de peşinden gittim. Şimdi sırada öyküler var. Yazdım, yazıyorum.

Bir cevap yazın