Hikaye

AKLIN PİPOSU

Koşar adımlarla salona doğru ilerleyen adam,  koridorun sonundaki kapıya ulaşınca kravatını düzeltti, ceketinin düğmesini ilikleyip kapıya hafifçe vurdu. İçeriden kısık ama net bir ses duyuldu:

“Girin!”

Adam kapıyı yavaşça açıp içeri girdi.

“Hoş geldiniz Mahcup Efendi.” dedi az önce “Girin!” diyen sesin sahibi kadın. Gümüş gibi parlayan kısa saçlarını geriye doğru taramıştı,  siyah takım elbisesinin içinde masanın başında oturuyordu.

Odanın ortasında büyük yuvarlak beyaz bir masa,  etrafında da beyaz sandalyeler vardı. Duvarlar da beyazdı. Penceresi yoktu.  Duvarlar boştu. Ne bir dolap ne bir çiçek vardı odada. Defalarca gelmişti bu odaya. Kriz odasıydı burası. Herkes her zamanki yerine oturmuştu.  Tek fark, büyük masanın arkasında küçük bir masa daha vardı bu sefer. O masa kırmızıydı. Masanın başında oturan adam, yuvarlak çerçeveli gözlükleri ve elindeki piposuyla orada olmaktan hoşnutsuz bir halde etrafı izliyordu.

“Efendim, özür dilerim geciktim.” dedi Mahcup Efendi.  Yerine oturup başını önüne eğdi, göz ucuyla masadakileri süzmeye başladı.

“Evet…” diye söze başladı aynı kadın.  “Hepimiz buraya neden toplandığımızı biliyoruz.  Aramızda bazı dengesizlikler var. Bu kalbin sahibi durumumuzdan çok rahatsız. “

“Bu dengesizliğin sebeplerini neden bize Gurur Bey anlatmıyor?” diye atıldı masadakilerden biri, lacivert bir elbise giymiş, neredeyse beline kadar uzanan simsiyah saçları olan, uzun bakımlı tırnaklarını pençe gibi masaya tıkır tıkır vurarak konuşan bu kadın, gözünü Gurur Bey’den ayırmıyordu.

Masadakiler bakışlarını Gurur Bey’e çevirdiler:

“Bu masada gerçekleri tüm ayrıntıları ile gören bir tek ben miyim? Bu kalbin çıkarlarını hatta hepinizin çıkarlarını korumak benim görevim. Elbette benden rahatsız olanlarınız var. Ama ben olmasaydım, çoktan hepimiz başka bir kalbin esiri olmuştuk.” dedi Gurur Bey.  Masada oturan herkese gözdağı verir gibi bir bir süzüyordu konuşurken.

“Katılıyorum.” dedi kırmızı masada oturan adam.

“Sizi bu toplantıya nezaketen çağırdık. Lütfen sessiz olun.” dedi gümüş saçlı Adalet Hanım. Kırmızı masaya dönmüş, dik dik adamın yüzüne bakıyordu. Adam gözlüklerinin ardından belli belirsiz gülümsedi. Sürekli, gizlice bir araya gelir durum değerlendirmesi yaparlardı Adalet Hanım ile.  Bu gizli toplantılardan  masada oturanların haberi olmazdı.

“Esir olmak derken beni kastettiğinizi biliyorum Gurur Bey.” diye söze girdi bir diğeri. Yer yer yırtılmış elbisesi, yanağında ince bir yara izi olan bu kadın, diğerlerinden farklıydı. Sonradan dahil olmuştu gruba. “Bu odada olabilmek için hiçbiriniz benim kadar uğraş vermedi. Benim kadar kimse zarar görmedi. Siz Gurur Bey, varlığım en çok sizi rahatsız ediyor biliyorum.”

“Beni de…” diye lafa girdi kırmızı masada oturan adam.

“Akıl Bey, sessiz olamayacaksanız odayı terk etmenizi istemek zorunda kalacağım.” dedi Adalet Hanım. “Siz devam edin lütfen.” diyerek kadına çevirdi yüzünü.

“Görüyorsunuz yüzüm hala kanıyor, ellerim titriyor. Yırtılmış elbisem, uçup giden şapkam ise sadece bir başlangıç. Ben yara almadan, kayıp vermeden hiçbir kalpte var olmadım bugüne kadar. Benim yüzümden sizler de zamanı gelince yaralar alacak, bazı kayıplar vereceksiniz. Hatta bazılarınız bu kalbi terk edecek.”

“Sevgili kızım, bizler burada zaten senin için toplandık. Yaralarını sarmak istiyoruz. Sen yokken suskun, amaçsız bir şekilde oturuyorduk bu masanın etrafında. Uzun zaman oldu bekledik seni” dedi bir diğeri. Yanında küçük, ağlamaklı bir çocuk olan bu yaşlı kadının yüzü şefkat doluydu. Koluna sarılmış çocuğun başını okşuyordu.

“Bakıyorum da Vicdan Hanım, yüzünüzü hemen bu hanımefendiye döndünüz. O kolunuza dolanmış Korkmuş Çocuk için ne diyeceksiniz? Öylece orada sürekli ağlayacak mı?” diye sordu Gurur Bey.

“Evet” dedi Adalet Hanım.  Çocuğun durumu hiç iyi değil. Hepimizi huzursuz ediyor.

Bunun üzerine yaralı kadın, bir mendille yanağındaki kanı silip yerinden kalktı. Çocuğa doğru gelip sandalyesinin yanında dizlerini yere koydu. Ellerini uzatıp dokunmak istedi çocuğun yanaklarına. Çocuk daha bir sarıldı yaşlı kadına:

“Korkma.” dedi kadın. “Bak benim yanağım kanıyor, tırnaklarım kırıldı yine de buradayım. Acı çekiyorum ama sen ağlamayı bırakmazsan bu kapıdan çıkıp gitmek zorunda kalacağım.”

Çocuk durgun gözlerle kadının yüzüne bakıyordu. Sanki inanmıyormuş gibiydi bu kadının varlığına. Kafasını iki yana salladı çocuk hafifçe.

“Biraz zaman ver” dedi Vicdan Hanım. “Sana inanacaktır.”

Ayağa kalktı kadın, yırtık elbisesinin eteği yerde sürünürken masanın etrafında yürümeye başladı:

“Sizler…” dedi kararlı bir sesle “Hepiniz tek ve eşsiz yaratılmışsınız. Ama ben öyle değilim, benim bir eşim var.” yürümeye devam ediyordu.

“Eşin mi var?” diye sordu Adalet Hanım gözlerini kısarak.

“Evet, bir eşim var,  bana bu sureti veren kişinin kalbinde.  Aynı böyle bir odada, sizler gibi eşsiz duyguların arasında var olma savaşı veriyor. Onun da sureti, bizim bulunduğumuz kalbin sahibinin suretinde.  Orada sizin farkında olmadan açtığınız yaralarla ayakta duruyor. O’na en çok zararı da siz verdiniz Gurur Bey. Artık gözleri görmüyor. Oysa sen, bana yanında yer versen daha da yücelirsin. “

Yavaş yavaş Gurur Bey’e yaklaşıp yanında duran sandalyeyi çekti. Yüzüne baktı Gurur’un. Gözlerinin içine.  Sesini çıkarmadı Gurur Bey, başını salladı sadece. Kadın yanına oturdu. Masadakiler de ses etmediler bu duruma.

Çocuk, Vicdan Hanım’ın kolunu tutuyordu hala. Ağlamayı bırakmıştı. Elini uzattı Gurur Bey.  Aşkın Hanım’ın yaralı yanağına dokundu.  Gözlerindeki parıltıyı gördü. O an odada deprem olur gibi bir sarsıntı oldu. Hepsi biliyordu sebebini. Kalp hızlanmıştı sadece.

“Tamam.” dedi Gurur Bey, “Peki şimdi ne olacak?”

“Şimdi!” dedi Aşkın Hanım.

O an odanın kapısı açıldı. İçeriye uzun boylu, yeşil bir elbise giymiş, altın sarısı saçları olan, kokusu tüm odayı bir anda saran bir kadın girdi.

Kadını görünce gülümsedi Adalet Hanım:

“Hoş geldiniz Bahar Hanım!” dedi. “Uzun zaman oldu.”

Aklın piposu elinden düştü.

38 yaşında. Doğduğundan beri bir şeyler yazıyor. Şu sıralar öykü yazıyor.

Bir cevap yazın