BİR MARDİN MACERASI – ÇAĞDAŞ TURAN
Sıradan bir İstanbul akşamında, her zamanki arkadaşlarımla, yıllardır müdavimi
olduğumuz bir mekânda laflıyorduk. Aynı konular üzerinde konuşarak, kâh ülkenin geri
kalmışlığından dem vuruyor, kâh özgürlük, demokrasi havarisi kesiliyor, ayıptır söylemesi,
iyi bir eğitim aldığımız ve sahip olduğumuz diplomanın bizlere her alanda ahkâm kesme
ayrıcalığı tanıdığını düşündüğümüz için coştukça coşuyorduk. Her zamanki ritüelleri
uygulayarak konuşuyor, konuşulanları dinliyor, bu esnada cep telefonundan mesajlar yazıyor,
instagram’a yüklediğimiz resimlerin kimler tarafından beğenildiğini kontrol ediyor,
kendimizce bir koltukta sürüyle karpuzu başarılı biçimde taşıyorduk. Ben, hayatımdan
memnundum.
“Bayram tatilinde ne yapıyorsunuz?” sorusu ortaya atıldığında, birkaç kişinin verdiği
klasik “Bodrum, Marmaris ya da yurt dışı” cevaplarından sonra, sıra bana geldiğinde,
“bilmiyorum” dedim, “Henüz karar veremedim.” Hemen tavsiyeler geldi, uzmanız ya…
“Rodos’a git, bu mevsimde harika olur.”
“Çeşme yapalım hep beraber, süper eğleniriz, arkadaşın bir oteli var orada.”
“İspanya’yı tek geçerim, hele Barselona…”
Deneyimlerin caka satma aracı olarak kullanılması bizim ortamların âdetidir. Her konu
döner dolaşır, kişinin kendisini pazarladığı bir gövde gösterisine dönüşür. Denilmek istenir ki:
“Bak hayatım ne kadar renkli, param var, çevrem geniş, sürüyle yer gördüm…” Aynı amacı
güden cevaplar verdim: ”Rodos’a asıl sonbaharda gitmek lazım, tadı o zaman çıkar…
Çeşme’de yazlık var be dostum, her sene her sene sıkıldım artık… Barselona’ya üç kere
gittim, sokak sokak ezberledim, yeter de artar bana…”
Sonra, “Abi bizim oraya gitsene” diyen yabancı bir ses duydum. Döndüm, garsonmuş. Genç,
kara kuru bir şey… Hafif alaycı bir tonla “Neresiymiş sizin orası?” diye sordum, masadakiler
gülümsedi.
“Mardin abi, ben Mardinliyim.”
“Tamam, bakarız” diye kestirip attım. Sonra, elimdeki boş bardağı göstererek, “Sen
bundan bir tane daha getir” dedim, “biraz çabuk olsun.” Ama fikir hoşuma gitmişti. Neden
olmasın? Hem son zamanlarda, özellikle seyahat dergilerinde ya da gezi sitelerinde sık sık adı
geçen, tabiri caizse ‘trend’ olmaya aday bir yer değil miydi Mardin? Artık deniz – kum –
güneş üçlüsü önemini yitirmiş, egzotik mekânlar ön plana çıkmıştı; bense Avrupa’da birçok
ülkeyi görmüş olmama, iki kere Amerika’ya gitmeme rağmen henüz kendi ülkemde
Ankara’dan ötesine geçmemiştim.
“Tamam, be” dedim kendi kendime, “bu sefer de bir değişiklik yapıp Mardin’i
görelim.”
Ertesi günüm, seyahat öncesi yaptığım klasik işlemlerle, yani otelde yer ayırtma, uçak
bileti satın alma, bavul hazırlama ve elbette ki alışverişle geçti. Akşam hava alanındaydım;
arabamı otoparka bıraktım, bussiness class yolcularının bekleme salonunda bir şeyler içtim ve
uçağa bindim. Açıkçası Mardin’e ilk indiğimde aradığım, daha doğrusu kitaplarda okuduğum,
filmlerde izlediğim kadarıyla hayal ettiğim o mistik havayı bulamadım. Bunun için ertesi
günü beklemem gerekecekti. Eski Mardin diye adlandırılan yere gittiğimde etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Hem de ne etkilenme… Yeri geldiğinde iki kişinin yan yana geçemeyeceği
dar sokaklar, üst üste binmiş, iç içe geçmiş, ama bir o kadar birbirinden ayrı birbirinden uzak
taş evler; gündelik hayatta kullanılan ve metropol insanının ancak ‘garip’ diye nitelendireceği
eşyalar, giysiler, özellikle de yemekleri beni adeta büyülemişti. Mardin; insanları, adetleri ve
mimarisiyle yıldızlar kadar uzak göründü gözüme. Sözde aynı ülkede yaşıyoruz. Hiç huyum
değildir; ama saatlerce, hem de belirli bir plana dâhil olmaksızın yürüdüm, yürüdüm. Gerçi
sırf bu kadarla kalsa, onca etkilenmeme rağmen evime, yani İstanbul’a döndüğümde, belki
birkaç gün düşüncelere dalar, sonrasında da unutur eskisi gibi yaşamaya devam ederdim. Ama
hayır… Beni bir daha düzelmemecesine sarsan, yaşantımı bütünüyle değiştiren bir olay
yaşadım. Zaten anlatmak istediğim hikâye de bu.
Arkadaşlarıma, eşe dosta hediye olarak çeşitli baharatlar almayı planlıyor bu nedenle
Arasa çarşısı denilen yeri arıyordum. Nedendir bilmem, ama büyük ihtimalle içinde
bulunduğum ortam yüzünden adeta teknolojiye küsmüş, o nedenle de adresi navigasyon
yardımıyla aramayı bir kenara bırakmış, yani kolay yolu seçmektense zor olanı tercih
etmiştim. “Sora sora Bağdat bulunur” derler; ben de Arasa çarşısını aynı yolla bulabilirdim
herhalde. Yolda konuştuğum insanlar, hem de güler yüzlerini eksik etmeden, bana yardımcı
olmaya çalıştılar. Bazen konuşmaları anlamıyor, çokça da birbirine benzeyen sokaklarda
yolumu kaybediyordum. Nihayetinde bir bakkal dükkânının önüne geldim. Dükkânın önünde
yaşlı bir amca tütün sarıyordu. Kafasında, gerçek adını bilmediğim bir bez parçası, havanın
yakıcı sıcaklığına rağmen uzun kollu beyaz gömleği, üstünde siyah kolsuz yeleği, siyah
şalvarı, lastik ayakkabılarıyla küçük bir taburede oturmuş, kutsal bir iş yapıyormuşçasına
elindeki sigara kâğıdına odaklanmış, Arapçamı Kürtçemi Süryanicemi bilinmez, garip bir
türkü tutturmuştu… Biraz aydın biraz da romantik bakış açışıyla, adına Mezopotamya denen
bereketli hilalin bu insanı, adeta sahip olduğu muhteşem tarihin unutulmuş hatıralarını
yüzünde saklıyor, belki de kendisini o şaşalı günlere götürecek liderini, mürşidini,
peygamberini bekliyordu. Tabii bu bakanın düşünceleriyken bakılan, yani orada oturan adam
ise, büyük ihtimalle söylenenlere katılmayacak hatta anlamayacak, bir insana onca anlamlar
yüklenmesini saçma bulacaktır. Ona göre sadece oturmaktadır, o kadar.
Sesimi yükselterek “Amca bu Arasa çarşısına nasıl giderim?” diye sordum.
Gülümseyerek baktı, “Aleyküm Selam yeğenim” dedi. “Önce bir merhabalaşalım sonra
derdine çare buluruz.” Utanarak cevap verdim: “Kusura bakmayın, Selamın Aleyküm, acelem
var da biraz.”
“Kaçmıyor ki Arasa Çarşısı, ben kendimi bildim bileli aynı yerde, buyur bir çay
içelim.”
Cevap vermemi beklemeden dükkânın içerisine girdi, birazdan elinde iki bardak çayla
karşıma dikilerek, “Al bakalım” dedi, “hem harareti alır, sıcakta iyi gider…”
“Peki,” diyerek taburelerden birisine oturdum, karşılıklı çaylarımızı içtik; hem de hiç
konuşmadan. Tuhafıma gitmişti doğrusu. Ben ki bol kahkahalı ortamların adamıydım,
sessizlikten hoşlanmaz hatta korkardım… Bizler karşımızdakini konuşarak ikna etmeye
çalışır, suskunluğu bilmemekle, kişinin söyleyecek sözü olmamasıyla eşdeğer tutardık. Çaylar
bitti, ayağa kalktı, cebinden bir anahtar çıkartıp dükkânın kapısını kilitledi ve “Hadi gidelim”
dedi.
“Amca rahatsız olma lütfen, tarif et yeter.”
Cevap vermedi, yürümeye başlamıştı bile, ardından gittim.
Neden sonra, gülümseyerek: “Nereden böyle yeğenim?” diye sordu.
“İstanbul” diye cevapladım.
“Güzel… Güzel. Zamanında çok gittim, kurbanlık hayvan götürürdüm, satana kadar
da kalırdım orada… Pendik, Samandıra, Sultanbeyli… Çok iyi bilirim oraları.”
“Çattık” diye düşündüm, “bu muhabbet bitmez şimdi. Üstelik İstanbul dediği yerlere
bak.” Amcanın hayalimdeki, Mezopotamya tarihiyle özdeşleştirilmiş hali gitmiş yerine
bambaşka bir canlı gelmişti.
“Ne iş yapıyorsun?”
“Reklamcıyım.”
“İyi… İyi.”
Bakışlarından anladım; belli ki devam etmemi, hiç bilmediği, yaşadığı şehir, kültür
seviyesi ve maddi yokluklarından dolayı da asla bilemeyeceği, anlayamayacağı bir hayat,
benim hayatım hakkında ipuçları vermemi istiyordu. Zor, çok zor iş… Gülümseyerek
geçiştirdim. Konuşmadan bir süre yürüdük. Sessizlik dayanılmaz hale geldiğinde,
“Adamcağız onca yolu benim için geliyor, en azından sohbet ederek karşılığını verebilirim”
diye düşünerek, yani, hem sıkıntıdan kurtulmak hem vicdanımı rahatlatmak adına, yarım
ağızla da olsa : “Amca sana zahmet oldu” dedim, “ne gerek vardı.”
“Olur mu hiç” diye cevapladı. “Ben bunu vazife olarak görüyorum.”
“Neden?”
Yüzüme garip garip bakmasından ne demek istediğimi anlamadığını fark ettim. Daha
düzgün bir şekilde: “Neden bunu bir vazife olarak görüyorsun?” diye sordum.
Durdu, ileriye doğru baktı. Kafamı o tarafa doğru çevirdim, bir şey göremedim. O zaman
anladım ki amca, aslında çok daha uzaklara, kendisinden başka kimsenin göremeyeceği
yerlere bakıyor. İç geçirerek, “Anlatayım” dedi, “anlatayım…”
Bekledim…
“Bak” diye başladı, “sene ya yetmiş iki ya yetmiş üç, cepte para pul yok; Mardin o
zamanlar böyle değil, harabe halinde bir şehir, turist falan hak getire, kimselerin bilmediği bir
yer. Haliyle iş de yok. Ben de Almanya’ya gittim çalışmaya, kaçak olarak gittim ama. Bir
hemşerimin yanında işe başladım. Çalışma iznim yok, iş yerinde yatıp kalkıyorum… Hiç
bilmediğim bir memleket, dil bilmem, yol bilmem…”
“Dur bakalım” diye düşündüm, “daha neler duyacağız.”
“Sonra” diye devam etti amca, “bir gün fena hastalandım, ateşim çıkmış, durmadan
kusuyorum. Patrona söyledim, “Git biraz dinlen geçer,” dedi, “doktora falan gidemezsin,
hemen sınır dışı ederler.” Fakat sonra, iyice kötüleşmeye başladığımdan mıdır nedir, bir korku
aldı adamı. Kendi kendine konuşuyor, “Bu adam burada ölürse beni de hapse atarlar,”
diyordu. Nihayetinde, baktı ki kendi kendime iyileşemiyorum, bir doktor buldu. Daha doğrusu
doktor beni tedavi etmeyi kabul etmiş. Yalnız hastanede değil de evinde bakacakmış bana.
“Olsun dedim,” çaresizce. Elime bir kâğıt tutuşturdular, üzerinde adamın adresi yazıyor. “Git
bu adam seni tedavi edecek,” dediler. Ben de gittim… Daha doğrusu gitmeye çalıştım. Ama
dedim ya; yol bilmem, dil bilmem… Sokakta insanlara soruyorum, tarif ediyorlar, ama
anlamıyorum. Elimdeki kâğıdı gösteriyorum, nafile. Sonunda, yürüye yürüye bir yerlere
vardım. Belki doktordan çok uzakta belki de yakınlarında bir yerdeydim, bilemiyorum. Bir
kadın gördüm ilerde, elinde kürek, evinin önündeki karları kürüyordu. Kadın Alman, uzun
boylu, sarışın, pek de güzel… Elimdeki kâğıdı gösterdim, “Bu adres nerede” diye işaretlerle sormaya çalıştım. Gülümsedi, kâğıda bir göz gezdirdi, tarif etti. Anlamadım. Bir daha tarif
etti, gene anlamadım. Sonunda, baktı olacak gibi değil, bıraktı küreği beni adrese kadar
götürdü. Hem de bayağı uzaktaymış gideceğim yer. Allah razı olsun, gâvurluk Müslümanlık
boş şey, insan olmak lazım önce. İşte ben o günden beri, kim adres sorarsa işimi gücümü
bırakır o adamla beraber giderim. Bana yapılan bu iyiliği ben de diğer insanlara yaparım.”
Şaşırmıştım… Ben bu güne kadar, yaşadığım hayatın renkli olduğunu düşünürdüm.
Diğer insanları biraz küçümser, alay ederdim. Ama gördüm ki, herkesin, ama herkesin
yaşadığı mucizeler, olağanüstü hikâyeler var. Kimseyi küçük görmemek lazım… Eğer
dinlersek, gerçekten dinlemeyi başarabilirsek bu mucizelere biz de tanık olabiliriz.
Bendeki bu değişikliği İstanbul’daki arkadaşlarım hemen fark etti. Öncelikle, susuyor,
daha doğrusu dinliyordum. Karşımdakinin de bir hayatı, anlatacakları vardı; ama en çok
şaşırdıkları an, müdavimi olduğumuz mekânın kaldırım kenarındaki masasında otururken
yoldan geçen birinin “Affedersiniz, Alman Hastanesine nasıl giderim?” sorusu üzerine, hem
muhabbeti hem de içkimi yarıda bırakarak “durun ben sizi götüreyim” demem olmuştur
herhalde.