FENER – Zeynep PARLAR
Telefon titreşiyor. Pembe pulları ışıl ışıl parlayan bir kırlangıç fotoğrafı… Arkasından “Hazırlan, seni almaya geliyorum.” diye yazıyor. Kaç zamandır evden dışarı çıkmadım. “Nereye” diyorum. “Boş ver neresini, sen hazırlan.” Hava soğuk. Telefon elimde, kasada yatan balığa bakıyorum. Pulları üzerinde oynaşan ışığa. Deniz çırpıntılı. Güneş vurmuş. Boğaz… Kafamdan yüzlerce düşünce aynı anda geçiyor. Salgın? Neresi açık? Boşver. Hafta içi, hem de öğlen vakti kim olacak ki? Dolabın kapağını açıyorum. Ne giysem? Yakası çok açık. Fazla kısa. Çok renkli. Ne fark eder? Aynanın karşısına geçiyorum. Yüzüme gözüme bakıyorum. Saçlar… Düzleştiriciyi fişe takıyorum. Jöleyle hafiften kabartıp çıkmayalı çok oldu. Hoşlanmaz dalgalardan. Dümdüz dökülmeli omuzlara. Yüzümü hafiften renklendiriyorum. Yarım saat sonra kapıda hazırım. Bekletilmekten hazzetmez.
Şehir dışına doğru sürüyor arabayı. Sormuyorum. Hep böyleydi. Aklına estiği gibi. İtiraz kabul etmez. Fikrini sormaz. Kafamı camdan dışarı uzatmış temiz havanın tadını çıkarıyorum. Rüzgâr yüzüme vuruyor. “Üşüme sonra.” diyor. Öyle bunalmışım ki evde oturmaktan, içime doldurasım var. Camı kapattığını fark ediyorum. Ses etmeden çekiyorum başımı. Hafif virajlı yolda salına salına ilerliyoruz. Tabelada “Anadolu Feneri” yazısı. Yıllar var gelmeyeli. Arabayı park ediyor. Maskelerimizi takıp iniyoruz.
Balık artıkları ile iyice semirmiş kediler sokaklarda. Evlerin panjurları sıkı sıkı kapatılmış. Bir iki bacadan duman tütmese yaşayan kimse kalmamış diyeceğim. Terk edilmişlik acıtıyor. “Aman be Bülent, nereden çıktı Fener’e gelmek yıllar sonra?” desem kapanmayan hesap dökülecek, tadımız kaçacak. İyice sokulup elini belime doluyor. Sevecenlikten uzak. Gençken ne sık gelirdik. Şu sokak kahkahalarımızla çınlardı. Evlerin gölgesine attıkları tahta sandalyelerinde tavlasını oynardı yaşlılar. Pencerelerde sardunyalar, rüzgârla gökyüzüne savrulan perdeler… Taşkınlıklarımıza ses etmeden verilen selamlar. Başında kavak yelleri uçuşan üniversiteli gençler. Gitar çalıp şarkı söylemişliğimiz bile var.
Fener’e doğru yürüyoruz. Yüreğimde bir çarpıntı. “Geçen öğrencilik zamanlarımızı özlüyorum demiştin ya” diyor lokantanın kapısını açarken. Kapıdaki çıngırak duruyor hâlâ. Bülent’in çalmaktan hiç vazgeçmediği. Masamız hazır. Muşamba örtü yerini pötikareli kumaşlara bırakmış. Etrafı süzüyorum. Derme çatma sandalye ve masalar… Eskiden olduğu gibi. Odun sobası orta yerde. Etrafına dört masa yerleştirilmiş. Boydan boya camın ardında boğaz. Kulağımda çıtırdayan odunun sesi. Üşümüşüm. Sırtımı sobaya dönüp elerim arkamda denizi izliyorum. Uçurumun kenarından ufka bakar gibi. Yanık odun kokusunu soluyorum. “Gel, otur.” diyor. “Odunlarla birlikte sen de yanacaksın.”
Hakkı Baba masalara servis yapar, karısı mutfakta çalışırdı. Murat’a seslenirdi meze dolabının üstünden. Şimdi mutfağın önünü kapatmışlar. Evimizde gibi girip çıkardık. Küçük kaplara konmuş humus, pilaki, haydari… Canımızın çektiğini sormadan alırdık. Saçları hafiften kırlaşmış biri rakılarımızı dolduruyor. “Hakkı Baba” diyorum. “Öldü” diyor. O vakit kafamı kaldırıyorum. “Babamı kaybedeli çok oldu.” Göz göze geliyoruz. “Hadi eski günlere içelim, Hakkı Baba’ya.” diyor Bülent. Sesinde bedenimi acıtan bildik ton. “Başın sağ olsun.” diyemiyorum. Boğazım düğümleniyor. Kadehimi kaldırıyorum: “Hakkı Baba’ya!
Kimse yok bizden başka. Birden fark ediyorum hep baharda geldiğimizi. Sınavlardan sonra. ağaçlar yeşerip, güller açtığında. Ferforje kapılardan sallanan mor salkımlar. İlk defa kışın ortasında. Yıllarca sakındım. Özenle besledim ama büyütemedim. Dadanan biti kurutmayı beceremedim. Göz açtırmadan üşüştüler yeşeren körpe filizin başına gün be gün. Silkeledim, yıkadım, nafile. Israrla çoğaldılar. Kara kış çöktü üzerimize.
Ayağa kalkıyorum, elimi tutuyor: “Nereye?”. “Fotoğraf çekeceğim.” “Tuvalete bile gitsen söyleyeceksin.” Boğulacağım. Kendimi terasa atıp nefes almak istiyorum sadece. Soğuk kesiyor. Parmaklıklara dayanıp taraçalara bakıyorum. Birbirine birkaç basamakla bağlı yamacın koynuna yerleştirilmiş. En diptekini hep bize ayırırdı. Gülüşüp şakalaşırken diğer misafirleri rahatsız etmeyelim. İçmesini bilmeyen, konuşurken sesinin tonunu ayarlayamayan patavatsız gençler. Ses etmez. Ölçüyü aştığımızı sezince usulca kaldırır masadan rakıyı. Pencereyi tıklatıyor Bülent: “Üşüyeceksin, içeri gir.” Ellerim alev alev yanıyor oysa. Terası mesken tutmuş kediler dolanıyor ayaklarıma. Arsız yüzsüz sırnaşıyorlar. Kapı aralığından sıvışma telaşındalar.
Masaya soğuklar bırakılmış. Radyonun düğmesine basılmış. Müzeyyen Senar “Ben Küskünüm Feleğe” okuyor. Yoruldum. Köprünün altından akan her damla bir parça aldı benden. Eksildim. İnsan gençken bir rüzgâr esince fırtına çıkacak sanıyor. Deniz kabaracak, tekne su alacak. Burnum hafiften suya girince batıyorum zannediyor. Böyle bata çıka yol alacağını bilemiyor. Yolunu kaybediyor bazen. Sis bastırıyor, Fener’in ışığını göremiyor. Deniz kızının ezgilerinin peşine takılıyor. “Salatanız mevsim mi olsun roka mı?” “Ne varsa koyuver masaya.” diyeceğim, olmuyor. Suskun çeviriyorum kafamı. Elimde rakı kadehi, gözüm enginde.
“Durgunlaştın.”
“Hiç. Eski günlere gitti aklım.”
İstanbul buradan ibaret olsa. Bunalınca soluğu deniz kenarında alsam. Küçük bir yürüyüş belki ya da bir banka oturup seyre dalsam. İyot kokusuyla yansa genzim. Martının kanat çırpışıyla yükselip uçsam. Uzaklara, çok uzaklara savrulsam. Balığa çıksak mesela. Aman demiştim. Burun kıvırıp balıkçıya mı kaldım. En son ne zaman gelmiştik. Yıllar var. Hiç yaşanmamış öyle uzak bir zaman. Bir köşede unutulup kalmış. Tozlu albümlerin arasına sıkışmış solgun fotoğraflar, başka âlemden… Şimdi de “Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık” çalıyor.
“Nereden aklına geldi Fener’e gelmek?”
“Murat fotoğraf attı geçenlerde. Bugün aradım ben de, ağına ne takıldı diye. İyi yapmamış mıyım?”
“Çok iyi yapmışsın. İyi yapmışsın da bana hiç söylemedin Murat’la görüştüğünüzü.”
Lafı değiştiriyor. “Hani” diyor, “son finale girdikten sonra içmeye geldiğimiz günü hatırlatıyor musun?” Eski defterler. Solgun sayfalarında aradığımız ne, anlamıyorum. Saklı gizli yok. Kantinde, sınıfta, bahçede bir çift göz hep üzerimde. Herkesin dilinde. Fısıltılar, gülüşmeler… O bana vurgun. Amfinin kapısında birkaç saniye duralıyorum. Bakışlarım istemsizce sol köşeye kayıyor. Kızlar dürtüklüyor. Kıkırdayarak oturuyoruz sıramıza. Aylar sonra alışıyorum bu göz süzüşlere, mahcup tebessüme. Oysa ismini bile bilmiyorum. Ne ben “merhaba” diyorum, ne o sokulup konuşuyor. Varlığı heyecan vermiyor, yokluğunda meraklanıyorum.
Hep birlikte Fener’e ilk gelişimiz. Bakıyoruz, aynı yüz servis yapıyor masamıza. İstemsizce “Sen ne arıyorsun burada?” deyiveriyorum. İlk kez konuşuyoruz. “Murat’larınmış bu mekân.” diye atılıyor Bülent. Elini omuzuma atıp sıkıca sarıyor beni. Kafam da karışık. Mezun oluyoruz ya, bir halt olduk zannediyoruz. Murat masamıza ilişiyor, her zamanki gibi mahcup. Zoraki dökülen cümleler… Tek kelime etmemişti o gün de. Sahi, niye aniden ortadan kayboldun? Soramıyorum. Boş sırasına her eşiği geçişimde takılıyor gözüm. Yanımdaki boş sıraya ise Bülent yerleşiyor. Gölge gibi her an peşimde. “Üşüme sen.”diyor, ceketini sarıyor. “Vizyona giren film” diyorum, anında ayarlıyor. Biletleri tükenen konserlere yer buluyor. Benden önce düşünüp benim adıma karar veriyor. Aldırmıyorum. İzin veriyorum hoyratça sahiplenişine. Gençlik işte. Etkileniyorum. Erkek böyle sever sanıyorum. Aşk mücadele ister, fedakârlık. Suskun sevda mı olur? Boyumdan büyük laflar.
Akıntıya karşı yüzdüğümün farkında olmadan. Sıcak basıyor. Elim boynumdaki fularda. “Babam” diyor, “aniden yığılıp kaldı. Pıhtı atmış. Yattı yıllarca.” Yüzüme bakmıyor. Gözü uzaklarda, öyle boşlukta bir yerde. Anlıyorum, yalnız bırakamadı annesini. Mecbur. “Düğünümüze gelmedin.” diyor Bülent. Susuyor. “Buralı bir kızla evlendim. Tezgâhın başına geçtim.”
Gözlerimizi denize çeviriyoruz. Giren çıkan oluyor. Çıngırağın sesini duyuyoruz. Murat tazeliyor içkilerimizi. “Sıcakları attırayım mı yavaştan?” Bana dönüyor: “Güzel bir kırlangıcım var, buğulama yaptırıyorum. Sen seversin.” “Yeter” diyerek kalkıyorum masadan. Çıngırağın sesi son kez duyuluyor.