Hikaye

GİDERAYAK – Sezen YILDIZ

 

-Hoş geldin, erkencisin.

-Ders biter bitmez geldim, her zamanki gibi.

-Dün epeyce geç gelmiştin.

-Ahmet’in babası gelmişti okula, konuşmak için. Söz konusu Ahmet olunca uzun sürdü hâliyle.

-Birkaç gün önceki veli toplantısına da gelmemiş miydi o? Ahmet babası kadar sık gelmiyor okula.

-O zaman detaylı konuşamamıştık sanırım.

-Sanır mısın? Hepi topu beş öğrencin var ama sen hâlâ emin değil misin?

– …

-Söz konusu Ahmet olunca konuş konuş bitmiyor, günler yetmiyor demek ki!

-Demek ki!

-Ne konuştunuz peki?

-Ne konuşulur ki Ahmet hakkında? Kariyer planlaması yapamadık Ahmet için maalesef. Devamsızlığı, zayıfları, yaramazlığı, bir baltaya sap olamayacağı, bu gidişle kötü yola düşeceği falan filan…

-Hımmm…Ben de dün çarşıdan dönerken Behçet’i görmüştüm.

-Hangi Behçet?

-Ahmet’in babası Behçet.

-Okula gelmeden hemen önce gördün herhalde.

-Tren garında seni görmüş.

-Benzetmiştir.

-Kime mesela? Bu Allah’ın siktir ettiği kasabada tek yabancı biziz ve seni kime benzetmiş olabilir?

-Tren seferleri azaltılacakmış, yeterince az değilmiş gibi.

-Bundan daha azı, o trenin buraya hiç gelmemesi olurdu herhalde! Lafı değiştirme bu arada.

-Yolcu sayısı maliyetleri karşılamıyormuş.

-Zaten insan buraya neden yolculuk etsin ki, bizim gibi mecbur kalmadıkça? Soruma cevap ver lütfen!

-Sen mecbur değildin ki!

-Sorum bu değildi.

-Mecbur hissederek gelmedin buraya, değil mi? Görevimin buraya çıktığını söylemek bile o kadar zor gelmişti ki o zaman sana. İki ucu boklu değnekti; gel desem bir dert, gelme desem başka… Pişmanlık duydun mu hiç?

-Lafı çarpıtma! Ben buraya neden geldim mi diyorum? Pişmanım mı diyorum?

-Ne demek istediğini, ne demek istemediğini uzun zamandır anlayamıyorum.

-Şunu demek istiyorum sevgili öğretmenim; gözümün içine baka baka bana neden yalan söylüyorsun?

-Offfff! Bu perdeler neden açık hâlâ? Hava iyice erken kararmaya başladı.

-Dur, kapatma lütfen. Benim içim havadan erken kararıyor bugünlerde, perdeleri de kapatınca…

-Açık kalınca da benimki. Şu göz alabildiğine boşluk, en yakın evin yüzlerce metre mesafede olması yalnızlığımızı ve umutsuzluğumu katlıyor.

“Bazen en uzak mesafe iki kişinin arasındakidir.” gibi bir şey okumuştum geçen bir yerlerde…

-Okumayı bıraktığını sanıyordum buraya geldik geleli.

-Benim bir şeyi bıraktığım yok da, tutunduğum her şey teker teker beni bırakıyor sanki! Söylediğin yalanlara, sakladıklarına bakılırsa, pencereden gördüğün evlerden daha uzağız birbirimize bir süredir.

-Mecburdurlar belki seni bırakmaya, isteyerek değildir yani.

-Uzun zamandır hava aydınlanmıyormuş gibi hissediyorum burada. Sözlerin de öyle, gittikçe kararıyor. Anlam veremediğim bir karanlık…

-Bu ıssızlık yitirdi içimizde tüm kalanları…

-Ve bu çaresizlik…

-Ahhh! Bu, burada mıydı hep? Görmedim, akşam akşam cam kırıkları… İş çıkardım sana giderayak.

-Giderayak? Yeni gelmiştin? Neyse, önemli değil; hadi sen elini yüzünü yıka, rahatla. Sonra kaldığımız yerden devam ederiz. Perde de öylece kalsın bence; yarısı benim için açık, diğer yarısı senin için kapalı.

-Olması gerektiği gibi.

-Efendim?

-Ben sana burada hiç çiçek almadım, değil mi? Bu bomboş vazo her Allah’ın günü karşımda oturdu hatırlatmak için, ama en sonunda onu da kırdım.

-Problem yok. Onu oraya bir şey ima etmek için koymadım, rahat ol lütfen. Koyacak yer bulamamıştım; şimdi kırıldı gitti, kurtulduk bir fazlalığımızdan.

-Beni nereye koydun hayatında? Tutunduklarına mı, koyacak yer bulamadıklarına mı?

-Bir vazo yüzünden saçmalamaz mısın lütfen!

-Bu ses ne? Dipteki odadan geliyor sanki?

-Kaçak bir yolcu. Davetsiz bir misafir de diyebiliriz.

-Sen sevmezsin ki kedileri.

-Sen seversin. Çocuklar da severmiş, birlikte büyümeleri iyi olurmuş.

-Hiçbir şey anlamadım ama arada benim yalan kaynamış oldu. Ben şu kırıkları toplayayım da ondan sonra açalım kapısını, ayağına cam falan batmasın. Ya da alışveriş mi yapalım önce? Kum, mama falan…

-Ben hallettim hepsini, bugün de karşılaştım çarşıda Behçet’le. “Hoca nasıl? İyi mi?’’ dedi. Ben anlamaz bakınca da açıkladı; bugünlük sağlık problemlerinden dolayı gelemeyecek olduğunu bildirmişsin okula. “İyi iyi, kedisizlikten dedi doktor.” diye kıvırdım. Artık ne kadar inandıysa! Elim kolum doluydu da eve kadar yardım etti taşımama Behçet.

-Anlaşıldı, kaynamamış.

-Kaynamaz, ben kaynatacağım birazdan fokur fokur. Tamam hadi, büyük parçaları aldıysan gerisini ben makineyle hallederim, eline batmasın. Yemek yapmak için bir şeyler almaya çıkmıştım aslında. Şu an kapımızı tırmalayan minikle karşılaştım aşağıda, gözleri seni sorar gibiydi. Bekleme salonuna aldım ben de misafirini. Aç mısın?

-Pek değil.

-Tren garının büfesinde mi atıştırdın bir şeyler?

-Mehmet’i işten çıkarmışlar personel fazlalığından. Hayri tek kalmış; büfeye de o bakıyor, gelen giden trene de. Tuvaleti de kilitlemiş, “herkes evinde işesin. yetişemiyorum” diyordu bugün. On güne tek sefere düşüreceklermiş, o da gecenin bir saati olana, “o zaman rahatlarım” diyordu.

-Ben de iştah açıcı şeyler hazırlayamadım zaten, miniğin ihtiyaçlarını alıp döndüm. Pazar kurulmadı bu hafta, söylemiş miydim?

-Yok, neden?

-Hem ürünlerin çoğunu soğuk vurmuş hem de hava koşullarından yollar kapanmış. Gelen üç beş satıcı da gelememiş işte.

-Bu ıssızlığa son gelenler biziz desene.

-Gidişleri olsun da dönüşleri olmasın, dememiştir inşallah arkamızdan birileri.

-Bana demiş olabilirler.

-O niye o? Saçmalama! Anca beraber kanca beraber. Mecburi görevin bittiğinde, o lanet olası tren artık gelmiyor olsa bile gerekirse yürüyerek döneceğiz buradan birlikte, el ele.

-Aaaaah!

-Bırak ben hallederim gerisini demiştim sana, korktuğum başıma geldi. Çok mu derin kestin? Evde kolonya ve peçeteden başka da bir şey yok, hay Allah!

-Yok yok, ufacık bir sıyrık. Operasyona gerek yok doktor hanım. En fazla öpersin geçer.

-Geçer mi?

-Geçmeli!

-O zaman iştahımız kapandıysa yollar gibi, geçen akşamdan kalan şarapla neyse ki hiç eksik olmayan peynirimizden getiriyorum. Şarap az ama çoğunu sen içeceksin zaten, merak etme.

-Işığı neden söndürdün?

-Sen de elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirdikten sonra masanın üstündeki mumları yak, kutlanacak bir şeylerimiz vardır belki. Miniğin kapısını da açabilirsin tanışmak istersen bir an önce.

-Belki de kutsanacak…

-O da olur; kutlarız, kutsarız, istersen karda bile koşabiliriz.

-Boş ver! Soğuktur şimdi; gitmek gibi, gidip de dönememek gibi…

-Tamamsan sen şu kadehleri al, ben de peynir tabağını hazırlayıp geliyorum hemen. Bu arada açmadın mı miniğin kapısını?

-Açamadım.

-Geç sen, ben gelirken hallederim. Tanışmak istemiyorsan şimdilik, o ayrı.

-Vaktim yok.

-Şimdilik kalsın o zaman ama yaratmaya başlasan iyi olur, koyayım şu peynir tabağını da masaya. Bakma öyle! Vakit diyorum, yarat diyorum, veli toplantılarından bize de zaman kalsın, tren garına beraber yürüyelim gerekirse diyorum. Hamileyim!

-Yaratamam, elimde değil. Ölüyorum.

 

 

 

 

Bir cevap yazın