Hikaye

KARA KARGA’NIN HİKÂYESİ – Zeynep PINARBAŞI


        “ Bilge baykuşun karısı karakargayım
          Geceleri uçar, evleri gezer
          Tüm kocalarını aldatan kadınları izlerim
          Bilge baykuşuma denk kadın bakar
          Sevmediklerimin etlerini didiklerim
          Ben, bilge baykuşun sevmediği karısı karakargayım
          El değmemiş kadın arar,
          Günahkârları seçerim.”


Sokaklar bu şiirle doldu. Kadın çatallı sesi, yırtık yeleği, paramparça ayakkabıları, yerlere sürünen eteğiyle “Karakarga benim!” diye bağırarak sokak aralarında kayboldu. Yüz elli yıllık binanın penceresinden bir başka kadın iğrenerek, yıkık evin kırık camından meczubun biri benimseyerek baktı.

Bu hikâye; bir delinin, kör bir İstanbul beyefendisinin ve sağır dilsiz bir çocuğun hikâyesidir.

Reşat Bey, o sabah iki dirhem bir çekirdek Beyoğlu’na çıktı. Karısının gül kokusu ceketine sinmişti. “Eve giderken ona sarı güllerden almalıyım.” diye düşündü. Karşısından üstü başı dağınık, saçları kir içinde, eteklerinde sidik kokusu bir düşkün geldi. Reşat Bey acıyarak baktı. Karısını ve kızını düşündü. Onlara sahip çıkan bir adamdı. Karısını çok sever, kızına tapardı. Kızı Dilruba on dokuz yaşına yeni girmiş, yasemin çiçeği gibi bembeyaz teni, çiçeğin göbeğindeki sarıdan sarı saçları vardı. Karısı sarı gül tanesiydi, gül gibi; kızı yasemin çiçeğiydi, yasemin gibi kokardı. Karısı Hüsnü Şah, Osmanlı kadınıydı. Dimdik, gücü kuvveti yerinde, becerikli ve köklüydü. Kızı Dilruba, Cumhuriyet kızıydı. Yepyeni, henüz keşfedilmemiş, biraz aksak, elinden tutulup güvenilen ve umut verendi.

Reşat Bey; şapka devrimiyle aldığı melon şapkasını sıkıntılı günlerinde giyer, Beyoğlu’nda tam üç tur atardı. Sıkıntılı bir günün ikinci turunu tamamlarken Dilruba’nın yasemin kokusu geçti burnunun ucundan, gözleri aradı. Etrafı inceledi. Sağa, sola baktı ve gözleri geriye döndü. Savrulan sarı saçları gördü. Dizlerinin hemen üstünde, etekleri fıldır fıldır esen elbise giymiş kadın, sarı başak tarlası saçlarının tepesine beyaz tülleri olan şapka kondurmuştu. Topukları narin, hafif açık ayakkabısının verdiği devinimle kadının kıvrılan kalçaları Reşat Bey’in kalbine gerilen yay hissiyatını verdi.

-Dilruba mı bu şuh kadın?

Yanındaki bastonlu, fraklı, silindir şapkalı adam arkasına döndü. Reşat Bey bembeyaz oldu, nefesi kesildi:

– Talat Bey mi o?

Müdürüyle göz göze gelmemek için gözlerini kaçırdı; silkindi, kendine geldi. Toparlandı ve evine gitti. Hüsnü Şah Hanım kapıda karşıladı onu. Reşat Bey söyleyemedi, soramadı. Bekledi, bekledi, bekledi. Tam üç saat geçti; belki üç yıl, belki de üç asır… Bir baykuş öttü, bir karga gakladı ve etekleri sidikli kadın kapının önünden geçti. Reşat Bey derin iç çekti, kapının tokmağı vuruldu. Reşat Bey’in kalbinin sesine denk geldi. Ritim tuttular, savaş şarkısı çaldılar. Kapı açıldı. Dilruba neşeyle babasına sarıldı, çiçekli elbisesi fır fır döndü. Saçlarının iki yanındaki belikler savruldu. Vazodaki solmuş sarı gülleri aldı, kokladı, koynunda sakladı.

Reşat Bey, sessizce yerine geçti. Radyoyu açtı. Derin nefes çekti. Radyoda Müzeyyen Senar’ın sesinden “Sarı Kurdelem Sarı” şarkısını dinlerken daha da keyiflendi.

– Bir kahveni içerim Hüsnü Şah Hanım, bugün eksik yürüdüm. Kahvenin kısmeti eve kaldı.
– Sakızlı lokum kaldı sadece, benim hatırıma ye artık Reşat Bey.

Reşat Bey’e çiğ et bile versen yiyebilirdi. Dilruba’sı namusunu kirletmemiş; Edebiyle, uzun çiçekli elbisesi, kız çocuğu saçları ve tüm masumluğuyla evine gelmişti. Kahveler pişti, lokumlar yendi. Reşat Bey:

– Hazırlan Hüsnü Şah Hanım, benim frak ve silindir şapkamı da hazırla. Nicedir seninle gezmedik. Yürüyelim, bir tiyatro oyunu izleyelim.

Belki de o gece ikisinin son mutlu gecesiydi. Sonrası yaşandı mı? Bilinmez! Günler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Bu kovalamaca günlerinde Dilruba tuhaflaştı. Hırçın ve mutsuz bir kıza dönüştü. Hiçbir yardım fayda vermedi. Derdi çözülemedi, gün geçtikçe yumak büyüdü ve bir gün Dilruba ortadan kayboldu.

Hüsnü Şah hanım yaşlandı. Avurtları çöktü, saçları beyazladı, tek tek dişleri döküldü. Gül kokusu amonyak kokusuna dönüştü. Etleri lime lime oldu. Kemiklerinden çıt çıt sesler geldi. Kalbi hızlandı, kanı deli aktı. Bir gün kulağından bir damla kan geldi. Dilruba kalbinden kulağına kadar gelmiş, acısıyla sızmıştı. Hüsnü Şah Hanım’ın son nefesi, kocasının kalbine baloncuk oldu kondu. Reşat Bey yapayalnız kaldı. Emekli oldu. Beyoğlu’nda her gün melon şapkası elinde, Dilruba’yı görme umuduyla bir aşağı bir yukarı yürüyüp gider gelir oldu.

Bir sabah saati kuşlar ötmez, güneş yakmaz iken bozuk koku geldi. Reşat Bey’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Talat Bey’in pis kokusu geçti burnunun ucundan, gözlerini yaktı. O koku bedenini sarstı, gördükleri dizlerini yıktı. Dilruba’sı Talat’ın karşısında, karnı burnunda ağlayarak yalvarıyordu. Nefesi hızlandı, gözleri karardı. Reşat Bey bir kaldırım kenarında yığıldı kaldı.

Bir baykuş öttü, karga gakladı, etekleri sidikli kadın Reşat Beyi sürükledi. İzbesine sakladı. Hanımeli kokusu geçti. Reşat Bey gözlerini açtı. Çatısı tahta, duvarları karton ve gazete kâğıdı, camları naylon kaplı bir odaya uyandı. Cama uzandı, karga ile göz göze geldi. Karga kanatlandı, yükseldi, bütün bu pisliklerin içinde evi orman gibi saran hanımeli çiçeklerine baktı. Reşat Bey de baktı, sadece ağladı. Artık Reşat Bey, Reşat kimdi bilmiyordu ve hanımeli çiçeklerini göremiyordu.

O akşam başka evde bir kadın çığlıklar atarak uyandı. Beyoğlu’nun arka sokaklarında geneleve bakan binanın kapısında, bir kadın satıcısı bu çığlıkları duydu. Çığlık yükseldi. Kadın cama çıktı, tekrar bağırdı. Genelevin en eski fahişesi elleri eteklerinde binaya tırmandı. Kapı açık, kadın yerde ıpıslaktı. Karnı burnunda bu gencecik kıza acıyarak baktı. Kolları sıvadı, genelevin tüm işçilerini topladı. Bir türkü tutturdu, peşine ninni söyledi. Doğan bebeği bir yaşına vardırdı. Bebeğin annesi kırkı çıkınca bu genelevin en çok istenileni oldu. Bebek elden ele salındı, annenin kucağında son buldu.

Annesi Suzan -sizin bildiğiniz Dilruba- bu günah tohumunun eksiğini gördü. Annesinin kabullenmediği, herkesin başka türlü sevdiği bu isimsiz bebek duymuyor, konuşmuyordu. Suzan ağladı, kendini parçaladı. Tüm günahlarından arınmak için bebekten kurtuldu. İsimsiz bebeği boğup çöp kenarına bıraktı. Bir baykuş öttü, bir karga gakladı, etekleri sidikli kadın çöpün kenarından koşarak kaçtı. Suzan köşeyi dönmüştü, feryat koptu. Bebek ağladı, etekleri sidikli kadın bebeği kucakladı. Kendi izbesine onu da sakladı.

Etekleri sidikli, bilge baykuşun karısı karakarga, yani deli Sade; eteklerinin altında kör bir İstanbul beyefendisi ile sağır, dilsiz ve isimsiz bir bebek sakladı. Kendi izbesinde onlara baktı, onları sevdi ve korudu. Mahallenin çocukları onu taşlarken o da o çocukların bezlerini, sütlerini çaldı. Kadı Kadın Fahriye’nin bahçesinden yumurtalarını, Kasap Hayri’nin çelimsiz tavuklarını çaldı. Hatice Nine’nin evine gider kalan yemekleri toplar, izbesine getirir, adını Sadık koyduğu kör adamın karnını doyururdu. Kendini bilmeyen Reşat Bey, Deli Sade’nin elinde Sadık Bey olmuştu.

Sade, on yıl önce bu mahalleye gelmişti. Elinde bir ölü baykuş, bir ölü karakarga ile bu izbeye sığınmış ve mahallenin zararsız delisi olmuştu. Tek kötü huyu garip şiirler okuyup, güzel kadınları korkutmasıydı. Deli Sade kimseyle konuşmaz, göz teması kurmaz, kimseye dokunmazdı. Bebeği kucağından indirmez olmuştu. Sadık Bey’e de alışmıştı. Ona her şeyi istediği gibi anlatırdı. Sadık Bey, kim olduğunu ve nerede yaşadığını bilmediğinden her hikâyeye inanırdı.

Deli Sade bebeğin duymadığını ve konuşamadığını fark etti. Bebek iki yaşına geldiğinde Sade’nin peşinden gelmiş, onunla toprağa çişini yapmıştı. Bebek Sade’ye benzer olmuştu. Bebek büyüdükçe Sade’de sanki çiçekler açıyordu. O huysuz, çirkin, deli kadına sakinlik ve bir başka kadınlık gelmişti. Ona tek sahip çıkan Hatice Nine ile konuşmuştu; arada onun evinde yıkanıyor, onun evini temizliyordu. Çöplerden bulduğu bir iki değişik elbiseyi alıp yıkamış, onları evinde giyer olmuştu.

Deli Sade bebekle büyür oldu. Adını Türkan koyduğu bu kız çocuğu ruhunu temizlemiş, ama geçmişini hatırlatamamıştı. Bilmediği, anlayamadığı bir şekilde bu çocuğu besliyor, ona bakıp annelik yapıyordu. Sade iyileşiyordu. Hatice Nine başka mahallerde ona iş bulmuş, birkaç yaşlı kadının evine temizliğe yollamıştı. Eline geçen üç beş kuruşla, gittiği evlerden aldığı eski eşyalarla kendine çiçek gibi ev yapmıştı.

Sade’nin Sadık Bey’i evden hiç çıkmıyordu. Onu kimseler görmemişti. Türkan’ı Hatice Nine’den başka bilen yoktu. Daha temiz, daha güzel bir kadın olduğu ortaya çıktıkça mahallede birkaç kanı bozuğun gözleri açıldı. Geçmişte bir kez tavuk çalarken Kasap Hayri’ye yakalanmıştı. Hayri bunu dövüp yollamıştı. Şimdi Hayri o günlerin diyetinin ödenme vakti geldiğini fark etmiş, bir gece Sade’yi takip edip bahçede kıstırmıştı. Bir baykuş öttü, karga gakladı, Sade bağırdı, bebek ağladı, Sadık her şeyi hatırladı. Reşat, elinde kocaman bir sopa ile Hayri’nin bacaklarını kırdı. Hayri acıyla bağırdı, Sade’nin üzerine yığılıp kaldı. Kara Karga yeniden eski günlerine döndü. Konuşmaz, kimseye bakmaz, bebeğe ellemez oldu.

Her şeyi hatırlayan Reşat Bey, Sade ve Türkan’ı alıp kendi evine getirdi. Birkaç gün sonra ikisini de alıp hekime götürdü. Türkan doğuştan sağır ve dilsizdi. Sade’nin ise ne yaşadığı bilinmiyordu; yaşadığı kötü olaylar sonrası hasta olduğunu düşünüyorlardı. Sade aylarca hastaneye gidip geldi. Yaşını almış, emekliliği gelmiş bir hemşire Sade’yi tanıdı. Reşat Bey’e her şeyi anlattı. Reşat Bey ne yapacağını bilmez bir halde dizlerinin üstüne çöktü. Ellerini başının arasına aldı. Artık Talat Bey’le yüzleşme vaktinin geldiğini anladı. Memuriyetini geçirdiği yere gitti. Talat Bey’in kapısını çaldı. Onu alıp hastaneye getirdi. Kapı açıldı; Talat Bey, Deli Sade’ye “Mevhibe” diye seslendi.

Bilge Baykuş sonunda Kara Karga’sına dönmüştü. Mevhibe, onu görünce unuttuğu her şeyi hatırladı. Ona doğru yürüdü. Gözlerinin içine baktı, sıcacık gülümsedi. Sonra Talat Bey’in gözlerinin içine parmaklarını soktu. Acıyla bağıran adamı yerden kaldırdılar. Reşat Bey olan biten her şeyi hayretle izliyordu.

Deli Sade yerinden kalktı. Bağıra bağıra ağladı ve haykırdı:


       “Bir sabah babamın evinden bilge baykuşun evine getirildim.
        O gece bu baykuşun koynunda uyudum.
        Benim bilge baykuşum her gece başka bir serçeyle yattı.
        Beni bilmediğim bir sürü adama sattı.
        Her birinin gözlerini oydum.
        Bilge baykuşumun koynuna koydum.
        Bir gece bir sürü karga geldi.
        Hepsi benim koynuma girdi.
        Bilge baykuş izledi, serçeler kikirdedi.
        O gece beni bir kuyuya attılar.
        Yanıma bir ölü baykuşla, bir ölü karga kattılar.
        Şimdi benim vaktimdir.
        Baykuşun gözleri oyulmalı
        Bilge karganın koynuna koyulmalı”

 

Reşat Bey o gün anladı ki, Talat Bey bildiğinden de kötü bir adamdı. Dilruba’sını aramaya karar verdi. Aylarca dolaştı. Sonunda bir randevu evinde buldu, alıp evine getirdi. Dilruba, Türkan’ın kendi kızı olduğunu bilmeden ona baktı. Sevdi, kokladı, koynunda sakladı. Mevhibe, girdiği akıl hastanesinden bir daha hiç çıkmadı. Reşat kızına kavuştu. Dilruba babasına sığındı. Türkan büyüdü, serpildi saçıldı. Yasemin kokulu, sarı gül görünümlü bir huri oldu.

Bir baykuş öttü, bir karga gakladı, etekleri sidikli kadın Türkan’ın alnına bir buse yolladı.

Her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler... Yıllar kelimeleri kovaladı, ben de peşinden gittim. Şimdi sırada öyküler var. Yazdım, yazıyorum.

Bir cevap yazın